24 Aralık 2011 Cumartesi

anton çehov

Besleme
Volodya
Başkalarının Derdi
Nişanlı Kız
Boyundaki Nişan
İonıç
Kabuğuna Sinmiş Adam.

BESLEME
Geceyarısı. On üç yaşındaki besleme Varka, beşiği sallarken bir yandan da uykulu
bir ninni tutturmuş, mırıldanıyordu:
Uyusun da büyüsün, ninnii, Tıpış tıpış yürüsün, ninnii...
Meryem Ana tasvirinin önünde küçük, yeşil bir lâmba yanıyor. Odanın bir başından
öteki başına gerili ipte, kurumaları için kundak bezleri, iri, kara pantolonlar
asılı. Lâmbanın ışığı, tavanda geniş, yeşil bir yuvarlak çizmiş, kundakların,
pantolonların uzun gölgeleri sobanın, beşiğin, Varka' nın üstüne düşmüş...
Lâmbanın ışığı titreştiğinde tavandaki yuvarlak ile gölgeler canlanıyor,
rüzgârdanmış gibi dalgalanıyorlar. Boğucu bir hava var içeride. Koyu bir lahana
çorbası ve kösele kokusu sarmış her yanı.
Bebek ağlıyor. Bağırmaktan.sesi kısıldığı, bitkin düştüğü halde yine de ağlamayı
kesmiyor. Yatışacağa da benzemiyor. Varka'nın uykusu var. Gözkapakları
kapanıyor, başı ikide bir önüne düşüyor, boynu çok ağrıyor. Ne gözkapaklarını
kaldıracak, ne de dudaklarını oynatacak gücü var. Yüzü kurumuş, odunlaşmış, başı
topluiğne başı kadar küçülmüş gibi geliyor ona.
-- Uyusun da büyüsün ninnii, diye mırıldanıyor Varka, tıpış tıpış yürüsün...
Bir cırcırböceği sobanın içinde cırlıyor. Yan odada, duvarın ötesinde bey ve
Kalfa Afanasiy horluyorlar... Beşik acıklı acıklı gıcırdıyor, Varka mırıltıyla
ninni söylüyor... Gecenin sessizliğinde her şey birleşiyor, rahat döşekte
yatarken dinlemesi pek tatlı bir ninni oluveriyor. Ama bu müzik inşanın sinirini
bozmaktan, onu canından bezdirmekten başka bir şeye yaramıyor şimdi. Çünkü
Varka'nın üzerine gevşeklik çöktürüyor, uykusunu getiriyor. Oysa uyuyamaz Varka.
Allah saklasın, bir uyuşa, hanımla bey canını çıkartana kadar döverler onu
sonra.
Lâmba göz kırpıyor sanki. Yeşil yuvarlak ile gölgeler harekete geçiyor,
Varka'nın yarı açık, dalgın gözlerinin önünde öteye beriye kayıyor, uykulu
beyninde dumanlı düşler yaratıyorlar. Varka, gökyüzünde birbiri ardından
koşuşan, bebek gibi ağlaşan kapkara bulutlar görüyor hayâlinde. Ve işte güçlü
bir rüzgâr çıkıp tümünü dağıtıyor. Varka, cıvık çamurla kaplı geniş bir şose
görüyor. Bir dizi yük arabası güçlükle ilerliyor, omuzlarında ağır çuvallarla
iki büklüm insanlar el ele tutuşmuş yol almaya çalışıyor, karmakarışık bir sürü
gölge, ortalıkta dolaşıyor. Soğuk görünüşlü bulutların arasından şosenin iki
yanında ormanlar gözüktü. Çuval taşıyan iki büklüm insanlarla gölgeler birden
çamura yatıyor. "Niçin çamurun içinde yatıyorsunuz?" diye soruyor Varka.
"Uyuyacağız, uyuyacağız!" diyorlar, berikiler. Ve derin, tatlı bir uykuya
dalıyorlar. Bir sürü saksağan ve karga gelip telgraf teline konuyor, küçük çocuk
gibi bağrışarak uyuyanları uyandırmaya çalışıyor Varka,
.-- Ninni, ninnii... diye mırıldanırken kendini karanlık, havasız bir köy evinde
görüyor şimdi.
Rahmetli babası Yefim Stepanov yerde kıvranıyor. Varka onu görmüyor, ama acıdan
tahtaların üzerinde yuvarlanışını, inleyişini işitiyor. Kendi deyişiyle: 'fıtığı
ağrıyor'. Acısı öylesine dayanılmaz ki, tek sözcük bile söylemiyor, yalnızca
derin derin, hırsla soluyor, dişlerini 'tak taktak' diye trampet gibi
takırdatıyor.
Biraz önce annesi Pelagey, beylere, Yefim'in ölmek üzere olduğunu söylemek için
koşarak çıkıp gitmişti. Bu zamana kadar dönmüş olmalıydı. Varka, sobanın
üstündeki döşeğinde yatıyor. İstiyor, ama uyuyamıyor, babasının 'taktak'larını
dinliyor, îşte, bir arabanın tekerlek sesleri duyuldu. Buraya
geliyor, Bey, kentten onlara konuk gelen genç doktoru göndermiş. Doktor içeri
giriyor. Karanlıkta görünmüyor, ama öksürüğü ve kapıyı kapayışı işitiliyor.
-- Işığı yakın, diyor. Yefim karşılık veriyor:
-- Taktaktak...
Pelagey, aceleyle sobanın üstüne atılıp kibritleri koydukları çanak parçasını
aramaya koyuluyor. Aradan hayli zaman geçiyor, ama kibrit hâlâ bulunamadı.
Sessizlikte doktor, cebinden kendi kibritini çıkarıp yakıyor.
Pelagey,
-- Bir dakika, efendim, bir dakika, diyor ve koşarak dışarı çıkıyor, biraz sonra
elinde yana yana ufacık kalmış bir mum parçasıyla geri geliyor.
Yefim'in yanakları al al, gözleri faltaşı gibi açık, bakışları keskin.
Oradakilerin içlerini okuyor sanki. Doktor üzerine eğilerek:
-- Neyin var? diyor. Dur bakayım! O!.. Ne zamandan beri buran böyle?
-- Ne bileyim ben. Ecel geldi, beyim, ecel... Ömrü tükettik...
-- Saçmalama... İyileştiririz seni!..
-- Canınız nasıl isterse öyle yapın anam babam. Candan teşekkür ederim size, ama
boşuna yorulacaksınız, bir şeyi değiştiremeyeceksiniz, biliyorum... Ölüm insanın
başucuna konduktan sonra insanoğlunun elinden bir şey gelmez.
On beş dakika muayene ediyor doktor Yefim'i. Sonra doğruluyor:
-- Benim yapabileceğim bir şey yok... diyor. Hastaneye gitmen gerek, ancak orada
ameliyat edebilirler seni. Zaman kaybetmeden hemen git... Gitmemezlik etme
sakın! Vakit hayli geç, şimdi herkes uyuyor, ama zararı yok, bir pusula veririm
sana. Duydun mu?
Pelagey atılıyor yandan:
-- Efendim, neyle gitsin istiyorsunuz? Atımız yok ki bi
zım.
-- Olsun, beye söylerim, bir araba verir size.
Doktor gidiyor, mum sönüyor ve 'taktak'lar yine başlıyor... Yarım saat sonra bir
arabanın daha yaklaştığı işitiliyor. Bu, beyin hastaneye gitmesi için Yefim'e
gönderdiği arabadır. Yefim hazırlanıyor ve gidiyor...
Ve işte güzel, ışık dolu bir gün doğuyor. Pelagey evde yok: Hastaneye, Yefim'in
başına gelenleri öğrenmeye gitti. Bir yerde bir çocuk ağlıyor. Varka, birinin
kendi sesiyle ninni söylediğini duyuyor:
-- Uyusun da büyüsün, ninnii; tıpış tıpış yürüsün, ninnii...
Kapı açılıyor, Pelagey içeri giriyor. Haç çıkardıktan sonra fısıltıyla,
-- Gece, ağrısını dindirmişler, sabah ruhunu teslim etmiş, diyor. Allah rahmet
eylesin, nur içinde yatsın... Doktorlar, 'geç kaldınız' dediler... Daha önce
gitseymiş kurtulurmuş...
Varka koşarak ormana gidiyor, ağlamaya başlıyor. Birisi ensesine aniden öyle bir
vuruyor ki, alnı kayın ağacının gövdesine hızla çarpıyor. Gözlerini kaldırıyor,
ayakkabıcılık yapan beyini karşısında görüyor.
-- Ne yapıyorsun, Allahın belâsı? diyor bey. Yavrum ağlıyor, duymuyor musun?
Ve kulağından yakalayarak hızla sarsıyor Varka'yı. Bey gittikten sonra Varka
beşiği sallamaya, ninni mırıldanmaya devam ediyor. Yeşil yuvarlak ile pantolon,
kundak bezi gölgeleri göz kırpıyorlar ona ve biraz sonra yine kendilerine
bağlıyorlar onu. Cıvık çamur şoseyi yine görüyor. Omuzlarında ağır torbalar
taşıyan iki büklüm insanlar ile gölgeler hâlâ uyuyorlar. Onları seyrederken
ölesiye uyumak istiyor Varka. Neredeyse ayakta uyuyacak, ama yanısıra yürüyen
annesi Pelagey habire daha çabuk yürümesi için dürtüklüyor onu. İşe girmek için
kente gidiyorlar. Varka, karşılaştıkları yolculara yakarıyor:
10
-- Allah rızası için bir sadaka verin! İyi yürekli beylerimiz, küçük bir sadakayı
esirgemeyin bizden!
Tanıdık bir ses yanıt veriyor ona:
-- Çocuğu ver bana!
Varka ayılamıyor, aynı ses bu kez daha kızgın,
-- Çocuğu ver bana, diyorum! diye bağırıyor. Uyuyorsun değil mi, geberesice!
Varka şaşkınlıkla yerinden sıçrayıp çevresine bakmıyor ve durumu hemen kavrıyor:
Ne şose, ne Pelagey, ne de sadaka veren yolcular var. Yalnız, bebeği emzirmeye
gelen hanım var. Odanın ortasında ayakta duruyor. Şişko, iriyarı bayan, bebeği
emzirip yatıştırmaya çalışırken Varka ayakta duruyor, ona bakıyor. Hanımının
işini bitirmesini bekliyor. Dışarıda gök yavaş yavaş mavileşiyor, tavandaki
yeşil yuvarlak ve gölgeler, belli belirsiz soluklaşıyor. Sabah olmak üzere.
Hanım, geceliğinin önünü iliklerken;
-- Al! diyor. Çok ağlıyor, herhalde göz değdi.
Varka bebeği alıyor, beşiğine koyuyor ve yeniden sallamaya başlıyor. Yeşil
yuvarlakla gölgeler yavaş yavaş kayboluyorlar. Artık hiçbir şey kafasına girip
aklını karıştırmıyor. Uyumak istiyor, hem çok istiyor. Uykusunu dağıtmak için
başını beşiğin kenarına dayayıp kendisi de birlikte sallanıyor, ama boşuna,
gözkapakları yine kapanıyor, başı dönüyor. Sessizlikte birden, öteki odadan
beyin sesi gürlüyor:
-- Varka, sobayı yak!
Artık kalkıp işe girişme zamanının geldiğini anlıyor Varka. Beşiği bırakıp odun
almak için odunluğa koşuyor. Varka daha rahattır şimdi. Koşarken, dolaşırken,
oturduğu zamanki gibi başına vurmuyor uyku. Odunu getirip sobayı yakmaya
koyuluyor. Odunlaşmış yüzünün yumuşadığını, düşüncelerinin aydınlığa kavuştuğunu
seziyor.
Hanım,
-- Varka, semaveri yak! diye bağırıyor.
Varka henüz çırayı yarmış, ateşlemiş, semaverin altına sokuyor ki, bir ses daha
işitiliyor:
11
l-- Varka, beyin çizmelerinin çamurunu temizle! Döşemeye oturup çizmeleri
temizlemeye kovuluyor. Bir
yandan da, başını geniş, derin çizmenin içine sokup biraz kestirse ne iyi olurdu
diye geçiriyor içinden... Ve birden çizmeler büyüyor, büyüyor, şişiyor, bütün
odayı dolduruyor. Varka'nın elindeki fırça yere düşüyor. Hemen, eşya gözünde
büyümesin, oynayıp durmasın diye başım iki yana sallıyor, gözlerini iyice
açıyor.
-- Varka, dış merdivenleri yıka, müşterilere ayıp oluyor!
Varka merdivenleri yıkıyor, odaları topluyor, öteki sobayı yakıyor, alışverişe
koşuyor. Başını kaşıyacak zamanı yok.
Ama şu, mutfakta dikilip patates soymak olmasa... Başını bir şey yere doğru
çekiyor sanki, gözlerinin önünde patatesler kararıyor, bıçak elinden kayıyor.
Bunlar yetmiyormuş gibi bir de, giysisinin kolunu dirseğine kadar sıvamış öfkeli
bayan, çevresinde dolaşıp bağıra çağıra söylenmiyor mu... Kafasının içinde çan
gibi çınlıyor bu ses Varka'nın. Öğleden sonraki çamaşır, dikiş işleri de oldukça
yorucu. Öyle anlar oluyor ki, her şeye boş vererek şöyle yere uzanıp doyasıya
bir uyku çekmek istiyor canı.
Gün akşam oluyor. Dışarıda havanın yavaş yavaş kararmasını uykulu gözlerle
seyrederken uyuşmuş şakaklarını ovuyor ve nedenini kendisinin de bilmediği bir
gülümseme dolaşıyor dudaklarında. Akşamın loşluğu, kapanan gözlerini okşuyor,
derin bir uyku müjdeliyor ona. Gece oturmaya konuklar geliyor.
Hanım,
-- Varka, semaveri koy! diye sesleniyor.
Semaver de o kadar küçük ki... Konuklar çaya doyuncaya dek beş kere yakmak
gerekiyor onu. Çay içildikten sonra Varka tam bir saat kapı dibinde dikilip
konuklara bakıyor, buyruk bekliyor.
-- Varka, koş iki şişe bira al!
Varka ok gibi fırlayıp uykusuyla yarışıyormuş gibi olan
12
ca gücüyle koşuyor.
-- Varka, bir koşu git votka getir bakayım! Varka, şişe açacağı nerede? Varka,
balıkları temizle!
Ve işte konuklar da gidiyorlar. Işıklar bir bir sönüyor, hanımla bey yatıyorlar.
Son bir buyuru daha duyuluyor:
-- Varka, çocuğu salla!
Sobanın içinde cırcır böceği cırlıyor, yeşil yuvarlak tavanda, pantolon ve
kundak bezlerinin gölgeleri yine Varka'nın yarı açık gözleri önünde oynaşıyor,
titreşiyor, düşüncelerini bulandırıyor.
-- Uyusun da büyüsün, ninni, diye mırıldanıyor Varka, tıpış tıpış yürüsün...
Ama bebek susacağa benzemiyor, çatlayacak gibi ağlıyor. Varka yine çamurlu
şoseyi, çuval taşıyan iki büklüm insanları, Pelage/i, Yefim'i görüyor. Hepsini
tanıyor, anlıyor, ama bu yarı uykulu halinde, elini ayağını zincire vuran, soluk
almasını engelleyen görünmez gücü bir türlü anlayamıyor. Ondan kurtulmak için
çevresine bakıyor, arıyor, ama boşuna, bulamıyor. Sonunda bu acılara
dayanamayacağını açıkça görüp bütün gücünü toplayarak yukarıya, tavanda titreşen
yeşil yuvarlağa bakıyor, çocuğun sesini dinliyor ve soluk almasını engelleyen
düşmanı buluyor:
Bebeği...
Varka gülümsüyor. Böyle basit bir şeyi şimdiye dek anlayamamış olmasına şaşıyor.
Yeşil yuvarlak, gölgeler ve cırcırböceği de gülümsüyor, şaşırıyorlar.
Düş, Varka'yı iyice sarıyor. Taburesinden kalkıp içten gülümsüyor, gözlerini
kırpmadan odanın içinde dolaşmaya başlıyor. Ellerini ayaklarını zincire vuran
bebekten biraz sonra kurtulacağını düşünmek rahatlatıyor onu... Çocuğu
öldürdükten sonra uyuyacak, uyuyacak, uyuyacak...
Gülümseyerek yeşil yuvarlağa işaret parmağını sallıyor, usul usul beşiğe
yaklaşıyor, bebeğin üzerine eğiliyor, bunca sıkıntıdan sonra sonunda
uyuyabileceğini düşünerek gülümsüyor.
13
geçmeden, derin, çok derin bir uyku
1888
14

VOLODYA
Geçen yaz mevsimiydi. On yedi yaşında, çirkin sayılabilecek derecede şekilsiz
yüzlü, hastalıklı, çekingen bir genç olan Volodya, bir pazar akşamı saat beş
sıralarında Şumihin'lerin yazlığında, kameriyede oturuyordu. Canı son derece
sıkkındı. Üç şeye üzülüyordu. Birincisi; yarınki pazartesi günü matematikten
sınava girecekti. Bu yazılı sınavda başarı sağlayamazsa altıncı sınıfta iki yıl
üst üste kalmış olacağı için okuldan atılacağını, matematikten yıllık
ortalamasının ikilere üçlere düştüğünü biliyordu. İkincisi; oldukça zengin,
kendilerini soylu kişiler sayan Şumihin'lerin yanında kalmak gururunu
incitiyordu. Bayan Şumihina ile yeğenlerinin ona ve anasına yoksul birer akraba,
birer sığıntı diye baktıklarını, anasını adam yerine koymadıklarını, eğlenip
durduklarını biliyordu. Bir keresinde, bahçeye gizlenerek taraçada Bayan
Şumihina'nın, kuzeni Anna Fedorovna'ya, anasının hâlâ kendini genç kız sandığım,
çok makyaj yaptığını, oyunda kaybettiği parayı hiçbir zaman ödemediğini,
başkasının pabucunu giymeye, sigarasını içmeye bayıldığını söylediğini
kulaklarıyla duymuştu. Her zaman, Şumihin'lere bir daha gitmemeleri için
yalvarırdı anasına, ama dinletemezdi. Orada ne aşağılayıcı bir rol oynadığını
bir bir anlatır, bir sürü örnekler verir, ağır sözler söyler, ama şımarık,
gençliğinde kocasının da kendisinin de varını yoğunu har vurup harman savuran,
daima kendinden üstün kişilerin arasına girmeye özenen, basit düşünceli anasını
caydıramaz ve haftada iki kere bu yerebatasıca yazlığa taşınmak zorunda
kalırlardı.
Üçüncüsü; içinde belirmeye başlayan acayip, pek hoş olmayan, şimdiye dek hiç
tatmadığı yepyeni bir duyguydu... Bayan Şumihina'nın kuzeni ve konuğu Anna
Fedorovna'ya tu
15
tulduğunu sanıyordu. Canlı, gür sesli, güleç, otuz yaşlarında, sağlıklı, sağlam
yapılı, al yanaklı, yuvarlak omuzlu, kalın gerdanlı, ince dudaklarından
gülümseme hiç eksik olmayan bir kadındı bu. Genç ve güzel değildi, Volodya bunu
pekâlâ biliyordu. Gelin görün ki, onu düşünmemek, yuvarlak omuzlarını
kaldırarak, etli sırtını kıpırdatarak kroket oynayışını, uzun bir kahkahadan ya
da merdivenleri aceleyle çıktıktan sonra kendini koltuğa atıp sık sık soluyarak
gözlerini kısıp göğsü sıkılıyormuş gibi yapmasını içi giderek seyretmemek
elinden gelmiyordu. Evliydi. Kocası ciddi bir mimardı. Haftada bir gün yazlığa
gelir, bol bol uyur ve ertesi gün kente dönerdi. Volodya, bu mimardan böylesine
nefret etmesine, onun kente gidişlerini dört gözle beklemesine şaşıyordu.
Kameriyede oturmuş ertesi günkü sınavı ve yazlıktakilerin her zaman alay
ettikleri anasını düşünürken, birden Nütya'yı (Şumihin'ler, Anna Fedorovna'yı
böyle çağırıyorlardı) görmek, kahkahasını, giysisinin hışırtısını işitmek
isteğine kapıldı... Oldukça güçlü bir istekti bu. Her akşam yattığında hayâl
ettiği, romanlardan tanıdığı duygulu, temiz aşka hiç benzemiyordu. Kendine bile
açmaktan çekindiği, korkulu, acayip, anlaşılmaz, iğrenç bir duyguydu bu...
-- Böyle bir duyguya aşk diyemeyiz, diye mırıldandı Volodya. Otuz yaşında, evli
bir kadına âşık olamaz insan... Gelip geçici küçük bir cinsel tutkudur, işte o
kadar... Evet cinsel tutkudan başka bir şey olamaz bu...
Cinsel tutkuyu düşünürken bir türlü yenemediği çekingenliğini, bıyık diye üst
dudağındaki sarı tüyleri, çopur yüzünü, ufak gözlerini hatırladı. Hayâlinde
kendini Nütya ile yan yana koydu: böyle bir çift imkânsız gibi geldi ona. Onları
unutarak, güzel, cesur, zeki, son modaya göre giyinen bir delikanlı olarak hayâl
etmeye çalıştı kendini...
Kameriyenin karanlık köşesinde iki büklüm oturmuş, önüne bakarak iyice hayâle
dalmıştı ki, dışarıda hafif ayak sesleri duyuldu. Bahçenin iki yanı ağaçlıklı
yolunda biri ağır adımlarla kameriyeye yaklaşıyordu. Biraz sonra ayak sesleri
16
kesildi, kameriyenin girişinde beyaz bir gölge belirdi. Bir kadın sesi,
-- Kimse var mı içerde? diye sordu.
Volodya irkildi, bu sesi tanımıştı, başını kaldırdı, kapıya baktı. Nütya içeri
girerken,
-- Kim var orada? dedi. Ah, siz misiniz Volodya? Ne yapıyorsunuz burada? Gene
düşünüyorsunuzdur tabii! Düşün, düşün, sonu ne olacak bunun?.. Aklınızı
kaçıracaksınız!..
Volodya doğrulmuş, şaşkın gözlerle Nütya'ya bakıyordu. Banyodan yeni geliyor
olmalıydı: bornoz ve havlusu omzundaydı, beyaz ipek başörtüsünün altından
dökülüp alnına yapışan siyah saçları nemli, pırıl pırıldı. Hoş, taze bir banyo
kokusuyla badem sabunu kokusu dolmuştu içeriye. Hızlı yürüdüğü için olacak, sık
sık soluyordu. Bluzunun üst düğmesi, boyun ve göğsünü gösterecek şekilde açıktı.
Volodya'yı yukarıdan aşağı süzdükten sonra,
-- Niçin bir şey söylemiyorsunuz? dedi. Hanımların so, rusuna yanıt vermemek bir
erkeğe yakışmaz. Fok balığından
farksızsınız, Volodya! Hep oturuyor, filozof gibi düşünüyor, hiç
konuşmuyorsunuz. Hayat ve ateş yok sizde! Hiç yakışmıyor size bu ha]... Sizin
yaşınızda bir gencin yaşaması, atlayıp zıplaması, gevezelik etmesi, kadınların
peşinden koşması, âşık olması gerek.
Volodya beyaz, yumuşak elin tuttuğu havluya bakıyor, düşünüyordu...
-- Hâlâ susuyor! dedi Nütya, şaşkınca. Çok acayip... Bakın, biraz erkek olmanız
gerek, Volodya! Hiç olmazsa bir gülümseyin, canım! Tüü, iğrenç profesör! Nütya
gülümsedi Volodya, bir fok balığından farksız olmanızın nedenini söyleyeyim mi
size! Kadınların arkasından koşmuyorsunuz da ondan. Söyler misiniz bana? Niçin
siz hiç kadınların arkasından koşmaz, onlarla ilgilenmezsiniz?
sizin yaşınıza göre kız yok, haklısınız, ama kadınlar ne güne duruyor? Siz de
onlara kur yapın! Örneğin, niçin bana asılmıyorsunuz?
Besleme
17/2
Volodya dinliyor, bir yandan da dalgın dalgın şakağını kaşıyordu. Nütya elini
oradan çekerek devam etti:
-- Son derece gururlu insanlar, susmayı ve yalnızlığı sever, biliyor musunuz? Siz
de gururlusunuz, Volodya. Niçin başınızı kaldırmıyorsunuz? İzin verin de
yüzünüzü göreyim bari! Evet, bir fok balığından farksızsınız!
Volodya, sonu neye varırsa varsın, konuşmaya karar vermişti artık. Gülümsemeye
çalışarak alt dudağını gerdi, gözlerini kırpıştırdı ve elini yeniden şakağına
götürdü:
-- Sizi... sizi seviyorum! dedi.
Nütya, şaşkınlık içinde kaşlarını kaldırıp gülümsedi. Opera aktristlerinin
korkunç bir şey duyduklarında söyledikleri sesle,
-- Ne duyuyorum? diye haykırdı. Nasıl? Ne söylediniz, ne? Bir daha söyleyin,
lütfen!..
Titrek sesiyle tekrar etti Volodya:
-- Sizi... sizi seviyorum!
Ve elinde olmadan, hiçbir şey düşünemeden Nütya'ya doğru yarım adım attı,
bileğinden tuttu. Gözleri bulanmış, yaşlar yanaklarından aşağı yuvarlanıyordu.
Nütya'nın omzundaki büyük, kalın havludan başka bir şey görmüyordu gözü. Ta
derinlerden,
-- Böyle bir duyguya aşk diyemeyiz, diye mırıldandı Volodya. Otuz yaşında, evli
bir kadına âşık olamaz insan... Gelip geçici küçük bir cinsel tutkudur, işte o
kadar... Evet cinsel tutkudan başka bir şey olamaz bu...
Cinsel tutkuyu düşünürken bir türlü yenemediği çekingenliğini, bıyık diye üst
dudağındaki sarı tüyleri, çopur yüzünü, ufak gözlerini hatırladı. Hayâlinde
kendini Nütya ile yan yana koydu: böyle bir çift imkânsız gibi geldi ona. Onları
unutarak, güzel, cesur, zeki, son modaya göre giyinen bir delikanlı olarak hayâl
etmeye çalıştı kendini...
Kameriyenin karanlık köşesinde iki büklüm oturmuş, önüne bakarak iyice hayâle
dalmıştı ki, dışarıda hafif ayak sesleri duyuldu. Bahçenin iki yanı ağaçlıklı
yolunda biri ağır adımlarla kameriyeye yaklaşıyordu. Biraz sonra ayak sesleri
16
kesildi, kameriyenin girişinde beyaz bir gölge belirdi. Bir kadın sesi,
-- Kimse var mı içerde? diye sordu.
Volodya irkildi, bu sesi tanımıştı, başını kaldırdı, kapıya baktı. Nütya içeri
girerken,
-- Kim var orada? dedi. Ah, siz misiniz Volodya? Ne yapıyorsunuz burada? Gene
düşünüyorsunuzdur tabii! Düşün, düşün, sonu ne olacak bunun?.. Aklınızı
kaçıracaksınız!..
Volodya doğrulmuş, şaşkın gözlerle Nütya'ya bakıyordu. Banyodan yeni geliyor
olmalıydı: bornoz ve havlusu omzundaydı, beyaz ipek başörtüsünün altından
dökülüp alnına yapışan siyah saçları nemli, pırıl pırıldı. Hoş, taze bir banyo
kokusuyla badem sabunu kokusu dolmuştu içeriye. Hızlı yürüdüğü için olacak, sık
sık soluyordu. Bluzunun üst düğmesi, boyun ve göğsünü gösterecek şekilde açıktı.
Volodya'yı yukarıdan aşağı süzdükten sonra,
-- Niçin bir şey söylemiyorsunuz? dedi. Hanımların so, rusuna yanıt vermemek bir
erkeğe yakışmaz. Fok balığından
farksızsınız, Volodya! Hep oturuyor, filozof gibi düşünüyor, hiç
konuşmuyorsunuz. Hayat ve ateş yok sizde! Hiç yakışmıyor size bu ha]... Sizin
yaşınızda bir gencin yaşaması, atlayıp zıplaması, gevezelik etmesi, kadınların
peşinden koşması, âşık olması gerek.
Volodya beyaz, yumuşak elin tuttuğu havluya bakıyor, düşünüyordu...
-- Hâlâ susuyor! dedi Nütya, şaşkınca. Çok acayip... Bakın, biraz erkek olmanız
gerek, Volodya! Hiç olmazsa bir gülümseyin, canım! Tüü, iğrenç profesör! Nütya
gülümsedi Volodya, bir fok balığından farksız olmanızın nedenini söyleyeyim mi
size! Kadınların arkasından koşmuyorsunuz da ondan. Söyler misiniz bana? Niçin
siz hiç kadınların arkasından koşmaz, onlarla ilgilenmezsiniz?
sizin yaşınıza göre kız yok, haklısınız, ama kadınlar ne güne duruyor? Siz de
onlara kur yapın! Örneğin, niçin bana asılmıyorsunuz?
Besleme
17/2
Volodya dinliyor, bir yandan da dalgın dalgın şakağını kaşıyordu. Nütya elini
oradan çekerek devam etti:
-- Son derece gururlu insanlar, susmayı ve yalnızlığı sever, biliyor musunuz? Siz
de gururlusunuz, Volodya. Niçin başınızı kaldırmıyorsunuz? İzin verin de
yüzünüzü göreyim bari! Evet, bir fok balığından farksızsınız!
Volodya, sonu neye varırsa varsın, konuşmaya karar vermişti artık. Gülümsemeye
çalışarak alt dudağını gerdi, gözlerini kırpıştırdı ve elini yeniden şakağına
götürdü:
-- Sizi... sizi seviyorum! dedi.
Nütya, şaşkınlık içinde kaşlarını kaldırıp gülümsedi. Opera aktristlerinin
korkunç bir şey duyduklarında söyledikleri sesle,
-- Ne duyuyorum? diye haykırdı. Nasıl? Ne söylediniz, ne? Bir daha söyleyin,
lütfen!..
Titrek sesiyle tekrar etti Volodya:
-- Sizi... sizi seviyorum!
Ve elinde olmadan, hiçbir şey düşünemeden Nütya'ya doğru yarım adım attı,
bileğinden tuttu. Gözleri bulanmış, yaşlar yanaklarından aşağı yuvarlanıyordu.
Nütya'nın omzundaki büyük, kalın havludan başka bir şey görmüyordu gözü. Ta
derinlerden,
-- Bravo, bravo! diye bir ses geliyordu kulağına. Niçin birşeyler
söylemiyorsunuz? Hadi konuşun, ben istiyorum! Hadi!..
Tuttuğu bileğin çekilmediğini görünce Volodya cesaretlenmiş, başını kaldırıp
Nütya'nın gülen gözlerine bakmıştı. Sonra beceriksiz, rahatsız bir tavırla
beline sarıldı, parmaklarını arkasında kenetledi. Volodya'nın kolları arasında
Nütya, ellerini ensesine atıp koltuk altı çukurlarını göstere göstere
başörtüsünün altından saçlarını düzeltmeye çalışıyor, bir yandan da sakin bir
sesle,
-- Atik, sevimli, hoş olman gerek, Volodya, diyordu. Öyle olabilmen için de bir
kadına ihtiyacın var. Konuşmalı, gülmelisin... Evet Volodya, somurtkanlığı
bırakmalısın, daha
18
gençsin, korkma, filozofluk yapacak çok zamanın olacak. Hadi bakayım, şimdi
bırak beni, gidiyorum! Sana söylüyorum, duymuyor musun!
Nütya kolaylıkla belini kurtarıp bir şarkı mırıldanarak çekip gitti. Volodya
yalnız kalmıştı içeride. Saçlarını düzeltti, gülümsedi ve kameriyenin içinde üç
kere bir köşeden öteki köşeye yürüdü. Sonra banka oturup bir daha gülümsedi.
Yaptığından son derece utanıyordu. Utanma duygusunun insanda bu denli güçlü
olabileceğine akıl erdiremiyordu. Utancından gülümsüyor, birbirini tutmaz sözler
mırıldanıyor, ellerini kollarını sallıyordu.
Biraz önce kendisine çocuk gibi davranılmasından, çekingenliğinden utanıyor,
kocasına bağlı, evli, kendinden kat be kat üstün bir kadının beline sarıldığını
hatırladıkça utancından yerin dibine giresi geliyordu.
Yerinden sıçrayarak kalktı, kameriyeden çıktı, sağa sola baktıktan sonra
bahçenin derinliklerine doğru yürüdü.
Başını ellerinin arasına almış, "Ah," diyordu, "bir an önce gidebilsem buradan!
Ne olur, Allahım, bir an önce!"
Volodya'nın, anasıyla binip kente gidecekleri tren sekizi kırk geçe kalkıyordu.
Bu demek oluyordu ki, gitmelerine daha üç saat vardı. Ama o hemen şimdi,
annesini beklemeden gitmek istiyordu.
Sekize doğru eve geldi. Her hareketinde, 'Ne olursa olsun!' der gibi bir
kararlılık okunuyordu. Cesaretle içeri girecek, herkesin gözünün içine
sıkılmadan bakacak, hiçbir şeye aldırmadan yüksek sesle konuşacaktı.
Taraçayı, büyük salonu kararlı adımlarla geçti, soluk almak için konuk salonunun
ortasında durdu. Yan salonda çay içenlerin seslerini duyuyordu. Bayan Şumihina,
anası ve Nütya birşeyler konuşuyor, neşeyle gülüşüyorlardı.
Volodya dinlemeye koyuldu:
-- İnanın ki yalan söylemiyorum! diyordu Nütya. Başkasından duysam ben de
inanmazdım. Düşünün bir kere, beni sevdiğini söylerken kollarını belime doladı.
O anda tanınma
19
yacak şekilde değişmişti. Hem biliyor musunuz? İlginç bir yanı da yok değildi
hani ya. Çerkezlerinkini andıran vahşi bir ifade vardı yüzünde.
Anası uzun bir kahkaha attıktan sonra,
-- Doğru mu bu? dedi. Babasına çekmiş demek! Volodya sert bir hareketle geri
dönüp koşarak bahçeye
çıktı.
Ellerini ovuşturarak şaşkın şaşkın göğe bakıyor, "Böyle şeyleri nasıl da yüksek
sesle konuşabiliyorlar?" diyordu. "Yüksek sesle ve soğukkanlılıkla..." Anası da
gülüyordu!.. "Allahım, niçin böyle bir anne verdin bana? Niçin?"
Alıp başını uzaklara, çok uzaklara gitmek istiyordu, ama olmazdı, eve dönmek
zorundaydı. Bahçede bir süre dolaşıp biraz kendine geldikten sonra içeri girdi.
Bayan Şumihina sert bir sesle çıkıştı ona:
-- Çay saatinde neden gelmiyorsunuz? Volodya yere bakarak karşılık verdi:
-- Bağışlayın beni... Gitme... gitme zamanı geldi anne; saat sekiz.
Anası isteksiz bir tavırla,
-- Sen git, canım, dedi. Bu gece ben Lili'de kalacağım. Güle güle, yavrum...
Yolun açık olsun. Gel öpeyim seni.
Volodya'yı yanağından öptükten sonra Nütya'ya dönerek Fransızca ekledi:
-- Biraz da Lermontov'u andırıyor... değil mi?
Volodya bin bir sıkıntıyla oradakilerle vedalaşarak kimsenin yüzüne bakmadan çay
salonundan çıktı. On dakika sonra istasyon yolundaydı ve yerebatasıca yazlıktan
kurtulduğuna seviniyordu. Artık sıkılmıyor, utanmıyor, rahat soluyabiliyordu.
İstasyona yarım verst kala yolun kenarındaki bir taşa oturup yarısına kadar ufka
gömülmüş güneşi seyretmeye koyuldu. İstasyonda birkaç ışık yanmıştı. İleride
buğulu, küçük, yeşil bir ışık görünüyordu, ama tren daha görünürlerde yoktu.
Hareketsiz oturup çevreye akşamın ağır ağır çöküşünü iz
20
lemek Volodya'nın sıkıntılarını hafifletmişti. Kameriyenin yarı karanlığı, ayak
sesleri, banyo kokusu, kahkaha ve bel... bunların hepsi şimdi kafasından
şaşırtıcı bir canlılıkla bir daha geçiyordu. Gurubu seyrederken bütün bunlar o
kadar korkunç gelmiyordu ona.
"Önemsiz şeyler bunlar," diye düşünüyordu. "Elimi itmedi, kollarımı beline
doladığımda güldü. Hareketim hoşuna gitmeseydi güler miydi? Kızardı,
köpürürdü..."
Ve Volodya orada, kameriyede yeterince cesaretli olamadığına içerliyordu şimdi.
Böyle aptalca uzaklaşması da anlamsızdı doğrusu. Öyle bir fırsat bir daha eline
geçse artık kuşu kaçırmaz, daha pişkin davranır, durumu daha iyi
değerlendirirdi...
Fırsatı yakalamak o kadar güç değildi ki. Şumihin'lerde her akşam yemeğinden
sonra bahçeye çıkılıp biraz dolaşılır. Karanlıkta Nütya'nın yanına yaklaşsa...
bundan daha iyi fırsat mı olurdu!
Volodya, içinden, "Döneceğim oraya," diyordu. "Yarın, sabah treniyle giderim...
Treni kaçırdığımı söylersem inanırlar."
Ve döndü... Bayan Şumihina, anası, Nütya ve yeğenlerden biri taraçada
oturmuşlar, briç oynuyorlardı. Treni kaçırdığını söyleyince hepsi birden
kaygılanıp sabahleyin erken kalkıp gitmesini, sınava geç kalmamasını
tembihlediler. Onlar oynarlarken Volodya bir kenara oturmuş, tutkulu gözlerle
Nütya'yı süzüyor, bekliyordu... Kafasında planı hazırdı: Karanlıkta ona
yaklaşacak, elinden tutacak, sonra kucaklayacaktı onu. Konuşmaya, birşeyler
söylemeye hiç gerek yoktu. İkisi de konuşmadan birbirini anlayacaklardı.
İşe bakın ki, yemekten sonra kadınlar bahçeye çıkmadılar. Oturup oyunlarına
devam ettiler. Saat bire kadar oynayıp sonra odalarına dağıldılar.
Yatmaya hazırlanırken hayıflanıyordu Volodya: "Tüh be! Ne şans! Ama olsun
varsın, yarını var bu işin... Gene kameriyede... Yarın olan olacak..."
21
Uyumaya çalıştığı yoktu. Dizlerini avuçlarının içine alarak karyolasında oturmuş
düşünüyordu. Sınavı aklına getirmek bile istemiyordu. Okuldan atılacağını
düşünüyor, ama hiç tasalanmıyordu. Her şey hoş, hatta çok hoştu şimdi. Okuldan
atılmak bile... Yarın bir kuş kadar özgür olacak, sivil giysi giyecek, açlıktan
açığa sigara içecek, istediği zaman buraya gelip Nütya ile oynaşacaktı. Geri
kalan meslek ve geleceğini kazanmak problemleri ise kolaydı: ya serbest bir iş
tutacak, ya da posta idaresine telgraf memuru olarak girecekti. Bunlardan biri
olmazsa eczaneye de girebilirdi. İyi çalıştıktan sonra kalfalığa kadar
yükselebilirdi orada insan... Az mı meslek vardı dünyada ki üzülsündü okuldan
atıldığına... Aradan iki saat geçmişti, Volodya hâlâ oturuyordu.
Odasının kapısı hafif gıcırdayarak dikkatle açıldığında saat üçtü, ortalık
aydınlanmaya başlamıştı. Gelen anasıydı. Esneyerek,
-- Uyumuyor musun? diye sordu. Uyu, uyu, hemen gideceğim ben... İlaç almaya
geldim...
-- Ne yapacaksınız ilacı?
. -- Zavallı Lili'nin sancısı tuttu yine. Sen uyu, yavrum, yarın sınava
gireceksin...
Anası gözden bir şişe aldı, pencereye gidip üstünü okudu ve çıkıp gitti. Aradan
bir dakika geçti geçmedi ki, Volodya bir kadın sesi işitti:
-- Bu o damla değil, Mariya Leontyevna! İnci çiçeği bu, oysa Lili morfin istiyor.
Oğlunuz uyuyor mu? Rica edin, bir de o baksın...
Bu Nütya'nın sesiydi. Volodya'nın sırtından soğuk terler boşaldı. Yerinden
fırlayıp pantolonunu giydi, omuzlarına pijamasının üstünü aldı ve kapıya gidip
dışarıyı dinlemeye başladı. Nütya fısıldıyordu:
-- Anladınız mı? Morfin! Kutunun üstünde yazılar belki Latincedir. Volodya'yı
uyandırın, o bulur...
Anası kapıyı açtı. Volodya, Nütya'ya baktı. Her zaman banyoya gittiği
bluzuylaydı. Saçları omuzlarına karmakarışık 22
dökülmüş, gözleri uykulu, rengi loş ışıkta daha bir esmerdi...
-- Bakın, işte Volodya da uyanık, dedi. Volodya'çığım, gözde morfini bulur musun
bize, şekerim! Bu da Lili'nin kaderi işte... Her zaman bir derdi olur
zavallının.
Anası birşeyler mırıldanarak esnedi ve gitti. Nütya,
-- Bir baksanıza, dedi. Ne dikiliyorsunuz?
Volodya gidip komodinin önünde diz çöktü, ilaç şişelerini ve kutularını
karıştırmaya başladı. Elleri titriyor, içinde soğuk dalgalar koşuşuyormuş gibi
göğsünde ve midesinde acayip birşeyler hissediyordu. Titreyen elleriyle boşuna
karıştırdığı eter, fenol ve çeşitli ot ilacı şişelerinden sızan kokulardan
boğulacak gibi oluyor, başı dönüyordu. •
"Annem gitti..." diye geçiriyordu içinden. "Bu iyi işte... İşler yolunda
demektir..."
Nütya sözcükleri yayarak,
-- Çabuk bulabilecek misiniz? diye seslendi. Volodya, şişelerden birinin üstünde
'Morph...' görünce,
-- Buldum... dedi. Morfin bu olacak... Buyrun!
Nütya kapıda, bir ayağı koridorda, bir ayağı içeride kalacak şekilde durmuş,
bekliyordu. Saçlarını düzeltmeye çalışıyordu ya, sık ve uzun oldukları için öyle
kolay kolay düzelmiyorlardı. Bir yandan da Volodya'ya bakıyordu. Henüz güneşin
aydınlatmadığı kurşunî gökten odaya dolan soluk ışıkta Nütya, geniş bluzu
içinde, uykulu haliyle, dağınık saçlarıyla Volodya'ya her zamankinden daha bir
çekici, olağanüstü gelmişti... Şişeyi ona verirken bu iç gıcıklayıcı bele
kameriyede sarılışını başı dönerek anımsadı. Şaşırmış, titriyordu:
-- Ne hoşsunuz... dedi birden. Nütya,
-- Anlayamadım, efendim? diye sordu ve içeri girip gülümseyerek ekledi:
-- Bir şey mi söylediniz?
Volodya, susarak yüzüne bakıyordu. Birdenbire kameriyede yaptığı gibi elini
tuttu... Beriki gülümseyerek ona bakı
23
yor, sonunu bekliyordu. Volodya titrek bir sesle,
-- Sizi seviyorum... dedi.
Nütya ciddileşerek bir an düşündü ve,
-- Susun, diye fısıldadı, birisi geliyor herhalde. Kapıya gidip koridora
baktıktan sonra ekledi:
-- Ah siz liseliler! Kimsecikler yok...
Ve tekrar odaya döndü. O anda Volodya'ya oda, Nütya, alacakaranlık ve kendisi
birleşerek, insanın uğruna rahat yaşantısını kenara itip sonsuz acılara seve
seve atılabileceği olağanüstü, şimdiye dek hiç tadılmamış güçlü bir mutluluğa
dönüştüler gibi gelmişti. Ama yarım dakika sonra bu duygu kayboldu. Ablak,
çirkin, tiksintiden buruşmuş bir yüz görmüştü karşısında. Ve olanlardan kendi de
iğrendi birden. Nütya yüzünü buruşturmuş, ona bakıyordu: -- Durun, gideceğim. Uf,
ne de çirkin, zavallı bir şeymişsiniz... İğrenç domuz!
Uzun saçları, bol bluzu, adım atışı, sesi ne kadar da iğrenç geliyordu
Volodya'ya şimdi!..
Odada yalnız kalınca, "İğrenç domuz..." diye mırıldandı kendi kendine. "İğrenç
olduğum doğru... Ama her şey iğrenç aslında."
Dışarısı iyice aydınlanmıştı. Güneş doğmuş, kuşlar cıvıl cıvıl ötmeye
başlamışlardı. Bahçıvanın bahçede yürüyüşü, elarabasının'gıcırtısı
duyuluyordu... Biraz sonra sığırların böğürtüsü, bakıcılarının bağrışması
başladı. Güneş ve sesler Volodya'ya bu dünyanın uzak, bilinmeyen bir ülkesinde
temiz, mutlu, duygulu bir yaşantının varlığını söylüyorlardı. Ama nerede? Bunu
ne anası ne de çevresindeki öteki tanıdıkları söylüyordu ona.
Uşak, sabah trenine yetişmesi için onu uyandırmaya geldiğinde uyuyormuş gibi
yaptı...
"Cehennemin dibine kadar yolun var!.." dedi içinden.
On birde yataktan kalktı. Aynada saçlarını tararken geceyi uykusuz geçirdiği
için renksiz, biçimsiz yüzüne bakarak:
-- Kadın haklı... diye mırıldandı. İğrenç bir domuzdan
24
farkım yok.
Annesi onun sabah treniyle gitmediğini görünce çok şaştı. Volodya,
-- Uyanamadım anne... dedi. Ama merak etmeyin, rapor alacağım.
Bayan Şumihina ve Nütya saat birde uyandılar. Volodya, Bayan Şumihina'nın uyanıp
gürültüyle penceresini açışını, kaba seslenişine Nütya'nın şakrak bir kahkahayla
karşılık verişini duydu. Çay salonunun kapısının açılışını, kız yeğenlerle
sığıntı dizisinin (anası sonunculardandı) kahvaltı masasını kuşatışını, yanında
kentten yeni gelmiş mimarın siyah kaşları ve sakalları ile Nütya'nın yıkanmış,
güleç yüzünün salonu aydınlatışını izledi.
Nütya'nın üstünde ona hiç de yakışmayan biçimsiz bir Ukrayna giysisi vardı.
Mimar kabasaba şakalar yapıyordu. Kahvaltıda verilen köftelere nedense çok soğan
koymuşlardı... Bütün bunlar Volodya'ya böyle geliyordu aslında. Nütya'nın
bilerek öyle yüksekten kahkahalar attığını sanıyordu. Geceyi tümüyle unuttuğunu,
olanları umursamadığını, iğrenç domuzun masada varlığını bile fark etmediğini
ona belli etmek için ondan yana önem vermeden baktığına inanıyordu.
Akşamüzeri dörtte anasıyla istasyona gittiler. İnsanın yüzünü kızartan anılar,
uykusuz geçen bütün bir gece, okuldan atılma olasılığı, iç sızısı sonsuz bir
umutsuzluğa, karanlık bir öfkeye salıyordu onu. Anasının sıska profiline, küçük
burnuna, Nütya'nın. armağanı bluzuna bakıyor, bir yandan da kızgın bir sesle,
-- Zorunuz ne? diyordu annesine. Sizin yaşmızdaki bir kadına böyle şeyler
yakışmıyor! Güzelleşmek için yapmadığınız kalmıyor, kumar borcunuzu ödemiyor,
başkalarının sigarasından otluyorsunuz... Bu çok ayıp şey! Sizi sevmiyorum...
Nefret ediyorum sizden!
Oğlunun onur kırıcı sözlerine karşı ana, ürkek ürkek çevresine bakmıyor,
ellerini ovuşturuyor, dehşet içinde:
,
25
-- Ne oluyorsun, yavrum? diye mırıldanıyordu. Allahım, kondüktör duyacak! Sus,
rezil olacağız! Söylediklerini duyuyor!
Volodya, öfkeyle soluyarak devam ediyordu:
-- Sevmiyorum sizi işte... Nefret ediyorum sizden! Ahlâksız, ruhsuz... Bu bluzu
bir daha giymeyeceksiniz! Duydunuz mu? Parça parça edeceğim onu...
Ana, ağlıyordu:
-- Kendine gel, yavrum! Arabacı duyuyor!
-- Babamın onca malı mülkü nerde? Sizin paralarınız nerde? Hepsini olur olmaz
yerlerde yiyip bitirdiniz, değil mi? Yoksulluğumdan utanmıyorum, ama sizin gibi
bir annem olduğu için yüzüm kızarıyor... Arkadaşlarım sizi sordukları zaman
yerin dibine girecek gibi oluyorum.
Kente daha iki istasyon vardı. Yolda Volodya, hiç kompartımana girmedi.
Sahanlıkta dikilmiş sinirden titriyordu. Nefret ettiği annesi orada oturduğu
için girmiyordu kompartımana. Kendinden, kondüktörden, trenin dumanından ve
titremesinin nedeni sandığı soğuktan nefret ediyordu... Kara kara düşündükçe, o
uzak, bilinmeyen ülkedeki sevgi, içtenlik, neşe ve özgürlük dolu, tertemiz,
soylu, sıcak, çekici yaşantıyı içinde daha açık seçik duyuyordu... Öyle dalmış,
o yaşantının özlemi içini öyle yakıp kavuruyordu ki, yolculardan biri yüzüne
uzun uzun bakıp,
-- Dişiniz mi ağrıyor? diye sormuştu. Volodya'yla anası, kentte, Mariya Petrovna
isminde soylu bir kadının satın alıp oda oda kiraya verdiği oldukça geniş bir
dairenin iki odasında oturuyorlardı. Bu odalardan geniş pencereli, duvarlarında
altın çerçeveli iki resim bulunanında ananın karyolası vardı. Yandaki küçük,
karanlık oda ise Volodya'nındı. Yattığı divandan başka bir eşyası yoktu orada.
Döşeme, ananın nedense sakladığı hasır giysi ve karton şapka kutularıyla, ıvır
zıvırla doluydu. Volodya derslerini ya annesinin odasında, ya da 'salon'da
(kiracıların yemek yedikleri, akşamları toplandıkları büyük odaya bu isim
konmuştu)
26
hazırlardı. Eve geldiklerinde Volodya odasına çekilmiş, belki titremesini bastırır
diye yatağa girip yorganı başına çekmişti. Şapka, giysi kutuları ve ıvır zıvır aklına
gelince anasından, onu sık sık ziyaret eden konuklarından, şimdi 'salon'dan
gelen seslerden kaçıp sığınabileceği bir odası, yuvası olmadığını anladı...
Nedense birden rahmetli babasıyla bir ara kaldığı Menton geldi gözlerinin önüne.
Biarris ve kumda oynadığı iki İngiliz kızını anımsadı... Göğün ve okyanusun o
andaki rengini, dalgaların yüksekliğini, ruhsal durumunu hayâlinde canlandırmaya
çalıştı, ama başaramadı. Yalnız İngiliz kızları seçikti, geri kalan her şey
bulanık, karmakarışıktı...
"Olmuyor, burası soğuk," diye geçirdi içinden ve kalkıp pardösüsünü giydi,
'salon'a gitti.
Orada çay içiliyordu. Semaverin başında üç kişi vardı: Anası, gözlüklü müzik
öğretmeni kocakarı ve parfümeri fabrikasında çalışan şişko, orta yaşlı Fransız
Avgustin Mihayloviç.
-- Bugün öğle yemeği yemedim, diyordu anası. Hizmetçiyi ekmek almaya göndersem
iyi olacak.
Fransız:
-- Dunyaş! diye seslendi.
Gelen giden olmadı. Yandan, hizmetçiyi ev sahibesinin bir yere yolladığını
söylediler. Fransız, gevrek gevrek gülümseyerek,
-- Zararı yok,' dedi. Ben hemen gider size ekmek alırım. Üzülmeyin!
Kalkıp sert, pis kokulu sigarasını görünür bir yere koydu, şapkasını başına
geçirdi ve çıktı. Anası onun arkasından müzik öğretmenine, Şumihin'lerde
geçirdiği günleri ve orada ne güzel ağırlandığını ballandıra ballandıra
anlatmaya başlamıştı:
-- Lili Şumihina akrabam olur... Rahmetli kocası General Şumihin,
kocamın
kuzeniydi.
Lili'nin babası
Baron Kolb...
27
Volodya haykırarak sözünü kesti:
-- Anne, yalan bunların hepsi! Niçin yalan söylüyorsunuz?
Annesinin anlattıklarının doğru olduğunu, içlerinde bir sözcüğün bile yalan
olmadığını pekâlâ biliyordu. General Şumihin ve Baron Kolb hakkındaki sözleri de
doğruydu. Ama nedense hepsi yalanmış gibi geliyordu ona. Anasının ses tonunda,
yüz ifadesinde, bakışlarında, her şeyindeydi yalan.
-- Yalan söylüyorsunuz! diye bir daha bağırdı ve var gücüyle bir yumruk indirdi
masaya. Öyle ki, semaver sarsılmış, anasının bardağı devrilmiş, çayı üzerine
dökülmüştü. Devam etti:
-- Baron ve generalleri niçin anlatıyorsunuz şimdi? Neden yalan söylüyorsunuz?
Müzik öğretmeni şaşırmıştı. Gıcık tutmuş gibi mendilini çıkarıp öksürdü. Anası
ise ağlıyordu.
"Ne yapsam acaba?" dedi içinden Volodya.
Sokağa çıkamazdı, arkadaşlarına gitmekten de utanıyordu. Gene İngiliz kızlarını
hatırladı... 'Salon'un bir başından öte başına yürüdü, Avgustin Mihayloviç'in
odasına daldı. Keskin bir eter ve tuvalet sabunu kokusu vardı içeride. Masanın
üstü, pencerelerin içi, hatta sandalyeler irili ufaklı renk renk şişelerle
doluydu. Volodya, masanın üstündeki gazeteyi aldı, çevirip ismini okudu:
'Figaro'... Ne de hoş kokuyordu. Sonra yine masadan tabancayı aldı...
'Salon'da müzik öğretmeni anayı yatıştırmaya çalışıyordu:
-- Üzmeyin kendinizi artık!
Olur böyle şeyler, daha gençtir! Onun yaşındaki
gençler çoğunlukla böyle olurlar. Kendinizi alıştırmalısınız.
-- Yanılıyorsunuz, Yevğeniya Andreyevna, benimki kimseye benzemez! Başında bir
büyüğü yok ki terbiye etsin. Ben çok zayıf kalıyorum. Şanssızlık bende!
Volodya tabancanın namlusunu ağzına soktu, tetiğe benzer bir çıkıntı geldi
eline, çekti... Sonra başka bir çıkıntı da
28
ha buldu, onu da çekti. Namluyu ağzından çıkarıp pardösüsünün eteğiyle kuruladı,
gidip kapının kilidine bir daha baktı. Ömründe ilk kez eline silâh alıyordu...
"Önce burayı kaldırmak gerek herhalde..." diye geçirdi içinden, "evet,
herhalde..."
Bu arada Avgustin Mihayloviç dönmüş, 'salon'da, sesli sesli birşeyler anlatıyor,
kahkahayla gülüyordu. Volodya namluyu yeniden ağzına soktu, parmağıyla eline gelen
çıkıntıyı itti. Bir patlama oldu... Ensesine bir şey hızla çarptı gibi geldi ona
ve yüzüstü masaya, şişelerin üzerine düştü. Sonra babasını gördü. Menton'daydılar.
Bir kadın ölmüş, babası onun yasını tutuyordu. Başında geniş, siyah şeritli bir
fötr şapka vardı. Birden Volodya'yı iki eliyle kaptı, birlikte çok karanlık,
uçsuz bucaksız bir uçurumun içine uçtular.
Sonra her şey karıştı, kayboldu...













BAŞKALARININ DERDİ
Hukuk fakültesini yeni bitiren Kovalev"le genç karısı arabaya binip yola
düzüldüklerinde daha sabahın altısı bile olmamıştı. Köye gidiyorlardı.
Ömürlerinde hiç erken kalkmamışlardı ve şimdi durgun bir yaz sabahının
güzelliği, ancak masallarda karşılaşılabilecek olağanüstü hoş bir şeymiş gibi
geliyordu onlara. Yeşillerle bezenmiş, elmas çiğ tanecikleriyle kaplı toprağın
göze hoş gelen, mutlu bir görünümü vardı. Güneş ışınları, parlak gölgeler
yaparak ormanın koyuluğunda uzanıyor, pırıl pırıl nehirde titreşiyorlardı.
Olağanüstü mavi ve berrak havada öyle bir tazelik vardı ki, sanki doğa, banyodan
çıkmış da daha bir genç ve sağlıklı olmuştu.
Sonraları kendilerinin de söyledikleri gibi, bu sabah Kovalev'lerin
halaylarının, hatta belki de hayatlarının, en mutlu sabahı olmuştu. Hiç susmadan
gevezelik ediyor, şarkı söylüyor, nedensiz yere kahkahalar atıyorlardı. Sonunda
çocukluğu öylesine ileri götürdüler ki, arabacıdan bile utandılar. Mutluluk
yalnız o anda 'değil, gelecek yaşantılarında da gülümsüyordu onlara: evlenmeye
karar verdikleri günden beri hayâl ettikleri çiftliği, küçücük şirin
çiftliklerini görmeye gidiyorlardı. Gelecek, ikisine de parlak umutlar
vermekteydi. Erkeğe, toprakla uğraşı, bilimsel tarım çalışmaları, el emeğinin
karşılığını görmek, kitaplarda okuduğu, dinlediği onca mutluluklar göz
kırpıyordu. Kadınınsa işin romantik yanı başını döndürüyordu: yarı karanlık park
yollarında kol kola dolaşmalar, oltayla balık avlamak, hoş kokulu geceler...
Gülüp oynarken on sekiz verst yolun nasıl bittiğini fark etmediler bile. Görmeye
gittikleri yedinci dereceden Mihaylov'un çiftliği, derenin dik yamacında,
genişçe bir kayın ormanının içine gizlenmişti... Koyu yeşilliğin arasından
kırmızı
30
bir çatı gözüküyordu. Dere kıyısına, bir baştan bir başa fidanlar dikilmişti.
Araba, geçit yerinden karşı yakaya geçerken Kovalev,
-- Görünüm fena değil! dedi. Ev yamaçta. Yamacın dibinde de dere! Bundan iyisi
can sağlığı! Ama Veroçka'çığım, merdivende iş yok... Kaba duruşuyla bütün
görünümü bozuyor... Burayı alırsak ilk işimiz yeni bir demir merdiven yaptırmak
olsun...
Görünüm Veroçka'nın da hoşuna gitmişti. Kahkaha atarak, bütün bedenini, şakayla
sağa sola oynatarak merdivenden yukarı tırmanmaya başladı; kocası da peşinden...
Soluyarak koruluğa daldılar: Evin yanında karşılarına ilk çıkan, iriyarı, uykulu
yüzlü, saçı başı karmakarışık bir köylü oldu. Kapının eşiğinde oturmuş, bir çift
çocuk çizmesinin çamurlarım temizliyordu.
Kovalev,
-- Bay Mihaylov evde mi? diye sordu. Koş, çiftliği görmeye geldiğimizi haber ver
kendisine.
Köylü şaşkın şaşkın gelenlere baktı ve ağır adımlarla yürüdü, eve gideceğine
biraz ötedeki mutfağa girdi. Mutfağın pencerelerinden, birbirinden uykulu,
şaşkın yüzler uzandı.
-- Alıcılar gelmiş! diye bir ses işitildi. Allahım, sen yardım et bize.
Mihaylovo'yu satıyorlar! Bak hele ne de genç
şeyler!
Yapıların arkasında bir köpek havladı, kedinin kuyruğuna basıldığında çıkardığı
sesi andıran bir çığlık işitildi. Avludaki huzursuzluk, kısa zamanda, iki yanı
ağaçlık yollarda sakin sakin dolaşan tavuklara, kazlara, hindilere de geçti.
Uşağa benzeyen kısa boylu bir adam, mutfaktan çıkıp Kovalev'lere bir baktıktan
sonra, yolda ceketini giymeye çalışarak eve koştu... Kovalev'lere pek gülünç
gelmişti bu telâş. Gülmemek için güç tutuyorlardı kendilerini. Kovalev,
karısıyla bakışarak,
-- Ne tuhaf yüzleri var! dedi. Merih'ten gelmişiz gibi bakıyorlar bize.
Bir süre sonra evden ufak tefek, sakalsız, ihtiyar yüzlü, saçları karışık bir
adam çıktı. Yırtık, altın işlemeli terliklerini sürüyerek Kovalev'lere yaklaştı,
soğuk soğuk gülümsedi, dalgın bakışlarını çağrılmadan gelen konuklara dikti.
Kovalev, şapkasını çıkararak,
-- Bay Mihaylov olacaksınız sanırım? dedi. Saygılarımı sunarım... Tarım
Bankasının, çiftliğinizin satışa çıkarıldığını bildiren duyurusunu okuduk, bir
görelim dedik. Belki alırız... Karımla beni gezdirir misiniz zahmet olmazsa...
Mihaylov, bir kere daha soğuk soğuk gülümsedi, kızardı, gözlerini
kırpıştırdı/Şaşkınlıktan başını kaşıyıp zaten karışık olan saçlarını daha da
karıştırdı. Sakalsız yüzünde öyle bir sıkılganlık ifadesi vardı ki, Kovalev ile
Veroçka'sı bakışıp kendilerini tutamadılar, gülümsediler. Mihaylov,
-- Pekâlâ, dedi, emrinizdeyim... Uzaktan mı geliyorsunuz?
-- Konkuvo'dan... Orada yazlıktayız.
-- Yazlıktan mı?.. Hayret!.. Affedersiniz, yataktan yeni kalkmıştık, henüz her
yer karmakarışık, bağışlayın.
Mihaylov, soğuk soğuk gülümseyerek ellerini ovuşturdu, konuklarını evin öte
yanına götürdü. Kovalev gözlüklerini takıp tarihî değerli yapıtları inceleyen
bilgili bir turist tavrıyla çevresine göz gezdirmeye başladı. Önce eski ağır
üslupta, armalı, aslanlı, sıvaları yer yer dökülmüş büyük kagir evi inceledi.
Uzun zamandan beri çatısı boyanmamış, camları temizlenmemiş, merdivenlerinin
basamakları arasında otlar büyümüştü. Her yanı eski, çok eskiydi. Ama ev yine de
hoşuna gitmişti. Her zaman çocuk kalan bir teyze gibi duygulu, alçakgönüllü,
cana yakın bir görünümü vardı. Giriş kapısının önünde, içinde iki ördekle bir
oyuncak kayığın yüzdüğü bir havuz vardı. Aynı boy ve kalınlıkta kayın ağaçlan
kuşatıyordu çevresini.
Kovalev, güneşten gözlerini kısarak,
-- O! dedi, havuz da var. Bu güzel işte. Alabalık var mı
32
içinde?
-- Var, efendim... Bir zamanlar havuz sazanı bile vardı. İçini temizlemeyi
bırakınca hepsi öldü.
Kovalev, bir öğretmen tavrıyla,
-- Yazık, dedi. Havuzu elden geldiğince sık temizlemek gerek. Üstelik dibinden
çıkarılan pislik ve yosun, ekinler için pek yararlı bir gübredir. Vera, burayı
satın alırsak havuzun içine ayaklar üzerine oturan bir kameriyeyle onu kıyıya
bağlayan küçük bir köprü yaptırırız. Böyle bir köprü Prens Afrontov'un köşkünde
görmüştüm.
Veroçka, tatlı tatlı soludu:
-- Sabahları içinde çay içmek ne hoş olur...
-- Haklısın... Şu tepesi sivri kule ne? Mihaylov,
-- Konuk odaları.
-- Ha çöktü ha çökecek... Orayı da yıktırmamız gerekecek.
Ansızın bir kadın hıçkırığı işitildi. KovalevMer sesin geldiği yana baktılar,
tam o sırada pencerelerden birinin kanadı kapandı, kirli camların arkasında
ağlamaktan şişmiş bir çift iri göz görünüp kayboldu. Ağladığı için sıkılmış
olacak, hemen perdenin arkasına gizlenmişti. Mihaylov, zaten buruşuk yüzünü
soğuk gülümsemesiyle daha da buruşturarak,
-- Bahçeyle öteki yapıları da görmek ister misiniz? diye sordu. Gidelim...
Gerçekte önemli olan onlardır...
Ahır ve ambarlan görmek için yürüdüler. Hukukçu, her ambarı bir bir gezip
inceledi, yokladı. Bu işlere yabancı olmadığı belliydi. Çiftliğin kaç dönüm
olduğunu, ahırlardaki hayvan sayısını sordu, ormanların kesilmesine engel
olmadığı için Çar'ı yerdi, bunca gübreyi kullanmadığı için Mihaylov'a çıkıştı...
Konuşurken arada bir de Veroçka'sına bakıyordu. Öteki, tutku dolu bakışlarını
kocasının yüzünden ayırmıyor, içinden, "Ne zekisin, sevgilim!" diye geçiriyordu.
Ahırları dolaşırlarken biraz önceki hıçkırığı yine duydular.
33/3
Veroçka,
-- Bir dakika, dedi, orada kim ağlıyor?
Mihaylov, 'Boşver' der gibi elini salladı, öte yana döndü.
Hıçkırıklar çoğalınca Veroçka,
-- Çok tuhaf, diye mırıldandı. Birini dövüyorlar, kesiyorlar sanki.
Mihaylov,
-- Karım... dedi. Allah yardımcısı olsun.
-- Niçin ağlıyor?
-- Zayıf yaratılışlı bir kadındır. Doğup büyüdüğü yuvasının satılmak üzere
olduğunu görmek dokunuyor ona.
Veroçka,
-- Madem istemiyor niçin satıyorsunuz siz de?
-- Ben satmıyorum ki, bayanım, banka...
-- Sattırmayın, niçin engel olmuyorsunuz satmalarına? Mihaylov, şaşkınlıkla
Veroçka'nın yüzüne baktı, omuz
silkti.
-- Faizleri ödeyemiyoruz, dedi. Her yıl iki bin ruble! Nerede bulalım bu parayı?
İster istemez susuyoruz. Kadınlar böyle şeylere dayanamıyorlar. Yuvasını,
çocuklarını, beni bu durumda görmek üzüyor onu... Hizmetçi takımından da
utanıyor ayrıca... Havuzun başında konuşurken şunu yıktırmak, buraya şöyle bir
şey yaptırmak gerekecek diyordunuz. Bıçak gibi saplanmıştır yüreğine
sözleriniz...
Dönüşte evin yanından geçerlerken Bayan Kovaleva, pencerede, saçları dibinden
kazınmış bir lise öğrencisiyle iki kız çocuğu gördü. Mihaylov'un çocuklarıydı
bunlar. Alıcılara bakarak acaba ne düşünüyorlardı? Kafalarından geçenleri
Veroçka anlıyordu...
Kente gitmek için arabaya bindiklerinde taze sabah da, şirin çiftlik hayâlleri
de tüm çekiciliklerini kaybetmişlerdi. Kocasına dönerek,
-- Çok acı bir durum! dedi. İki bin rubleyi verip onları kurtarsak daha iyi
ederdik gibime geliyor! Satılmazdı zavallı
34
ların çiftliği, yuvalarından olmazlardı. Kovalev, gülümsedi.
-- Ne de akıllısın ya, yavrum! Ben de acıyorum, ama suç onların. Çiftliklerini
ipotek ettirmelerini kim söyledi onlara? Niçin hiç ilgilenmediler topraklarıyla?
Acımaman böylelerine! Bu toprağı kafalarıyla işleselerdi, bilimsel tarım
yapsalardı... hayvancılığa, şuna buna hakkını verselerdi, pekâlâ
yaşayabilirlerdi burada... Allanın tembelleri, yemiş, içmiş, yatmışlar...
Muhakkak sarhoşun, kumarbazın biridir. Suratını görmedin mi? Karısının da
giyime, kuşama, süse müse düşkün şıllığın biri olduğuna kalıbımı basarım.
Bilirim böylelerini!
-- Nerden bilirmişsin bakalım?
-- Bilirim işte! Faizi ödeyemiyormuş beyefendi. İki bin rubleyi böyle bir
çiftlikten nasıl çıkaramaz insan! Bilimsel bir tarımcılık yapsaydı... toprağı
gübrelese, hayvancılığa hakkını verseydi... iklim koşullarını, ekonomik durumu
iyi hesap etseydi bu parayı bir dönümden bile çıkarması işten değildi!
Yol boyunca hep konuştu Kovalev. Karısı dinliyor, her söylediğinin doğru
olduğuna bütün kalbiyle inanıyordu. Ama sabahki neşesini bir türlü bulamadı.
Mihaylov'un soğuk gülümsemesiyle pencerede bir an görünüp kaybolan ağlamaktan
şişmiş bir çift iri göz aklından çıkmıyordu.
Birkaç gidip gelmeden sonra kocası onun drahomasıyla Mihaylova çiftliğini satın
alınca üzüntüsü bir kat daha arttı... Mihaylov'un ailesiyle birlikte arabaya
binip bunca yıl yaşadıkları yuvalarını ağlayarak bırakıp gidişlerini görür gibi
oluyordu hep. Hüznü ve insanî yanı derinleştikçe gözünde kocası değerini
yitiriyordu: Kendine aşırı bir güvenle akla yatkın tarımdan söz ediyor, sürüyle
kitap ve dergi getirtiyor, Mihaylov'un işbilmezliğiyle alay ediyordu. Tarımcılık
üzerine konuşmaları, sonunda düşüncesiz, sıkılmak bilmez bir övünme alışkanlığı
olup çıktı...
-- Göreceksin! diyordu, Mihaylov değilim ben, bu işin nasıl yapılacağını herkese
göstereceğim! Göreceksin!
Kovalev'ler, Mihaylov'lardan boşalan çiftliğe geldiklerinde Veroçka'nın gözüne
ilk çarpan şunlar oldu: Çocuk eliyle yazıldığı belli ders notlan, başı kopmuş
bir oyuncak bebek, yerdeki ekmek kırıntılarını gagalayan bir arı kuşu ve duvarda
tebeşirle 'Pis Nataşa' yazısı... Başkalarının derdini unutabilmek için çok şeyi
boyamak, değiştirmek ya da kırmak gerekecekti...









LNİŞANLI KIZ
Gecenin onu olmuştu. Parlak bir mehtap vardı dışarıda. Büyükanne Marfa
Nikolayevna'nm, rahmetli kocasının ruhuna okuttuğu dua yeni bitmişti. Biraz hava
almak için bahçeye çıkan Nadya, salonda yemek hazırlıklarının yapıldığını, allı
pullu ipek giysisiyle büyükannenin ortalıkta koşuştuğunu görüyordu. Kilisenin en
kıdemli papazı Peder Andrey ise, Nadya'nın annesi Nina İvanovna'yla birşeyler
konuşuyordu. İyice aydınlatılmış salonda, camların ardında daha bir genç
görüyordu annesini şimdi Nadya. Hemen yanlarında Peder Andrey5 in, oğlu Andrey
dikiliyor, dikkatle onları dinliyordu.
Bahçe sessiz, serindi. Kara gölgeler yerde hareketsiz yatıyorlar, yalnızca
uzaklarda, pek uzaklarda, belki de kentin öte yanında kurbağaların bağırtılan
işitiliyordu. Mayıs, kişinin içine bir sıcaklık salan mayıs hissediliyordu her
yanda! Kişi daha bir rahat soluyor; buralardan pek uzaklarda, gökkubbe altında
bir yerde, ağaçların üzerinde, kentin dışındaki kırlarda, ormanlarda günahkâr
basit insanların anlayamayacağı esrarlı, hoş, neşeli ve kutsal ilkbahar
yaşantısının doğmakta olduğunu düşünmek geliyordu içinden. Neredeyse ağ
"layacaktı Nadya.
Daha yirmi üç yaşındaydı. On altı yaşından bu yana hep evlenmeyi, bir yuva
sahibi olmayı hayâl etmişti. Ve şimdi salonda annesiyle Peder Andrey'in yanında
dikilip onları dinleyen Andrey Andreyiç'in nişanlısıydı. Kocası olacak erkekten
hoşlanıyordu. Yedi temmuzda düğünleri olacaktı ya, nedense sevinemiyordu.
Geceleri rahat Uyuyamıyordu; tüm neşesi uçup gitmişti... Mutfağın bulunduğu
bodrum katının açık penceresinden, içeride büyük bir telaş olduğu işitiliyor;
çatal kaşık, hızla kapatılan kapı sesleriyle, kızartılmış hindi, vişne
37
turşusu kokusu geliyordu. Bunun hep böyle sürüp gideceği, en küçük bir
değişikliğin olmayacağı duygusu vardı Nadya' nın içinde nedense.
İşte biri evden çıkıp merdivenin başında durdu. On gün önce Moskova'dan gelen
konuklan Aleksandr Timofeiç, ya da kısaca Saşa'ydı bu. Yıllarca önce,
büyükanneye yardım almak için Mariya Petrovna adında ufak tefek, sıska,
hastalıklı, yoksul düşmüş, soylu, dul bir kadın gelip giderdi. Bu kadının Şaşa
diye bir de oğlu vardı. Nedense herkes bu çocuğun sanatçı bir yaratılışı olduğu
inanandaydı. Saşa'nın annesi ölünce büyükanne sevap kazanmak için onu Moskova'da
polis okuluna yatırmıştı. İki yıl sonra Şaşa bu okulu bırakarak güzel sanatlar
okulunun mimarî bölümüne girmiş, ancak on beş yılda, o da şöyle böyle,
bitirebilmişti. Hayata atıldıktan sonra mimarlığı da bırakmıştı. Moskova'da, taş
basma yapan bir atölyede çalışıyordu şimdi. Hemen hemen her yaz, son derece
bitkin bir durumda, dinlenmek ve biraz iyileşmek için büyükanneye gelirdi.
Üstünde düğmeleri iliklenmiş bir ceketle, eski, bol paçalı, keten bir pantolon
vardı. Gömleği ütüsüzdü. Pek bitkin bir hali vardı. Son derece zayıf; iri gözlü,
uzun kuru parmaklı, sakallı, esmer olmasına karşın, yine de yakışıklıydı.
Şumihin'lere baba evi gibi alışmıştı, içlerinde kendisini hiç yabancı
hissetmezdi. Geldiği yazlar kaldığı odanın adı bile çoktandır 'Saşa'nın
odası'ydı.
Merdivenin başında dikilirken bahçedeki Nadya'yı görüp yanına gitti.
• -- Buraları çok güzel, dedi.
-- Tabii. Sonbahara kadar kalmalısınız.
-- Sanırım öyle olacak. Eylüle kadar kahrım bekli. Nedensiz gülümsedi Şaşa ve
Nadya'nın yanına oturdu.
Öteki: -- Oturmuş, annemi seyrediyordum, dedi. Olduğundan bir o kadar daha genç
ve güzel görünüyor böyle.
Bir an sustuktan sonra ekledi:
38
-- Annemin bazı zayıf yanları var kuşkusuz, ama yine de bulunmaz bir kadındır.
-- Haklısınız, iyidir... dedi Şaşa. Anneniz bir kadın olarak gerçekten de pek iyi
yürekli, sevimlidir, ama... nasıl söyleyeyim? Bu sabah erken kalkmıştım, mutfağa
gittim. Dört hizmetçi de yerde yatıyorlardı. Karyolaları yoktu, döşek yerine de
eski püskü birşeyler vardı. İğrenç bir koku vardı içerde, bit ve tahtakurusundan
geçilmiyordu... Yirmi yıl önce de böyleydi, şimdi de böyle. En küçük bir
değişiklik yok. Büyükanneyi bırakın hadi, yaşlı kadındır, bilmez; ya anneniz?
Fransızca konuşuyor, tiyatroya gidiyor. Birazcık da anlayışlı
olması gerekirdi.
Dinleyicisinin önünde iki uzun ince parmağını uzatarak
konuşuyordu Şaşa.
-- Buradaki her şey pek garibime gidiyor, diye devam etti. Herkes sırtüstü
yatmış, armut piş, ağzıma düş, bekliyor. Anneniz sabahtan akşama kadar bir
kontes gibi dolaşıyor sadece. Büyükanne de boş oturuyor. Hatta siz bile.
Nişanlınız Andrey Andreyiç'in de bir şey yaptığı yok.
Nadya, geçen yıl da, ondan önceki yıl da, daha önceki yıllar da dinlemişti
bunları. Saşa'nın başka türlü düşünemeyeceğini biliyordu. Onun bu çeşit
sözlerine güler geçerdi önceleri, ama şimdi, nedense bir sıkıntı düşmüştü içine.
Ayağa
kalkarak,
-- Yıllardan beri dinliyoruz bunları, dedi. Başka birşeyler bulup konuşamaz
mısınız siz?
Şaşa gülümsedi, o da ayağa kalktı; eve doğru yürümeye başladılar. Uzun boylu,
güzel yapılı Nadya yanında yürürken, daha bir sağlıklı, daha güzel giyimli
görünüyordu Şaşa. O da fark etti bunu ve acıdı Saşa'ya, içi bir tuhaf oldu:
-- Çok boş konuşuyorsunuz, dedi. Örneğin, Andrey'im hakkında düşündüklerinizi
söylediniz az önce, oysa daha hiç
tanımıyorsunuz onu.
-- Andrey'! mi... Umurumda değil Anderyiniz. Sizin
gençliğinize, canlılığınıza acıyorum ben.
39
Salona girdiklerinde herkes masadaki yerini almak üzereydi. Büyükanne, ya da
evdeki adıyla 'Babiş', pek şişko, çirkin, kalın kaşlı, bıyıklı bir ihtiyardı.
Daima yüksek sesle konuşurdu. Sesinin tonundan, yüzünün anlatımından evde en
büyüğün o olduğunu hemen anlamak hiç de güç değildi. Çarşıda birkaç dükkânı
vardı. Büyük, eski ev de bahçesiyle birlikte onundu. Ama o yine de her sabah,
Tanrının onu yoksul düşmekten koruması için dua eder, ağlardı. Gelini Nina
İvanovna Nadya'nın annesi, burundan sıkma gözlüklü, parmaklan pırlanta yüzük
dolu bir sarışındı. Peder Andrey, zayıf, dişsizdi. Yüzünde, pek gülünç bir şey
anlatmaya hazırlanıyormuş gibi garip bir anlatım vardı. Nadya'nın nişanlısı
Andrey Andreyiç ise şişmanca, sanatçı ya da artistinkileri andıran kıvırcık
saçlarıyla oldukça yakışıklı bir gençti. Üçü hipnotizma üzerine konuşuyorlardı.
Babiş, Saşa'ya dönerek,
-- Bir haftaya kalmaz, düzelirsin burada, dedi. Yeter ki biraz bol ye. Neye
benziyorsun bu halinle? derin bir iç geçirdi İnsanlıktan çıkmışsın! Yolunu
şaşırmış çocuklardan farkın yok.
Peder Andrey, güleç gözlerle tane tane konuşarak,
-- Mel'un, babasının varını yoğunu iç ettikten sonra vardı gitti akılsız
hayvanların arasına çöp gibi kurumaya... diye söylendi.
Andrey Andreyiç, babasının omzunu okşayarak,
-- Babacığımı pek severim, dedi. Bulunmaz bir ihtiyardır, tertemiz bir yüreği
vardır.
Bir an herkes sustu. Şaşa, peçeteyi ağzına götürerek birdenbire gülmeye başladı.
Peder Andrey, Nina İvanovna'ya,
-- Demek ki hipnotizmaya inanıyorsunuz? diye sordu. Beriki, yüzüne ciddi, hatta
sert bir ifade takınarak,
-- Kesin olarak inandığımı söyleyemem, dedi. Ama, doğanın esrarlı, anlaşılamayan
birçok yanları olduğu da su götürmez bir gerçek bence.
40
-- Sizinle aynı fikirdeyim. Ancak şunu da biliyorum ki, din, esrarlı, anlaşılmaz
sandığımız birçok şeyi açıklar bize.
Kocaman, yağlı bir kızartılmış hindi getirdiler masaya. Peder Andrey ile Nina
İvanovna konuşmalarına devam ediyorlardı. Pırlantalar parıldıyordu Nina
İvanovna'nın parmaklarında. Biraz sonra gözlerinde yaşlar parıldamaya başladı,
heyecanlanmıştı:
-- Her ne kadar sizinle bir tartışmaya girmeye cesaretim yoksa da, dünyada esrarı
çözülememiş çok şey var, diyeceğim, yine de!
-- İnanın ki, bir tek şey bile yok.
Yemekten sonra Andrey Andreyiç, Nina İvanovna'nın piyanoda eşliğiyle, keman
çaldı. Edebiyat fakültesini bundan on yıl önce bitirdiği halde, hiçbir yerde
çalışmıyordu. Arasıra, hayır için düzenlenen konserlerde keman çalmaktan başka
belli başlı bir işi yoktu. 'Artist' derlerdi ona kentte.
Andrey Andreyiç, çalıyor, herkes sessizce onu dinliyordu. Masada semaver
kaynıyordu ya, Şaşa'dan başka çay içen yoktu. Saat on ikide birdenbire kemanın
teli koptu; herkes gülümsedi, vaktin geç olduğunu öğrenince kalkmaya
hazırlandılar.
Nadya, nişanlısını geçirdikten sonra, annesiyle birlikte olduğu üst kata çıktı
(alt kat büyükanneye aitti). Salonun ışıklarım söndürmeye başlamışlardı. Şaşa
ise oturmuş, hâlâ çay içiyordu. Daima uzun uzun, Moskova usulü, bir oturmada
yedi sekiz bardak içerdi çayı. Soyunup yatağına girdikten sonra uzun süre, aşağı
katta hizmetçilerin takımları toplayışından çıkan gürültüyü, büyükannenin
söylenişini dinledi Nadya. Sonunda her şey sustu. Aşağı kattaki odasında
Saşa'nın, kalın sesiyle öksürdüğü işitiliyordu sadece, arada bir.
Nadya uyandığında saat beş olmalıydı, hava yeni yeni aydınlanmaya başlamıştı
çünkü. Uzaklardan bir bekçinin ayak sesleri geliyordu. Canı uyumak istemiyordu,
uykusu kaçmıştı. Yatakta uyanık durmak da hoş değildi. Eski mayıs gecele
41
rinde yaptığı gibi, yatağının içinde bağdaş kurup düşünmeye başladı. Bir önceki
gece düşündüklerini düşünüyordu yine. Andrey Andreyiç'in ona kur yapmaya
başladığı zamanlan, evlenme önerisini kabul edişini, bu iyi yürekli, zeki gencin
değerini zamanla daha iyi anladığını hatırlatan hep birörnek, gereksiz bir sürü
düşünce üşüşmüştü kafasına. Düğüne bir aydan daha kısa bir zaman kaldığı bu son
günlerde, nedense bir korku, bir huzursuzluk düşmüştü içine. Önceden bilinemeyen
pek ağır bir şey bekliyordu onu sanki. Bekçinin ayak sesleri yaklaşıyordu:
"Tik, tok... Tik, tok..."
Geniş pencereden bahçe, daha ötede gecenin serinliğinden uykulu, solgun leylâk
ağacı görünüyor; koyu, beyaz bir sis, örtmek için sessiz sessiz ona yaklaşıyor;
ötelerde kargalar uykulu uykulu gaklıyordu.
-- Allahım, niçin sıkılıyor canım bu kadar? Düğünden önce her nişanlı kız böyle
olurdu belki de. kimbilir! Yoksa Saşa'nın etkisi mi vardı bunda? Ama kaç yıldır
aynı şeyleri söyler o, hem konuşurken de garip, anlaşılmaz bir hali vardır.
Bütün bunlara karşın, aklını yitirmemesi de şaşılacak şeydi doğrusu Saşa'nın!
Bekçinin ayak sesleri çoktandır işitilmiyordu artık. Pencerenin dibinde, bahçede
kuşlar cıvıldamaya başlamıştı. Sis dağılmış, gülümseme gibi tatlı bir aydınlığa
bürünmüştü çevre. Biraz sonra, güneşin ışıtmasıyla canlandı bahçe; çiy taneleri
yapraklarda elmas taneleri gibi parıldamaya başladı. Uzun zamandır bakımsız
kalan bahçe, genç, görkemli bir görünüm kazandı.
Babiş de uyanmıştı. Şaşa, kalın sesiyle öksürüyordu. Salondan, semaverin
kurulma, sandalyelerin düzeltilme sesleri geliyordu.
Nedense pek yavaş geçiyordu saatler. Nadya kalkıp penceresinden bahçeyi
seyretmeye başlayalı hayli zaman olduğu halde, hâlâ sabahtı.
İşte, ağlamaktan gözleri şişmiş Nina İvanovna, elinde
42
maden suyu dolu bardağıyla göründü. Ruh çağırmayla, omeopatiyle uğraşır, çok
okur, kafasına takılan kuşkular üzerinde konuşmayı pek severdi. Nadya, bunları
derin, anlamlı şeyler sanırdı. Annesinin elini öpüp yanısıra merdivenlerden
inmeye başladı:
-- Niçin ağladın, anne?
-- Bir ihtiyarla kızım anlatan uzunca bir öykü okuyordum dün akşam. İhtiyar, bir
yerde çalışıyordu; amiri de kızına tutkun. Sonuna kadar okuyamadım ya, bir yeri
vardı tutamadım kendimi, ağladım.
Nina İvanovna bir yudum maden suyu içtikten sonra ekledi:
-- Demin yine aklıma geldi, yine ağladım. Nadya, bir an sustuktan sonra,
-- Bugünlerde benim de çok canı sıkılıyor, dedi. Geceleri gözüme niçin uyku
girmiyor dersin?
-- Bilmem ki, canım. Uyuyamadığım geceler gözlerimi sıkı sıkı kapar, işte şöyle,
Anna Karenina'yı getiririm gözümün önüne. Yürüyüşünü, konuşmasını .canlandırırım
kafamda. Bazan, tarihten bir olayı düşündüğüm de olur...
Nadya, annesinin onu anlamadığını, anlayamayacağını
sezinliyordu..Bu.duygu,ömründe ilk kez yer ediyordu onda. İçine bir yılgı
düşmüş; her şeyden kaçmak, gizlenmek istiyordu. Koşarak odasına çıktı.
Saat ikide öğle yemeğine oturdular. Çarşamba, oruç günüydü. Büyükanneye pancar
çorbasıyla balıklı pilav getirdiler.
Şaşa, büyükanneyi kızdırmak için, oruç günlerinde yenmesi günah olan etli
çorbayla pancar çorbasını birlikte yiyordu. Yemek süresince durmadan şaka
yapmaya, çevresindekileri güldürmeye çalışıyordu ya, pek başarılı olamıyordu bu
çabaları. Gülünç bir şey söylemeye hazırlanırken son derece uzun, ölününkiler
gibi kupkuru parmaklarını havaya kaldırdığında çok hasta olduğu, belki de bu
dünyada günlerinin sayılı olduğu düşüncesi aklına geliyormuş gibi, yüreğine bir
so
43
ğukluk giriyor, yüzü acıklı, elemli bir anlatımla kaplanıyor; dokunsalar
ağlayacak gibi oluyordu.
Yemekten sonra büyükanne dinlenmek için odasına çekildi. Nina İvanovna da biraz
piyano çaldıktan sonra gitti.
Alışılmış yemek sonrası söylevine başladı hemen Şaşa:
-- Ah, sevgili Nadya, beni dinleseydiniz!
Nadya eski bir koltuğa iyice gömülmüş, gözlerini kapamıştı. Şaşa odanın içinde
bir köşeden öteki köşeye sessiz adımlarla gidip geliyordu:
-- Öğrenim yapmaya gitseydiniz! Öğrenim görmüş, aydın, kutsal kişilerdir sadece
topluma gerekli olanlar. Böyleleri ne kadar çoğalırsa, yeryüzü Tanrının
cennetine o kadar daha benzeyecektir. O zaman kentiniz yavaş yavaş değişecek,
tersyüz olacak, her şey sihirli bir değnek dokunmuşçasına, tanınmaz bir durum
alacaktır. Pek büyük yapılar, cennet gibi bahçeler, görülmemiş fıskiyeler,
tertemiz yürekli insanlar dolduracaktır buraları... Ama yine de önemli olan bu
değil. Bu toplumun değişmesi, herkes inanacağı, niçin yaşadığını bileceği, kimse
kendinden önce başkasına güvenmeyeceği için en büyük kazanç, şimdi her yanı
dolduran bu kötülüklerin ortadan kalkması olacaktır. Sevgili, temiz çocuk, gidin
buralardan! Bu durgun, sıkıcı, günahkâr yaşantıdan kaçın; ondan bıktığınızı
gösterin herkese. Öz benliğinizi bulun!
-- Olamaz, Şaşa, evleniyorum.
-- Eh... Bırakın evlenmeyi şimdi! Başka zorunuz yok mu?
Bahçeye çıkıp biraz yürüdüler. Şaşa devam ediyordu:
-- Bu avare yaşantınızın ne derece boş, pis, töredışı olduğunu iyice düşünmeli,
anlamalısınız canım. Siz de, anneniz de, Babiş'iniz de bir şey yapmıyor, hep boş
oturuyorsunuz. Öyleyse sizin için başkaları çalışıyordur demek oluyor bu. Sizler
onların emeğini, hayatlarını tüketiyorsunuz. Bu, iğrenç, bayağı bir şey değil de
nedir?
"Haklısınız," demek istiyordu Nadya; tam bunları anladığını söylemeye
hazırlanıyordu ki, gözleri doldu, durgunlaştı,
44
titremeye başladı ve kalkıp koşarak odasına gitti.
Akşam üzeri Andrey Andreyiç geldi. Her zamanki gibi uzun süre keman çaldı. Pek
konuşkan bir insan değildi. Belki de çalarken susmak zorunda olduğu için kemanı
bu denli seviyordu. On birde, serinlik olduğu için pardösüsüyle eve dönerken
kapıda Nadya'yı kucaklayıp omuzlarım, ellerini tutkuyla öpmeye başladı. Bir
yandan da,
-- Sevgilim, bir tanem, güzelim!., diye mırıldanıyordu. Oh, ne mutluyum
bilemezsiniz! Başım dönüyor mutluluktan!
Bu sözleri önceleri yine duyduğunu, ya da bir yerde okuduğunu düşünüyordu
Nadya... Eski, yırtık, rengi sararmış, çoktandır bir kenara atılmış bir romanda.
Salonda Şaşa masanın başına oturmuş, uzun ince parmaklan üzerine fincan tabağını
yerleştirmiş, çay içiyordu. Babiş fal bakıyor, Nina İvanovna okuyordu. Nadya,
nişanlısını yolcu ettikten sonra odasına çıkıp yattı, hemen uykuya daldı. Ama
bir önceki gece olduğu gibi, daha hava yeni aydınlanmaya başlamışken uyanmıştı.
Uyumak istemiyordu canı. İçinde dayanılmaz bir ağırlık, heyecan vardı.
Yatağında, başını dizlerinin üzerine koyarak oturmuş; nişanlısını, düğününü
düşünüyordu... Nedense,,annesinin, ölen kocasını hiç sevmediğini, şimdi de
parasız pulsuz, kaynanasının boyunduruğu altına girmek zorunda kaldığını
fısıldıyordu kulağına bir ses. Ne kadar düşündüyse, annesini şimdiye dek
herkesten başka, olağanüstü bir kadın bilmesine; onun basit, olağan, mutsuz bir
kadın olduğunu görememesine bir anlam veremedi.
Aşağı katta Şaşa da uyumuyordu. Kesik kesik öksürük sesi gecenin sessizliğinde
pek derinden işitiliyordu. Ne garip, saf adam, diye düşünüyordu Nadya. Anlattığı
cennet bahçeleri, görülmemiş fıskiyelerde olmayacak, pek aptalca birşeyler
varmış gibi geliyordu ona. Ama onun bu aptalca düşüncelerinde, hatta saflığında
yine de o denli güzel, çekici bir şey vardı ki, öğrenim yapmaya gitse nasıl olur
acaba? diye düşünmeye bile başlamıştı Nadya. Yüreği küt küt vuruyor, içi'bir
45
hoş oluyor, heyecanlanıyordu.
-- Düşünmemek daha iyi, düşünmemek daha iyi... diye mırıldandı kendi kendine.
Böyle şeyler düşünmemeliyim.
Uzaktan bekçinin ayak sesi geliyordu: "Tik, tok... tik, tok... tik, tok..."
Haziranın ortalarında Saşa'nın canı birdenbire sıkılmaya başladı. Moskova'ya
yolculuk hazırlıklarını tamamlarken sıkıntılı sıkıntılı,
-- Bu kentte kalamam artık, diyordu. Ne su var bu kentte, ne de kanalizasyon!
Ağzıma bir lokma yemek koymaya iğreniyorum; mutfakta pislik diz boyu...
Büyükanne, nedense alçak sesle, kandırmaya çalışıyordu onu:
-- Biraz daha kal, yavrum! Ayın yedisinde düğün olacak!
-- İstemem.
-- Hani eylüle kadar kalacaktın!
-- Kalmayacağım. Çalışmam gerek!
Islak ve serin bir yaz başlamıştı. Ağaçlar nemli, bahçede her şey hüzünlüydü.
Gerçekten de çalışmak istiyordu kişinin canı. Evin tüm odalarında tanıdık
olmayan kadın sesleri çınlıyor, büyükannenin odasındaki dikiş makinesi durmadan
çalışıyordu: çeyizi hazırlamaya çalışıyorlardı. Nadya'nın çeyizinde,
büyükannenin söylediğine göre, en ucuzu üç bin ruble değerinde yedi tane kürk
vardı sadece! Evdeki telâş sinirlerini bozuyordu Saşa'nın. Odasında oturuyor,
durmadan diş gıcırdatıyordu. Kalması için herkes yalvarıyordu ona. Sonunda,
temmuzun birinden önce gitmeyeceğine söz verdi.
Zaman pek çabuk geçiyordu. 'Petrov Günü' öğleden sonra Andrey Andreyiç ile
Nadya, kendilerine kiralanıp hazırlanan evi bir daha görmek için Moskova
Sokağına gittiler. İki katlı bir evdi bu. Ancak ikinci katını hazırlamayı
yetiştirebilmişlerdi. Salonun döşemesi cilalanmış, pırıl pırıldı. Viyana stili
sandalyeler, piyano, keman çalarken notaları koymak
46
için çatkı... her şey yerli yerindeydi. Taze boya kokuyordu içerisi. Altın
çerçeveli, yağlıboya bir tablo vardı duvarda: sapı kırılmış mor bir vazonun
yanında ayakta duran çıplak bir
kadın.
Andrey Andreyiç saygıdan derin bir soluk alarak, -- Pek hoş bir tablo, dedi.
Şişmaçevskiy1 indir. Sonra, ortasında yuvarlak bir masa duran konuk odasına
geçtiler. Masa, kanepe ve koltuklar parlak mavi bir kumaşla kaplıydı. Kanepenin
arkasındaki duvar, Peder Andrey'in nişanlarıyla kaplıydı; bir de din
giysileriyle çektirdiği bir portresi asılıydı. Oradan, her şeyi tamam yemek
odasına geçtiler. Daha sonra, loş yatak odasına girdiler. İki karyola yan yana
kurulmuştu. Bu odayı döşeyenler, burada daima mutluluğun egemen olacağını, başka
türlü bir yaşantının kapıdan içeri giremeyeceğini göz önünde tutarak döşemişlerdi
sanki. Andrey Andreyiç, nişanlısına odaları bir bir gösteriyor,
elini belinden hiç çekmiyordu. Nadya kendisini zayıf, suçlu hissediyor, bütün bu
odalardan, karyolalardan, koltuklardan, tablodaki çıplak kadından nefret
ediyordu. Andrey Andreyiç'e olan sevgisini artık yitirdiğini anlamıştı. Belki de
hiç sevmemişti onu. Ama kime, nasıl söyleyecekti bunu? Gündüz gece hep
onu,düşündüğü halde, şimdiye dek niçin anlayamamıştı nişanlısını sevmediğini?..
Andrey Andreyiç kolunu beline dolamış, kulağına tatlı sözler fısıldıyordu. Kendi
evinde, yarın karısı olacak kızla dolaşırken pek mutlu olduğu belliydi. Ama
Nadya bütün bunlarda sadece basitlik; aptalca, saf, sıkıcı, dayanılmaz bir
bayağılık görüyordu. Beline dolanan kol, sert, soğuk bir demir çember gibi
geliyordu ona. Kaçmaya, avazı çıktığınca bağırmaya, pencereden aşağı atlamaya
her an hazırdı. Andrey, banyoya götürdü onu, duvarın içine yerleştirilmiş
musluğu çevirdi; birdenbire su akmaya
başladı.
-- Nasıl? dedi Andrey. Yüz kova su alabilecek bir depo
yaptırdım tavan arasına. Her an suyumuz olacak.
Dışarı çıkıp avluyu gezdiler, sokağa çıkıp bir araba kira
47
layarak eve yollandılar. Rüzgâr, koyu toz bulutlarını öteye beriye savuruyor,
her an yağmur bekleniyordu. Andrey Andreyiç, tozdan gözlerini kısarak,
-- Üşüyor musunuz? diye sordu.
Nadya susuyordu. Andrey bir süre yanıt bekledikten sonra,
-- Hatırlıyor musunuz? dedi, çalışmadığım için sitem etmişti bana Şaşa, dün
akşam. Haklı! Hiçbir şey yaptığım yok, yapamam da. Niçin acaba, sevgilim? Bir
gün alnıma kokartımı takıp çalışmaya gidebileceğimi düşünmek bile niçin
iğrendiriyor beni? Niçin bir avukat, Latince öğretmeni ya da belediye memuru
görünce rahatsız oluyorum? Hey anayurdum Rusya! İşsiz güçsüz, bir şeye yaramayan
ne de çok evlâdın var! Benim gibi çilekeş ne çok insan barınıyor koynunda!
Andrey Andreyiç, çalışmamanın genelliğini, bu durumun zamandan ileri geldiğini
göstermeye uğraşıyordu.
-- Evlendikten sonra, diye devam etti, köye gider, orada çalışırız, sevgilim!
İçinden dere geçen küçük bir çiftlik alır, var gücümüzle çalışırız... Ne mutlu
olacağız sizinle!
Şapkasını çıkarmış, saçlarını rüzgâra koyvernıişti. Nadya onu dinliyor, bir
yandan da şöyle düşünüyordu: "Tanrım! Bir an önce evde olmak istiyorum! Tanrım!"
Bahçenin girişinde Peder Andrey'e yetiştiler. Andrey Andreyiç, şapkasını
sallayarak sevinçli bir sesle,
-- Bakın, babam da size gidiyor! dedi. Ve arabacıya parasını verirken,
-- Babamı pek severim, diye ekledi. Gerçekten, can bir ihtiyardır. Üzerine
yoktur.
Konukların geç vakte kadar oturacaklarını; onlarla ilgilenmesinin,
gülümsemesinin, keman ve bir sürü ipe sapa gelmez saçmalıklar dinlemesinin, hep
düğünden konuşmasının gerektiğini bildiği için eve girdiğinde Nadya'nın canı son
derece sıkkındı. Allı pullu ipek giysilerinin içinde kurulan büyükanne,
konukların yanında her zaman takındığı kibirli tavrıyla semaverin başında
oturuyordu. Peder Andrey, dudakların
48
da kurnaz bir gülümsemeyle içeri girdiğinde büyükanneye yönelerek,
-- Sizi sağlıklı görmekle büyük sevinç ve yüreğime su serpen bir teselli
duymaktayım, dedi.
Şaka mı yoksa ciddi mi konuştuğunu anlamak güçtü.
Rüzgâr kapıları pencereleri takırdatıyor; her yandan ıslık sesi geliyor, evin
meleği sobanın içinde içli şarkısını söylüyordu. Geceyarısı, saat birdi. Evde
herkes yatmıştı ya, henüz kimse uykuya dalmamıştı. Alt katta biri keman
çalıyormuş gibi geliyordu Nadya'ya. Keskin bir gürültü işitildi: Pancurlardan
biri kopmuş olmalıydı. Bir dakika sonra Nadya'nın odasına elinde bir mumla Nina
İvanovna girdi:
-- Ne vurdu öyle, Nadya?
Bu rüzgârlı gecede örgülü saçları, ürkek gülürrisemesiyle annesi daha bir yaşlı,
çirkin ve bodur göründü ona. Yakın zamana kadar onu gözünde nasıl da büyüttüğünü,
ağzından çıkan her sözü nasıl gururla dinlediğini hatırladı
nedense. Bu sözlerden hiçbiri yoktu aklında şimdi.
Sobadaki şarkıya birkaç kalın ses daha katıldı. Hatta "Aaaah, Allahım!" gibi bir
de ses işitildi. Nadya karyolasında oturuyordu. Birden başını avuçlarının içine
alıp hıçkırarak ağlamaya başladı.
-- Anneciğim, anneciğim, diyordu. Kalbimi bir bilsen, anneciğim! Yalvarırım,
ayaklarına kapanırım, bırak beni gideyim buradan! Yalvarırım, ne olur!
Nina İvanovna şaşırmıştı. Karyolanın kenarına ilişerek,
-- Nereye? diye sordu. Nereye gideceksin?
Uzun uzun ağladı Nadya. Hıçkırıklar konuşmasına engel oluyordu. Sonunda, biraz
açıldıktan sonra,
-- Buradan gitmeme izin ver, dedi. Düğün olmamalı, olmayacak da, anladın mı? Onu
sevmiyorum... adını bile etmek istemiyor canım.
Çok korkmuştu Nina İvanovna. Çabuk çabuk konuşarak,
Besleme
49/4
-- Olmaz, yavrum, dedi, çıkar bunu aklından. Biraz sakinleş, göreceksin kendin de
güleceksin bu söylediklerine. Yorgunluktan sinirlerin bozuldu. Olur böyle
şeyler. Bir konuda atıştınız Andrey'le herhalde. Daima öyledir sevgililer, ama
sonra barışırlar, her şeyi unutuverirler hemen.
Nadyâ hıçkırarak ağlıyordu:
-- Git yanımdan anne, git!
Biraz bekledikten sonra Nina İvanovna,
-- Ah, yavrum, dedi. Daha dün bir bebektin, sonra büyüdün, genç kız oldun, şimdi
yuva kurmaya hazırlanıyorsun. Doğada hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Göz açıp
kapayana dek bakacaksın anne, hatta büyükanne olmuşsun. Senin de böyle hırçın
bir kızın olacak.
-- Sevgili anneciğim, akıllısın, biliyorum, ama mutsuz, çok mutsuzsun da. Niçin
boş konuşuyorsun? Niçin?
Bir şey söylemek için ağzını açtı Nina İvanovna, ama hıçkırik boğazında
düğümlendiği için söyleyemedi, ağlayarak çıkıp odasına gitti. Sobadaki sesler
yine başladılar, birdenbire korkunç, ürküntü verici bir şey dolmuştu odaya.
Nadya aceleyle karyolasından atlayıp annesinin yanına koştu. Gözleri yaşlı Nina
İvanovna yatağına girmiş, mavi battaniyesini göğsünün üzerine kadar çekmiş,
elinde bir kitap tutuyordu.
-- Anne, beni dinle, dedi. Yalvarırım iyi düşün ve anla beni! Yaşantımızın ne
denli anlamsız ve bayağı olduğunu anla yeter. Gözlerim açıldı artık, şimdi her
şeyi bütün çıplaklığıyla görebiliyorum. Andrey Andreyiç'in ne mal olduğunu da
biliyorum. Sandığınız gibi zeki biri değil o, anne! Tanrım, bir aptal o, bir
aptal!
Nina İvanovna, aceleci bir hareketle yatağının içinde oturdu. Hıçkırarak,
-- Büyükannen de sen de çok üzüyorsunuz beni! dedi. Ben .de yaşamak istiyorum
oysa! Yaşamak!
Yumruğuyla iki kere göğsüne vurduktan sonra devam etti:
-- Biraz özgürlük de bana verin! Daha gencim, ben de 50
yaşamak istiyorum, hakkım değil mi bu? Çöktürdünüz beni
siz!..
Acı acı ağlamaya başlamıştı. Battaniyenin altına girip iki büklüm oldu. Öyle
küçük, zavallı, anlamsız bir görünümü vardı ki... Nadya odasına gidip giyindi,
pencerede oturup sabahı beklemeye koyuldu. Sabaha dek düşündü, düşündü.
Pancurları birisi takırdatıyor, ıslık çalıyordu sanki.
Rüzgârın bahçedeki tüm elmaları yere döktüğünü, yaşlı bir erik ağacını
devirdiğini söyledi büyükanne sabahleyin. Bulutlu, ışık bile yakılsa yine de
insanın içine kasvet salan puslu bir gündü. Herkes soğuktan sızlanıyor, yağmur
pencere camlarında takırdıyordu.
Çaydan sonra Nadya, Saşa'nın odasına gitti. Bir sözcük bile söylemeden koltuğun
dibinde diz çöküp elleriyle yüzünü
kapadı.
-- Neniz var? diye sordu Şaşa.
-- Yapamayacağım... Şimdiye dek burada yaşayabilmeme bir türlü akıl
erdiremiyorum, anlayamıyorum. Nişanlımdan, kendimden, bu başıboş, anlamsız
yaşayışımdan iğreniyorum...
-- Ya... dedi. Üzülecek bir durum değil bu... İyi bile.
Nadya devam etti:
-- Canıma tak dedi bu yaşantı artık. Bir gün daha kalamam burada. Yarın
gidiyorum. Allah aşkına birlikte gidelim!
Bir süre şaşkın şaşkın Nadya'nın yüzüne baktı Şaşa. Sonunda durumu kavramış, bir
çocuk gibi sevinmişti. Sevinçten ellerini kollarını sallıyor, odanın içinde zıp
zıp zıplıyordu. Ellerini ovuşturarak:
-- Pek güzel! dedi. Tanrım, ne kadar sevinçliyim!
Nadya, iri, tutku dolu gözlerini kırpmadan bakıyordu Saşa'ya. Büyülenmiş gibi,
karşısındaki erkeğin önemiyle oranlı, pek anlamlı, olağanüstü birşeyler
söylemesini bekliyordu. Daha bir şey söylememişti ya, şimdiye dek bilmediği,
yeni, sonsuz ufuklar açılmaktaydı Nadya'nın önünde. Ölüme bile
51
olsa, hiç düşünmeden gidebilecek bir ruhsal yapı içinde, gözlerinde sonsuz bir
bekleyişle bakıyordu Saşa'ya. Bir süre düşündükten sonra:
-- Yarın gidiyorum, dedi Şaşa. Beni yolcu etmek için tren istasyonuna gelin...
Çantanızı bavulumun içine koyar, biletinizi de alırım. Üçüncü zil çaldığında
koşup trene binin, gideriz. Moskova'ya kadar birlikte oluruz, oradan
Petersburg'a bir başınıza devam edersiniz. Nüfus kâğıdınız var mı?
-- Var.
Şaşa, duygulu bir sesle,
-- Yemin ederim ki pişman olmayacaksınız, diye devam etti. Gidip bir okula girin,
sıkıntı bile çekseniz, yılmayın. Yaşantınızı düzelttiğinizde her şey değişecek.
Önemli olan yaşamasını bilmektir, geri kalan boştur. Öyleyse yarın gidiyoruz.
-- Evet! Lütfen!
Pek heyecanlı olduğunu, hayatında ilk kez bu denli ağır bir sorumluluğun altına
girdiğini, gidene dek çok acı çekeceğini, kötü kötü düşüneceğini sanıyordu
Nadya. Ama odasına çıkıp yatağına girer girmez derin bir uykuya daldı. Yüzünde,
ağlamanın verdiği rahatlık ve saf bir gülümsemeyle sabaha dek uyudu.
Uşağı araba çağırmaya göndermişlerdi. Nadya tüm hazırlıklarını tamamlamış,
şapkasıyla pardösüsünü de giymişti. Annesiyle kendi odasını son bir kere daha
görmek için üst kata çıktı. Sıcaklığını daha yitirmemiş karyolasının ayakucunda
durup odasını bir daha gözden geçirdi, sessiz adımlarla annesinin odasına gitti.
Hâlâ uyuyordu Nina İvanovna. Odası sessizdi. Nadya annesini öptü, saçlarını
düzeltti, iki dakika bekledi... Sonra ağır adımlarla aşağı indi.
Dışarıda bardaktan boşanırcasma yağmur yağıyordu. Üstü kapalı arabanın sürücüsü
sırılsıklamdı.
Hizmetçiler bavulları arabaya yerleştirirlerken büyükanne,
-- Araba seni güç alacak, Nadya, diyordu. Böyle bir ha
52
vada adam geçirmek de nerden geldi aklına? Gitmesen iyi ederdin. Baksana, nasıl
yağmur yağıyor!
Nadya birşeyler söylemek istiyordu ya, başaramıyordu. Şaşa, Nadya'yı arabaya
yerleştirip dizlerini yol battaniyesiyle örttü, kendisi de geçip yanına oturdu.
Arkalarından büyükanne:
-- Yolunuz açık olsun! Tanrı yardımcınız olsun! diye bağırıyordu. Moskova'dan yaz
bize, Şaşa!
-- Olur, Babiş, Allahaısmarladık!
-- Tanrı korusun seni!
-- Sağ ol!
Nadya sadece ağlıyordu. Büyükannesiyle vedalaşırken, annesini seyrederken tam
olarak inanamadığı şeyin, buralardan uzaklara gidişinin gerçek olduğunu
görüyordu şimdi. Elveda, kent... Birdenbire her şeyi, Andrey'le babasını, yeni
evlileri, tablodaki çıplak kadını hatırladı. Bütün bunlardan korkmuyor,
sıkılmıyordu artık. Gittikçe uzaklaşıyordu onlardan.
Kompartımanda yerlerini aldıktan sonra tren kalkınca öylesine anlamlı, asık
yüzlü geçmişi sıkışıp küçücük bir top oluvermişti. Şimdiye dek fark edilemeyecek
kadar ufak olan gelecek ise .büyüdü, bütün görüş ufkunu kapladı. Yağmur,
kompartımanın pencerelerinde fıkırdıyor, yemyeşil tarlalarla telgraf direkleri
hızla geriye doğru koşuyor; tellere konmuş kuşlar uçuşuyorlardı. Mutluluktan
soluğu tutulacak gibi oluyordu Nadya'nın: özgürlüğe, öğrenmeye gidiyordu; bir
zamanlar, çok eskiden Kazakların savaş sanatını öğrenmek için Zaporojya'ya
gitmeleri gibi bir şeydi bu.
Şaşa, gülümseyerek,.
-- Olur! diyordu, olur böyle şeyler! Üzülmeyin.
Sonbahar, arkasından kış geçti. Annesini, büyükannesini, Saşa'yı pek özlemişti
Nadya. Hep onları düşünüyordu. Evden aldığı mektuplar sakin, sevgi doluydu. Her
şey bağışlanmışa, unutulmuşa benziyordu. Mayısta sınavlarını verdik
53
ten sonra sağlıklı, neşeli bir şekilde eve dönerken Saşa'yla görüşmek üzere
Moskova'ya uğradı. Geçen yazki gibiydi Şaşa: sakallı, saçı başı darmadağınık.
Aynı ceket ve keten pantolon üzerindeydi. Güzel gözleriyle pek değişmemişti ya,
yalnızca biraz zayıflamış, çökmüştü. Yüzünde acıklı bir anlatım vardı. Hep
öksürüyordu, benzi de uçuktu. Nedense Şaşa, bu kez biraz taşralı, bilgisiz,
görgüsüz, gelmişti Nadya'ya. Şaşa, onu görünce neşeyle gülümsemiş,
-- Tanrım, Nadya gelmiş! diye haykırmıştı. Kardeşim, bir tanem!
Koyu bir sigara dumanının doldurduğu atölyede oturdular. Boğucu bir çini
mürekkebi ve boya kokusu sigara dumanına karışmış, havayı son derece
ağırlaştırmıştı. Güç soluk alınıyordu içeride. Sonra Saşa'nın, yine sigara
dumanı ve döşemesi tükürük dolu odasına gittiler. Masanın üstündeki sönmüş
semaverin yanında, içinde siyah bir kâğıt olan kırık bir tabak duruyordu.
Masanın üzeri ve döşeme sinek ölüsü doluydu. Her şey, Saşa'nın özel yaşantısını
pek önemsemediğini, kolayına geldiği gibi, rahatlığına aldırmadan yaşadığını
söylüyordu. Biri çıkıp ona mutlu olması için yapması gerekli şeylerden,
yaşantısını bir düzene sokmasının yararından, onu sevdiğinden söz etse bir şey
anlamaz, sadece gülerdi. Nadya, heyecanla anlatıyordu:
-- Her şey yolunda gitti. Sonbaharda annem Petersburg'a, bana geldi. Büyükannemin
kaçmama pek kızmadığını, her gün odama çıkıp dua ettiğini söyledi.
Saşa'nın gözlerinde bir mutluluk okunuyordu. Ama ikide bir öksürüyor, çatlak bir
sesle konuşuyordu. Nadya dikkatle yüzüne bakıyor, gerçekten hasta olup
olmadığını anlamaya çalışıyordu.
-- Siz hastasınız, Şaşa!
-- Boşverin, hastayım, ama çok değil... Nadya telâşlanmıştı:
-- Tanrım! Niçin bakmıyorsunuz kendinize? Niçin tedavi olmuyorsunuz?
54
\Gözleri yaşarmıştı Nadya'nın. Birdenbire Andrey Andreyiç'i, tablodaki çıplak
kadını, çocukluk çağı gibi pek uzaklarda kalmış görünen geçmişi hatırladı.
Gözünde daha geçen yıl o denli aydın, bilgili, ilginç olan Saşa'yı artık öyle
göremediğine ağlıyordu:
-- Sevgili Şaşa, çok hastasınız siz, dedi. Sizi böyle solgun yüzlü ve zayıf
görmemek için yapamayacağım şey yoktu, canımı bile seve seve verebilirdim. Çok
şey borçluyum size! Benim için ne büyük bir anlamınızın olduğunu, yaşantımı
nasıl değiştirdiğinizi bilemezsiniz, benim iyi Şaşa'çığım! Gerçekte benim en
yakınım, en candan yakınmışınız.
Oturup uzun uzun konuştular. Petersburg'da bir kış geçirmesinden, Saşa'nın
yaşayışıyla gülümseyişini görüp söylediklerini dinledikten sonra Nadya, ona
gerçeği gösteren bu insanın artık yaşama dönemini bitirmiş, ilginçliğini
yitirmiş, eski, belki de mezara girmesi pek yakın bir yarı canlı olduğunu yavaş
yavaş kavramaya başlamıştı.
-- İki gün sonra Volga'ya gidiyorum, dedi Şaşa. Kımız içeceğim orada. Bir
arkadaşım da karısıyla geliyor. Pek iyi bir karısı var, öğrenim yapmak için
Petersburg'a gitmesini söylüyorum ona hep. Yaşantısını değiştirmesini istiyorum.
Sonra gara gittiler. Şaşa çay ve elmayla ağırladı konuğunu. Tren hareket
ettiğinde gülümseyerek mendil sallarken pek ağır hasta olduğu, daha uzun süre
yaşayamayacağı titreyen bacaklarından da belliydi.
Kentine gün ortasında vardı Nadya. İstasyondan eve giderken sokaklar hayli
geniş, ama evler küçük, birbirine pek sokulmuş geldiler ona. Sokaklarda
kimsecikler yoktu. Yalnızca müzik aletleri tamircisi Almanı gördü: sarı
pardösüsünü giymiş, aceleyle bir yere gidiyordu. Tüm evler tozla kaplıydı sanki.
Artık iyice ihtiyarlamış şişko, yine çirkin büyükanne, Nadya'yı kucaklayarak
yüzünü omzuna dayayıp uzun uzun ağladı. Nina İvanovna da çökmüş, çirkinleşmiş,
bir deri bir kemik kalmıştı. Ama pırlantalar eskisi gibi yine parıldıyordu
parmaklarında. Kızın görünce tüm bedeni titreyerek,
55
-- Yavrum! dedi. Bir tanem!
Sonra oturup hep birlikte sessizce ağlaştılar. Büyükannenin de, annenin de
geçmişi bir daha dönmemek üzere yitirdiklerini düşündüğü belliydi: toplum içinde
bir yerleri, eski onurları, evlerine konuk çağırmaya haklan yoktu artık. Rahat,
tasasız yaşarken geceleyin birdenbire polisin evi basıp arama yaparak ev
sahibinin bir sahtekâr olduğunu açığa çıkardığı zamanlarda da böyle olur kişi.
Rahat, tasasız yaşantıya elveda! demekten başka çaresi kalmaz.
Nadya odasına çıkıp karyolasını, beyaz sevimli perdelerini, tüm eşyalarını yerli
yerinde gördü. Dışarıdaki güneş ışığıyla dolu, neşeli, gürültülü bahçe de
değişmemişti hiç. Parmağıyla masasına dokundu, oturup derin düşüncelere daldı.
Sonra alt kata inip iştahla yemeğini yedi; lezzetli, yağlı kaymakla çay içti.
Bütün bunlara karşın, yine de bir eksiklik varmış gibi geliyordu ona: odalar
boş, tavanlar alçaktı sanki. Gece yatağına girip battaniyesini boğazına kadar
çektiğinde, bu sıcak, yumuşacık döşekte yatmak gülünç geldi ona.
Annesi geldi yanına. Suçlu gibi ürkek, çevresine bakınarak karyolanın ayaklığına
ilişiverdi. Bir süre dalgın durduktan sonra,
-- Nasılsın, Nadya? diye sordu. Hayatından memnun musun? Çok mu memnunsun?
-- Evet, anne.
Nina İvanovna kalkıp Nadya'yla pencereleri kutsadı.
-- Gördüğün gibi dindar oldum artık, dedi. Felsefeyle uğraşıyor, hep düşünüyorum,
düşünüyorum... Çok şeyi daha iyi görüyor, anlıyorum şimdi. Her şeyden önce
hayatın prizmadan geçirilmesinin gerektiğini öğrendim.
-- Büyükannemin sağlığı nasıl, anne?
-- İyi. O zaman, Şaşa ile kaçtıktan sonra senden aldığımız telgrafı okuyunca küt
diye düşüp bayılmış, üç gün hareketsiz yatmıştı. Sonra Tanrıya yalvarmaya,
ağlamaya başladı. Şimdi iyi.
Nina İvanovna odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşı56
yordu.
Bekçinin ayak sesleri işitiliyordu: "Tik, tok... tik, tok..."
-- Her şeyden önce hayatın prizmadan geçirilmesi gerekir. Yani, daha açık
söyleyeyim, ışığın yedi ana renge ayrıldığı gibi, hayatın da en basit elamanlara
bölünmesi, her birinin ayrı ayrı incelenmesi gerekir.
Nina İvanovna' nın daha neler anlattığını, ne zaman gittiğini bilmiyordu Nadya.
Hemen uyuyuvermişti.
Mayıs geçti, haziran girdi. Eve alışmıştı Nadya artık. Büyükanne hep semaverle
uğraşıyor, sık sık soluyordu. Akşamları Nina İvanovna, ötekiler dinlese de
dinlemese de, felsefesini anlatıyordu. Önceleri olduğu gibi yine bir yanaşma
gibiydi evde. Harcayacağı her on köpek için büyükanneye danışmak zorundaydı.
Evde çok sinek vardı. Tavanlar her gün biraz daha alçalıyormuş gibi geliyordu
Nadya'ya. Babiş'le Nina İvanovna, Peder Andrey ya da Andrey Andreyiç'le
karşılaşmaktan korktukları için sokağa çıkamıyorlardı. Oysa Nadya bahçede,
sokakta hiç çekinmeden dolaşıyor; evleri, köhne çitleri seyrediyor, gözden
geçiriyordu. Kentte her şeyin çoktan ömrünü tükettiği, genç, taze bir şeyin
doğmasını beklediği kanısındaydı. Ah, bir an önce başlasaydı o yeni, parlak
hayat... O zaman kaderinin gözlerinin içine cesaretle bakabilecek; neşeli, özgür
olma hakkını kazanacaktı! Ergeç başlayacaktı o hayat! Dört hizmetçi için,
bodrumdaki ufacık, pis odada yaşamaktan başka bir yaşantı düşünülemeyen
büyükannenin evinden iz kalmayacağı, onu kimsenin, hiç kimsenin hatırlamayacağı
bir zaman gelecekti elbet.
Komşu evin çocukları pek eğlendiriyorlardı Nadya'yi. O, bahçede dolaşırken, çite
taşla vuruyorlar, kızdırmak için
gülerek,
-- Nişanlı kız! Nişanlı kız! Nişanlın nerde? diye bağrışıyorlardı.
Şaşa, Saratov'dan bir mektup gönderdi. Oynak, neşeli elyazısıyla Volga
bölgesindeki gezisinin pek iyi geçtiğini, yalnız, Saratov'da biraz hastalandığını,
sesinin kısıldığını, iki haftadan beri
hastanede yattığını yazıyordu. Bunun ne demek olduğunu anlamıştı Nadya. İnanca
benzeyen bir önsezi sarmıştı içini. Yalnız, bu önseziyle Şaşa hakkındaki
düşüncelerinin onu eskisi gibi heyecanlandırmamasına canı sıkılıyordu. Yaşamayı,
yeniden Petersburg'a gitmeyi pek istiyordu. Saşa'yla tanışması artık tatlı, ama
uzak, çok uzak bir anıydı onun için. Gece hiç uyuyamadı. Gün daha ağarmadan
pencereye oturup dinlemeye koyuldu: Alt kattan sesler geliyordu. Büyükanne
heyecanlı heyecanlı birşeyler soruyordu. Sonra, birisi sesli ağlamaya başladı...
Nadya aşağı indiğinde büyükanneyi gözleri yaşlı, köşede dua ederken buldu.
Masanın üzerinde bir telgraf duruyordu.
Nadya, büyükannenin ağlamasını dinleyerek bir süre salonda dolaştı, sonra
telgrafı alıp okudu. Dün sabah Saratov"da, Aleksandr Timofeiç, yahut kısaca
Saşa'nın veremden öldüğü bildiriliyordu.
Büyükanneyle Nina İvanovna, ölünün ruhuna okutulacak duanın hazırlıklarını
yaptırmak için kalkıp kiliseye gittiler. Nadya ise odalarda dalgın dalgın
dolaşıyor, düşünüyordu. Yaşantısını Saşa'nm istediği gibi değiştirdiğini
sezinliyor, kendisinin buralarda bir başına, yabancı, gereksiz olduğunu, bu
kentteki her şeyin de onun için gereksiz, anlamsız olduğunu, geçmişinin artık
ondan koptuğunu, yanıp kül olmuş, külü de rüzgârla savrulmuş gibi tümüyle yok
olduğunu biliyordu. Saşa'nın odasına girip ortasında dikildi.
"Elveda, sevgili Şaşa!" diye mırıldandı. Önünde yepye• ni, özgür, anlamlı bir
hayat vardı. Henüz karanlık, bilinmezliklerle dolu bir hayat çekiyordu onu.
Yol hazırlığı yapmak için odasına çıktı. Ertesi sabah evdekilerle vedalaştı,
neşeli, mutlu olarak doğup büyüdüğü kentinden çıkıp gitti. Niyeti bir daha
dönmemekti.
1903
58

BOYUNDAKİ NİŞAN
Nikâh töreninden sonra yiyecek soğuk bir şey bile yoktu. Yeni evliler,
sağlıklarına kaldırdıkları kadehleri sonuna kadar içtikten sonra tren
istasyonuna yollandılar. Müzikli, danslı, mutluluklarla dolu bir düğünle onu
izleyen akşam yemeği yerine, iki yüz verst uzaktaki bir manastıra duaya
gideceklerdi. Birçoğu, bunu daha olağan bulmuşlardı. Önemli bir aşamaya ermiş
Modest Alekseyiç gibi yaşlı başlı bir kişi için gürültülü bir düğünün pek de
uygun kaçmayacağı kanısındaydılar. Doğrusu, elli iki yaşındaki bir devlet
memurunun daha on sekizine yeni basmış bir kızla evlendiği düğünde müzik
dinlemek iç açıcı olmazdı zaten. Olgun Modest Alekseyiç'in, bu geziyi,
özellikle, genç karısına nikâhta bile ilk yeri dine ve töreye tanıdığını
anlatmak için çıkardığını söyleyenler de yok değildi.
Yeni evlileri yolcu etmek için daire arkadaşlarıyla akraba, tanıdık kalabalığı,
ellerinde kadehler 'hey' diye bağırmak için trenin kalkmasını bekliyorlardı.
Silindir şapkalı, öğretmen giysili kayınpeder Pötr Leontiç, dut gibi sarhoş,
yüzü bembeyaz, elindeki kadehi vagonun penceresine kaldırıyor,
acıklı bir sesle,
-- Anyuta! Anya! Anya! Bir şeycik söylememe izin ver!
diye yalvarıyordu kızına.
Anya pencereden sarktı. Kulağına birşeyler fısıldadı babası. Keskin bir şarap
kokusu yayılıyordu çevresine. Babasının fısıldadıklarından bir şey anlayamıyordu
kızcağız: sanki üflüyordu kulağının içine. Pötr Leontiç, kızının yüzünü,
göğsunu, ellerini haç çıkartarak kutsadı. Bunu yaparken soluğu titriyor,
gözlerinde yaşlar parıldıyordu. Anya'nın lise öğrencisi olan iki erkek kardeşi
Petya ile Andrüşa, babalarının frakı
59
nın eteğinden çekeliyor, utangaç fısıldıyorlardı:
-- Babacığım, hadi... Babacığım, yeter...
Tren hareket edip istasyondan çıkarken Anya, babasının iki yana yalpa vura vura,
kadehindeki şarabı yerlere saça saça trenin arkası sıra bir süre koştuğunu
gördü. Yüzü nasıl da acıklı, saf, suçluydu...
-- Heeey! diye bağırıyordu.
Yeni evliler sonunda yalnız kalmışlardı. Modest Alekseyiç, kompartımanı gözden
geçirdikten sonra kalkıp eşyaları yerleştirdi, geçip genç karısının karşısına
oturdu. Gülümsüyordu. Orta boylu, şişko, tombul yanaklı, ablak yüzlü, favorili,
bıyıksız bir devlet memuruydu. Çevresi özenle alınmış yuvarlak sakalı ayak
topuğunu andırıyordu. Yüzünün en dikkati çeken özelliği, bıyığının olmamasıydı.
Yeni kazınmış, derece derece yağlı, jelatin gibi titrek yanaklara geçen çıplak
bir yer olmuştu bıyıklardan artakalan. Oldukça ciddi, ağırbaşlı davranıyordu.
Hareketleri yavaş, yüz anlatımı yumuşaktı. Gülümseyerek,
-- Bir şeyi şimdiden söylemek zorundayım size, dedi. Bundan beş yıl önce
Kosorotov'a ikinci derece kutsal Anna Nişanı'nı verdiklerinin ertesi günü,
teşekkürlerini sunmak üzere adamcağız huzura çıktığında, vali bey şöyle
söylemişti ona: "Şimdi üç Anna'nız var, demek ki: biri yakanızda,1 öteki ikisi
boynunuzda." Kosorotov'un Anna dedikleri hırçın, hoppa karısı o günlerde yeni
dönmüştü kocasının yanına. İkinci derece Anna'yı kazandığımda valinin aynı sözü
bana da söylemek için nedenler bulamayacağım umarım.
Küçücük gözleriyle gülümsüyordu Modest Alekseyiç. Anna da gülümsedi. Bu adamın o
kalın, ıslak dudaklarıyla kendisini her an öpebileceğim, bundan kaçmaya bile
artık hakkının olmadığını düşünüyor; yüreği heyecandan küt küt vuruyordu. Tombul
bedeninin yumuşak hareketleri iğrendiriyordu onu. Hem korkuyor, hem iğreniyordu.
1. Anna Nişanı'nın birinci derecesi yakadaki iliğe takılırdı. (Çev.)
60
Modest Alekseyiç, ayağa kalktı, oldukça yavaş, boynundaki madalyasını çıkardı,
frakıyla yeleğini de çıkarıp pijamasını giydi. Anna'nın yanına otururken, -- İşte
böyle, dedi.
Nikâh töreninin ne sıkıcı geçtiğini düşünüyordu Anna. Papaz, konuklar,
kilisedeki herkes acıyarak yüzüne bakıyorlar; "Niçin? Bu kadar hoş, bu kadar
güzelken niçin bu yaşlı, biçimsiz herifle evleniyor?" diye içlerinden
geçiriyorlar gibi gelmişti ona. Daha bu sabah bile her şey böylesine iyi olup
bitti diye seviniyor, göklere uçuyordu oysa. Ama nikâh kıyılırken olduğu gibi
şimdi de suçlu, aldatılmış ve gülünç hissediyordu kendisini. İşte sonunda
zengin biriyle evlenmişti... Ama yine de parası yoktu. Nikâh giysisini bile borç
para alarak diktirmişlerdi. Az önce babasıyla kardeşleri onu yolcu
,
ederlerken, yüzlerinden, ceplerinde bir köpek bile olmadığını anlamıştı... Bugün
akşam yemeği yiyebilecekler miydi acaba? Ya yarın? Nedense, babasıyla
kardeşlerinin şimdi, annelerini toprağa verdikleri günün akşamı olduğu gibi aç,
başları önlerine eğik, oturduklarını görür gibi oluyordu.
"Ne bahtsızım!" diye geçiriyordu içinden. "Niçin bu kadar bahtsızım ben acaba?"
Modest Alekseyiç, ağırbaşlı, kadınlara yabanı bir erkeğin beceriksizliğiyle
Anna'nın beline koydu elini, sonra omzunu okşamaya başladı. Beriki ise paraları,
annesini, onu toprağa verdikleri günü düşünüyordu. Lisede yazı ve resim
öğretmenliği yapan babası, kendisini içkiye vermişti annesi öldükten sonra, bu
yüzden de yoksul düşmüşlerdi. Çocukların ne çizmesi, ne de potini vardı. Bir gün
evden alıp savcılığa götürdüler babasını. Sonra memurlar geldiler, evdeki
eşyaları yazdılar... Ne utanılacak şeylerdi bunlar! Sarhoş baba. sının peşinden
koşmak Anna'ya düşüyordu. Kardeşlerinin yırtık çoraplarını yamamak, çarşıya
pazara gitmek de ona kalmıştı. Erkekler, güzelliğini, gençliğini, davranışlarını
övdüklerinde, ucuz şapkasını, ayakkabılarının mürekkeple boyayıp örttüğü
deliklerini bütün dünya görüyormuş gibi geli
61
yordu ona. Geceleyin, yetersizliği dolayısıyla babasının yakında işinden
uzaklaştırılacağı, onun da bu yüz karasına dayanamayıp annesi gibi öleceği
korkusu, uykularını kaçırıyordu. Bu arada bazı tanıdık bayanlar, Anya için,
zengin bir koca araştırmaya başlamışlardı bile. Kısa bir arama döneminden sonra
Modest Alekseyiç bulunmuştu. Genç ve güzel değildi, ama parası vardı, yeterdi o
kadarı da. Bankada yüz bin rublesiyle kiraya verdiği babadan kalma bir çiftliği
vardı. Ağırbaşlı, valinin de sevdiği bir memurdu. Anya'ya söylediklerine göre,
huzura çıkıp Pötr Leontiç'i görevinden uzaklaştırmaları için okul müdürüne, ya
da daha üstüne bir emir çıkartması onun için işten bile değildi...
Anya, dalmış, bunları düşünürken açık pencereden birdenbire bağırtılarla karışık
bir müzik sesi doldu kompartımana. Ara istasyonlardan birinde durmuştu tren.
Parmaklıkların arkasındaki kalabalıkta armonika ve ucuz, cırlak sesli bir
kemanla oynak bir hava çalıyorlardı. Yüksek kayın ve kavak ağaçlarının, ayın
ısıttığı yazlık evlerin ötesinde bir yerden askeri bir bandonun sesi geliyordu:
danslı bir eğlence olsa gerekti orada. Yazlıktakilerle, güzel havadan
yararlanarak dinlenmek için buraya gelen kentliler, peronda bir aşağı bir yukarı
dolaşıyorlardı. Bu koca yazlığın sahibi, zengin, uzun boylu, esmer, Ermeniye
benzeyen, patlak gözlü, acayip giysili Artınov da oradaydı. Üzerinde, ön
düğmeleri baştan sona açık bir gömlek, ayaklarında yüksek topuklu, mahmuzlu
çizmeler vardı. Omzundan, gelinlik kuyruğu gibi etekleri yerlerde sürünen bir
pelerin sarkıyordu. Sivri burunlarını yere eğmiş iki tazı, ardınca yürüyordu.
Anya'nın gözlerinde hâlâ yaşlar parıldıyordu ya, annesini, paraları, düğünü
unutmuştu artık. Neşeyle gülümseyerek tanıdık öğrenci ve subayların ellerini
sıkıyor,
-- Merhaba! diyordu, nasılsınız?
Sahanlığa çıkıp ayışığında herkesin onu yeni, pek güzel giysisi ve şapkasıyla
görebileceği bir yerde durdu.
-- Niçin kalkmıyor tren? diye sorduğunda,
62
-- Aktarma bekliyoruz, dediler ona. Posta trenini bekliyoruz.
Artınov'un kendisine baktığını fark edince gözlerini cilveli cilveli kısarak
yüksek sesle Fransızca konuşmaya başladı. Sesinin hoş çınlayışından, kadınların
şımarttığı o ünlü donjuanın kendisine bakmasından, herkesin neşeli görünmesinden
olacak, içine bir mutluluk doluvermişti. Tren kalktığında tanıdığı subaylar ona
el sallarken, ağaçların ötesindeki askerî bandonun trenin ardınca çaldığı bir
polkayı, ıslıkla tekrarlamaya başlamıştı bile. Kompartımana döndüğünde, ara
istasyonda biri onu mutlu olacağına, her şeye karşın mutlu olacağına inandırmış
gibi bir ruhsal durum içindeydi.
Yeni evliler manastırda iki gün kaldıktan sonra kente döndüler. Lojmanda
kalıyorlardı. Modest Alekseyiç, görevdeyken Anya zamanını piyano çalmakla,
sıkıntıdan ağlamakla ya da kanepeye uzanıp roman okumakla geçiriyordu. Akşam
yemeklerinde Modest Alekseyiç bir yandan midesini tıkabasa doldururken öte
yandan da hiç durmadan politikadan, yeni atanmalardan, görevleri değiştirilen ya
da başarı ödülü alan memurlardan, kişinin çok çalışmasının gerektiğinden, aile
yaşantısının bir zevk değil, borç olduğundan, boş yere bir köpek bile
harcamaktan çekindiğinden, dünyada din ile ahlâkı her şeyin üstünde tuttuğundan
söz ediyordu. Bıçağı elinde bir meç gibi tutarak,
-- Her insan görev ve sorumluluklarını bilmelidir! diyordu.
Anya, dinler, korkudan titrerdi. Öyle ki, çoğunlukla yemeği bırakıyor, masadan
aç kalkıyordu. Yemekten sonra kocası dinlenmek için uzanıyor, biraz sonra da
yüksek perdeden horlamaya başlıyordu. O zaman Anna kalkıp babasının,
kardeşlerinin yanına gidiyordu. Anna içeri girdiğinde babasıyla çocuklar, paraya
kanıp sevimsiz, pis, sıkıcı bir herifle evlendiği için onu kınıyorlarmış gibi
şaşkın şaşkın bakıyorlardı ona. Giysilerinin hışırtısı, bilezikleri, kadınca
görünüşü sıkıyor, aşağılıyordu onları sanki. Yanlarındayken şaşırıyorlar,
63
konuşacak bir şey bulamıyorlardı. Ama yine de eskisi gibi seviyorlardı onu.
Akşam yemeğine onsuz oturmaya alışamamışlardı henüz. Anya oturuyor, onlarla
birlikte lahana çorbası, pilav, içyağında kızardığı için mum kokan patates
kızartması yiyordu. Pötr Leontiç, titrek elleriyle küçük bir sürahiden kendine
şarap koyuyor, bir dikişte hepsini bitiriyordu. İlk kadehi, ikincisi, üçüncüsünü
izliyordu... İri gözlü, ince, solgun yüzlü Petya ile Andrüşa sürahiyi
kaldırırlarken,
-- Hadi, babacığım, diyorlardı, yeter artık...
Anya da telâşlanıyor, daha fazla içmemesi için yalvarıyordu babasına. Beriki
birdenbire kükrüyor, yumruklarıyla masayı dövmeye başlıyordu:
-- Kimsenin beni denetlemesine razı olmam! diye bağırıyordu. Pis çocuklar! İğrenç
kız! Hepinizi kovacağım bu evden!
Oysa bir zayıflık, bir yufka yüreklilik oluyordu sesinde böyle bağırırken.
Öfkelenmesi çocuklardan birini bile ürkütmüyordu. Genellikle, yemekten sonra
süslenirdi. Usturayla tıraş olurken kestiği renksiz yüzüyle yarım saat boyunca
ince boynunu uzatarak aynanın karşısında dikilir; siyah bıyıklarını kıvırarak,
koku sürünerek, papyonunu düzelterek süslenir; sonra eldivenlerini, silindir
şapkasını giyer, özel derslere giderdi. Tatil günüyse evde kalır, ya resim
yapar, ya da çıkrık gibi fıs fıs ses çıkaran akordeonuyla birşeyler çalmaya
uğraşırdı. İstediği gibi gür, kulağa hoş gelen sesler çıkarmaya uğraşırken
kendisi de bir şarkı mırıldanır, ya da yine çocuklara köpürürdü:
-- Namussuz, herifler! Hainler! Bozmuşlar akordeonumu!
Anya'nın kocası geceleri aynı lojmanda oturan daire arkadaşlarıyla kâğıt
oynardı. Oyun sırasında memurların çirkin, zevksiz giyimli, kaba, aşçı kadın
kılıklı karıları da bir odada toplanıp otururlardı. Kendileri gibi çirkin,
tatsız bir dedikodudur başlardı aralarında hemen. Modest Alekseyiç'in karısıyla
tiyatroya da gittiği olurdu. Dinlenme araların
64
\da Anna'yı bir adım bile uzaklaştırmıyordu yanından. Koluna takıp koridorlarda,
sigara salonlarında dolaştırıyordu onu. Biriyle selâmlaşsa hemen fısıldıyordu
kulağına: "Beşinci sınıf memurdur... Vali kabul etmiştir onu", "Pek zengindir...
Kendi evi var..." Büfenin yanından geçerlerken Anya'nın canı tatlı bir şey
çekerdi. Çikolata ve elma şekerini pek severdi. Ama parası yoktu, kocasından
istemeye de sıkılıyordu.
Eline aldığı bir armudu avucunda evirip çevirerek, kararsız bir sesle,
-- Kaça bu? diye soruyordu Modest Alekseyiç.
-- Yirmi beş köpek.
-- Yaa, öyle mi! diyor ve armudu yerine bırakıyordu. Bir şey almadan büfenin
yanından uzaklaşmalarının pek
hoş kaçmayacağını bildiği için, bir maden suyu istiyor, bütün şişeyi son
damlasına kadar içiyordu. Öyle ki, zorlamadan gözleri bile yaşarıyordu. Anya
nefret ediyordu ondan o sırada.
Dolaşırlarken Modest Alekseyiç, birdenbire heyecanlanarak,
-- Şu ihtiyar kadına selâm var, diyordu karısına.
-- Ama tanımıyorum onu.
-- Olsun.varsın. Lojmanlar dairesi başkanının karışıdır! Selâm ver diyorum sana!
Kafan düşmez, korkma.
Anya selâm veriyor, gerçekten de kafası düşmüyordu, ama içi sıkılıyordu.
Kocasının her istediğini yapıyor, ona kandığı için kendi kendine kızıyordu. Para
için evlenmişti ya, kızlığında olduğundan daha az parası vardı şimdi. Kızken hiç
olmazsa arasıra babasının yirmi köpek filan verdiği oluyordu ona. Şimdi cebinin
bir köpek bile gördüğü yoktu. Gizliden almak ya da istemek de olmuyordu.
Kocasından korkuyor, titriyordu. Ondan duyduğu bu korkunun, çoktandır içinde
olduğu inanandaydı. Bir zamanlar, çocukluğunda okul müdürü onca heybetli,
korkunç, önüne gelen her şeyi ezip geçmeye hazır bir bulut ya da lokomotif gibi
ilerleyen bir güçtü. Evde herkesin sözünü saygıyla ettiği, nedense korktuğu vali
bey de
Besleme
65/5
löyle bir güçtü. Bu iki büyük gücün yanında biraz zayıf kalan bir sürü güç daha
vardı. Bıyıksız, sert yüzlü, amansız öğretmenleri de bunların arasındaydı. Şimdi
sonuncusundan, ciddi yüzü ile müdürünküne benzeyen Modest Alekseyiç'ten
titriyordu. Hayâlinde bütün bu güçler birleşiyor, babası gibi zayıf ve suçlulara
saldıran, onları ezip geçen kocaman bir beyaz ayı şekline giriyordu. Kocası onu
kaba hareketleriyle okşayıp kucağına alarak iğrendirirken ters bir şey
söylemekten ödü kopuyordu Anya'nın. Dudaklarını yayarak yapmacıktan gülümsüyor,
bu okşayışlardan hoşlanır görünüyordu.
Pötr Leontiç, yalnız bir kere, o da artık bekletilemeyecek bir borcunu ödemek
için, borç para istemeye cesaret edebilmişti ondan. Ah, ne dayanılmaz sıkıntıydı
bu, Tanrım!
Uzun uzun düşündükten sonra,
-- Peki, vereceğim, demişti. Yalnız şunu iyi bilesiniz 'ki, içkiyi bırakamazsanız
bir daha yardım etmeyeceğim size. Devlet kapısında çalışan bir kişi için bu
zayıflık yüz kızartıcıdır. Herkesin bildiği gerçeği bir de ben hatırlatmadan
geçemeyeceğim size: Zamanla yüksek görevlere yükselebilecek binlerce yetenekli
insanı mahvetmişti bu tutku.
Ve, "bununla birlikte...", "bu durumdan örnek alarak...", "şimdi anlatacağım
gibi..." girişleriyle başlayan birçok konu anlattı. Zavallı Pötr Leontiç yerin
dibine giriyor, güçlü bir içme isteği başını döndürüyordu.
Delik ayakkabı ve yırtık pantolonlarla Anya'ya konukluğa gelen kardeşlerinin de
öğütten başka bir şey aldıkları yoktu. Oturup saatlerce dinlemek zorundaydılar.
-- Herkes sorumluluk ve zorunluluklarını bilmelidir, diyordu onlara Modest
Alekseyiç.
Ama para vermiyordu. Öte yandan Anya'ya, böyle şeyleri kara gün için saklamanın
akıllıca bir hareket olacağını söyleyerek yüzükler, bilezikler, broşlar armağan
ediyordu. Sık sık, acaba verdiği armağanlar tamam mı diye karısının komodinini
denetlemeyi de ihmal etmiyordu tabii.
66
Bu arada kış gelmişti. Yılbaşına daha çok vardı ki, kentin tek gazetesinde,
geleneksel kış balosunun 29 Kasım akşamı Soylular Kulübünde yapılacağı
duyuruldu. Kâğıt oyunundan sonra Modest Alekseyiç her akşam telâşlı telâşlı
Anya'ya bakarak memur kanlarıyla birşeyler fısıldaşıyor, sonra uzun süre bir
köşeden öteki köşeye gidip gelerek düşünüyordu. Gene böyle akşamlardan birinde
Modest Alekseyiç dolaşmasını yarıda keserek Anya'nın önünde durdu:
-- Kendine bir balo giysisi diktirmelisin, dedi. Anladın mı? Yalnız, rica
ediyorum, önce Mariya Grigoryevna ile Natalya Kuzminişna'nın fikirlerini al bu
konuda.
Çıkarıp yüz ruble verdi ona. Anya parayı alıp kimsenin fikrini sormadan bir balo
giysisi diktirdi kendine. Yalnızca babasıyla konuşarak annesinin balolarda nasıl
giyindiğini öğrenmeye çalışmıştı. Rahmetli annesi daima son modaya göre giyinir,
Anya'yı da taşbebek gibi süsler, her yere onunla giderdi. Fransızcayla mazurka
oynamayı da en iyi annesinden öğrenmişti Anya (evlenmeden önce beş yıl dadılık
yapmıştı annesi). Anya da annesi gibi, eskileri bozarak kendine yeni giysiler
dikmeyi, eldivenlerini benzinle temizlemeyi, kira ile mücevherler almacı iyi
bilirdi. Gene annesi gibi göz süzebilir, 'r' harflerini gırtlaktan söyleyebilir,
güzel pozlar takınabilir, gerektiği zaman heyecanlanabilir, gerektiğinde de
bakışlarıyla esrarlı hüzünle gösterebilirdi. Babasından ise gözleriyle
saçlarını, ateşli kişiliğini ve süse düşkünlüğünü almıştı.
Baloya gitmeden yarım saat önce Modest Alekseyiç tuvalet aynasında madalyasını
boynuna takmak için sırtında gömlekle karısının odasına girdiğinde onun
güzelliği, tazeliği, giysisinin gözalıcılığı karşısında şaşaladı; favorileriyle
oynayarak büyük bir mutluluk içinde,
-- Ne kadar da güzelsin... dedi. Çok, pek çok güzelsin, Anyuta'çığım!
Sonra sesine gururlu bir anlatım vererek ekledi:
-- Seni ben mutlu kıldım, bugün de sen beni mutlu kı
67
labilirsin. Yalvarırım, gidip valinin eşine saygılarını sun! Allahaşkına! Bizim
dairenin hukuk danışmanlığına onun yardımıyla atanabilirim!
Baloya gitmek üzere evden çıktılar. İşte, kapısında resmi giysili kapıcısıyla
Soylular Kulübü görünmüştü. Portmantoların bulunduğu giriş yerini kürkler,
uykulu uşaklar, ellerindeki yelpazeleriyle kendilerini hava akımından korumaya
çalışan dekolte bayanlar doldurmuştu. Anya, kocasının kolunda, merdivenlerden
çıkarken pek büyük bir boy aynasında parlak ışıkların altında bir kat daha
güzelleşen kendini gördü. Üst katta çalan orkestranın tatlı ezgileri
dolduruyordu kulaklarını. İçinde bir sevinç ve mehtaplı gecede ara istasyonunda
duyduğu o mutluluk sezisi uyandı. Artık kız değil, bir kadın olmanın hazzını ilk
kez tadarak, adîm atış ve hareketlerini annesininkilere benzetmeye çalışarak,
gururlu, kendine sonsuz bir güvenle, başı yukarıda yürüyordu. Ömründe ilk kez
zengin ve özgür hissediyordu kendisini. Kocasının varlığı bile sıkmıyordu onu
artık. Yaşlı bir kocanın yanıbaşında olmasının, onu hiç de küçültmeyip
erkeklerin pek hoşuna giden duygulu bir esrarlılık da kazandırdığını daha
kulübün kapısından girerken içgüdüsüyle sezinlemişti. Orkestra büyük salonda
çalıyordu. Onlar içeri girdiğinde dans başlamıştı bile. Toplum yaşantısı,
eğlence, gürültü ve müzik anılarıyla günlerini geçirdiği lojmanın soğuk dört
duvarından sonra bu geniş, aydınlık salona göz gezdirirken heyecanla,
"Ah, ne güzel!" diye mırıldanıyordu içinden. Vaktiyle gezilerden, akşam yemeklerinden
tanıdığı subayları, öğretmenleri, avukatları, memurları, toprak sahiplerini,
valiyi, Artınov'u; yoksullar yararına yapılacak satışa başlamak üzere
kulübelerde, tezgâhlarda hazır bekleyen son derece açık giysili, güzelli
çirkinli yüksek sosyete bayanlarını kalabalık arasında daha ilk bakışta
seçebilmişti. Omuzlarında parlak apoletleriyle boylu poslu bir subay Anya,
lisede öğrenciyken Eski Kiev Sokağında tanışmıştı onunla. Adını hatırlamıyordu
sun di yerden biter gibi çıkageldi, valse buyur etti onu. Hiç düşünme
68
den uçup gitti kocasının yanından. Fırtınalı havada yelkenli bir kotrayla
dalgaların üzerinde uçarcasına kayıyordu sanki. Kocası taa uzakta, kıyıda
kalmıştı... Tutkuyla, kendinden geçmiş, elden ele uçarak, Rusçaya Fransızca
karıştırarak, 'r' harflerim gırtlaktan çıkararak, gülerek, kocasını da hiç
kimseyi de umursamadan, kulaklarını dolduran müzik ve uğultuya kendini sonsuz
bir hazla bırakmış, vals, polka, kadril oynuyordu art arda. Erkeklerin onu
beğendikleri açıktı. Böylesi de olağandı zaten. Heyecandan soluğu kesilecek gibi
oluyor, yelpazesini avucunun içinde var gücüyle sıkıyor, içmek istiyordu.
Buruşuk, benzin kokan frakıyla babası, Pötr Leontiç yanına sokulup vişneli
dondurma dolu bir tabağı uzattı ona. Heyecanla kızının gözlerinin içine bakarak,
-- Bugün göz kamaştırıcısın, diyordu. Böyle erken evlenmene bu akşamki kadar hiç
üzülmemiştim... Niçin? Bunu bizim için yaptığını biliyorum. Titreyen elleriyle
cebinden bir tomar para çıkardı Özel derslerimden bir bölüğünün ücretini aldım
bugün, kocana olan borcumu ödeyebilirim artık.
Anya, dondurma tabağını babasının eline sıkıştırarak o anda kendisini kollarının
arasına alan bir erkekle uçup gitti. Ancak ta uzaktan, kavalyesinin omzunun
üzerinden babasının da bir kadim kucaklayıp salonda dönmeye başladığını
görebildi.
"Ayıkken ne de cana yakın oluyor!" diye geçirdi içinden. Mazurkayı da o iriyarı
subayla oynadı. Subay resmî giyimi içinde bir heykel gibi duruyor, son derece
ciddi, ağır hareket ediyor, yürüyor, omuzlarını oynatıyor, ayaklarını pek hafif
vuruyordu yere. Cam pek oynamak istemiyora benziyordu ya, çevresinde durmadan
dönen, güzelliği ve açıkta kalan omuzlarıyla onu baştan çıkarmaya çalışan
Anya'nın etkisinden de kurtulamıyordu bir türlü. Gözleri ışıl ışıl, hareketleri
duyguluydu Anya'nın. Subay alabildiğine soğuk, olduğu yerde duruyor, bir kral
soyluluğuyla elini Anya'ya uzatıyordu.
Sağdan soldan,
-- Bravo! Bravo!., sesleri geliyordu kulaklarına.
69
Neşe, yavaş yavaş o soğuk, heybetli subayı da sarmaya başlamıştı. Canlandı,
heyecanlandı. Daha sonra eşinin albenisine kendisini iyice koyvererek yumuşak,
kıvrak hareketler yapmaya başladı. Anya omuzlarını oynatıyor, kendi kraliçe,
karşısındaki kölesiymiş gibi, kurnaz, anlamlı bakıyordu. O anda bütün salonun
onları süzdüğünü, gıpta ettiğini, kıskandığını geçiriyordu içinden. Oyun bitmiş,
heybetli subay elini yeni öpmüştü ki, kalabalık birdenbire açıldı, erkekler
kollarını yana sarkıtarak doğruldular... Vali bey, iki yıldızlı frakıyla, ona,
Anya'ya doğru geliyordu. Evet, onun yanına geliyor olmalıydı; çünkü dik dik onun
gözlerinin içine bakıyor, güzel bir kadın gördüğünde yaptığı gibi, dudaklarını
emerek tatli tatlı gülümsüyordu.
-- Çok memnun oldum, çok sevindim... diye başladı. Ama kocanızı, sizin gibi bir
hazineyi şimdiye dek bizlerden gizlediği için hapsettireceğim.
Elini Anya'ya uzatarak ekledi:
-- Karım elçi olarak beni gönderdi size. Bize yardım etmelisiniz... Madam...
Amerika'da olduğu gibi size de güzelliğinizin armağanı bir ödül verilmelidir
bence... Karım sabırsızlıkla sizi bekliyor.
Vali, eşiyle tanıştırdıktan sonra, ağzında iri bir taş saklıyormuş gibi yüzünün
alt bölümü olağanüstü geniş, yaşlı bir kadının oturduğu bir bölmeye götürdü onu.
Kadın,
-- Yardımlarınızı esirgemeyin bizden, dedi. Bütün güzel kadınlar, yoksullar
yararına düzenlenen satışta görev aldılar. Nedense yalnız siz boş
dolaşıyorsunuz. Niçin yardım etmek istemiyorsunuz bize?
Kadın sözlerini bitirdikten sonra arkasına bakmadan bölmeden çıkıp gitti. Gümüş
semaver ve fincanların yanında boş kalan yerine Anya geçti. Hareketli bir satış
başladı hemen. Bir fincan çaya bir rubleden aşağı kabul etmiyordu. İriyan subayı
üç fincan içmeden bırakmadı. Biraz sonra patlak gözlü, astımlı, para babası
Artınov yaklaştı kulübeye. Yazın ara istasyonda olduğu gibi acayip giysili
değildi şimdi. Her
70
kes gibi frak giymişti. Gözlerini Anya'nınkilerden ayırmadan bir kadeh şampanya
içip yüz ruble verdi. Sonra bir fincan çay içti, yüz ruble daha verdi. Hiç
konuşmuyor, sık sık soluyordu... Çok sayıda müşteri topluyordu başına Anya. Para
alırkenki gülümseyişle bakışlarının erkeklere sonsuz mutluluklardan başka bir
şey bağışlamadığından emindi. Bu gürültülü, parlak, güleç, müzik, dans ve aşk
arayan erkek dolu yaşantı için yaratıldığından emindi artık. Şimdiye değin
titrediği o lokomotif gibi, önüne geleni ezip geçecekmiş gibi ilerleyen güç,
şimdi pek gülünç geliyordu ona. Kimseden kokmuyordu artık. Yalnızca, annesinin,
onun bu başarısını görseydi pek sevinecek olan annesinin şimdi yanında
olmadığına üzülüyordu.
Yüzü yavaş yavaş beyazlamaya başlayan, ama hâlâ ayaklarının üzerinde yıkılmadan
durabilen Pötr Leontiç bölmeye yaklaşıp bir kadeh konyak istedi. Babasının
uygunsuz bir söz söyleyebileceğinden ödü kopan Anya kıpkırmızı kesilmişti (böyle
yoksul, silik bir babası olduğuna üzülüyordu). Ama Pötr Leontiç konyağı içti,
cebinden çıkardığı kâğıt para tomarından bir on rublelik çekip kızının önüne
attı ve bir şey söylemeden uzaklaştı. Biraz sonra Anya, utancından kıpkırmızı
bir kadının kolunda yalpa vura vura, bağırarak yürüdüğünü görünce, üç yıl önce
yine böyle bir balodan uşaklarla eve gönderilip ertesi gün de müdürün bir daha
böyle bir durum olursa onu görevinden uzaklaştıracağını bildirmesiyle sonuçlanan
akşamı hatırladı. Ne yersizdi bu hatırlama şimdi!
Bölmelerde semaverler sönüp yorgun argın bayan büfeciler, topladıkları paraları
ağzında iri bir taş saklıyormuş gibi görünen yaşlı bayana verdikten sonra
Artınov, Anya'nın koluna girerek onu yoksullar yararına satışa katılan bayanlar
için yemek hazırlanan salona götürdü. Masada yirmi kişi vardı, ama son derece
gürültü çıkıyordu. Vali bey, kadeh kaldırarak,
-- Böyle zengin bir yemek salonunda, yararına bugünkü yardım satışımızı
düzenlediğimiz yoksul yemek odalarının ge
71
üşmesi umuduyla kadeh kaldırmamızın yerinde olacağı kanısındayım, dedi.
Tugay komutam, 'Topçunun bile, önünde karavana attığı gücün onuruna' içmeyi
önerdi. Herkes bayanlarla kadeh tokuşturmak için ayağa kalktı. Çok, pek çok
neşeli bir yemekti bu!
Anya'yı eve götürürlerken tanyeri ağarmak üzereydi. Aşçı kadınlar sepetlerini
kollarına takmış, pazara gidiyorlardı. Mutlu, sarhoş, içi yepyeni duygularla
dolu, son derece yorgun soyundu; kendini yatağa atıp hemen uyudu.
Öğleden sonra ikide oda hizmetçisi uyandırıp Bay Artınov'un onu görmeye
geldiğini bildirdi. Anya aceleyle kalkıp giyindi; konuk salonuna geçti.
Artınov'un gitmesinden hemen sonra Vali Bey gelip akşamki yardımı için
teşekkürlerini bildirdi. Vedalaşırken baygın baygın gözlerinin içine bakıyordu
Anya'nın. Elini öperken yine ziyaretine gelebilmesi için izin istedi ondan ve
gitti. Anya, şaşkın, mutlu, yaşantısında beklediği tuhaf değişikliğin böylesine
çabuk olmasına bir türlü inanamayarak salonun ortasında kalakalmıştı ki, kocası
Modest Alekseyiç girdi içeri... O da güleç, baygın gözlerle bakıyordu ona.
Yüksek, tanınmış kişilerin yanında takındığını her zaman gördüğü yüzündeki o
yaltakçı bağlılık ifadesiyle, karşısında dikiliyordu. Her sözcüğün üzerine
hınçla, alayla basa basa,
-- Defol karşımdan, salak! diye haykırdı Anya.
Bu hakareti yüzünden bir cezaya çarptırılmayacağından emindi.
O günden sonra hiç boş zamanı olmadı Anya'nın. Her gün ya bir kır gezisine, kent
içinde faytonla grup dolaşmasına katılıyor, ya da tatil günü akşamları evlerde
düzenlenen eğlencelere gidiyordu. Her gece sabaha karşı dönüyor, konuk salonunun
kalın halısına uzanıyor, sonra da herkese yana yakıla, çiçeklerin dibinde, halının
 üzerinde uyuduğunu anlatıyordu. Çok paraya ihtiyacı vardı. Artık Modest
Alekseyiç'ten çekinmediği için, kendi parasıymış gibi gönül rahath
72
ğıyla onunkiler! harcıyordu. Hem para için öyle rica minnet ettiği de yoktu; "Bu
kâğıdı getirene 200 ruble ver!", ya da "Bu beye hemen 100 ruble öde!" gibi küçük
pusulalarla görüyordu işini.
İlkbahardaki paskalyada Modest Alekseyiç ikinci derece Anna Nişanı'nı aldı.
Teşekküre gittiğinde Vali Bey gazetesini kenara koyup koltuğuna iyice
gömüldükten sonra pembe tırnaklı bembeyaz parmaklarına bakarak,
-- Şimdi üç Anna'nız var, demek oluyor: biri yakanızda, öteki ikisi boynunuzda,
dedi.
Modest Alekseyiç gülmemek için iki parmağını dudaklarına götürdü:
-- Artık küçük Vlâdimir'in doğmasını beklemekten başka yapacağımız yok, efendim.
Vaftiz babası olmanızı istemek cesa'retini gösterebilir miyim acaba?
IV. derece Vlâdimir Nişanını ima etmişti Modest Alekseyiç. Bu cesaret ve ince
buluşunu her yerde anlatmak heyecanı şimdiden sarmıştı içini. Birşeyler daha
söylemek istiyordu ya, Vali gazetesini alıp okumaya başlamış, başını sallamıştı
ona...
Öte yanda Anya, troykayla dolaşmalarına, Artınov'la ava gitmeye, eğlencelere
katılmaya devam ediyor; babasının evine gün geçtikçe daha seyrek uğruyordu. Uzun
zamandır bir başlarına yemek yemeye alışmışlardı. Pötr Leontiç şimdi daha çok
içiyordu. Paralan yoktu. Akordeonu satalı bir hayli olmuştu. Sokağa çıktığında
düşmesin diye, çocuklar hiç yalnız bırakmıyorlardı onu. Eski Kiyev Sokağında
sürücü yerinde Artınov'un oturduğu bir çift doru at koşulu faytonuyla Anya'ya
rastladıklarında Pötr Leontiç silindir şapkasını çıkararak ona seslenmeye
hazırlandığında Petya ile Andrüşa kolundan çekeliyorlar, yalvarır bir sesle,
-- Hadi, babacığım... İstemez, babacığım... diyorlardı.














İONIÇ
Yeni gelenler S. kentinde kişinin canının sıkıldığından, hayatın tekdüze sürüp
gittiğinden dert yanacak olsalar, kentin yerlileri durumu kurtarmak
istermişçesine bunun tersini iddia eder, kentlerinde yaşamanın pek renkli
olduğunu; S.' nin bir kitaplığının, bir tiyatrosunun, bir kulübünün olduğunu;
sık sık balolar verildiğini; insanın tanışıp iyi komşuluk ilişkileri
kurabileceği aklı başında, değerli, hoş ailelerin bulunduğunu söylerlerdi. Ve en
görgülü, yetenekli aile olarak da Turkin'leri gösterirlerdi.
Bu aile, anacaddedeki vali konağının hemen yanındaki kendi malları olan evde
oturuyordu. İvan Petroviç Turkin, favorili, şişman, yakışıklı bir sarışındı.
Evinde hayır için temsiller düzenler, bu temsillerde general rollerini de kendi
oynar, rol gereği pek gülünç öksürürdü. Birçok fıkra, bilmece, atasözü bilir;
şaka yapmasını, nükteli sözler söylemesini pek severdi. Yüzünde öyle bir anlatım
vardı ki, şaka mı ciddi mi söylüyor anlaşılmazdı. Karısı Vera İosifovna, zayıf,
burundan sıkma gözlüklü, sevimli bir kadındı. Roman ve uzun öyküler yazar,
yazdıklarını seve seve, içtenlikle konuklarına okurdu. Evin tek kızı Katerina
İvanovna ise piyano çalardı. Kısacası, bu ailede herkesin kendine özgü bir
yeteneği vardı. Turkin'ler konuklarını her zaman güleryüzle karşılarlar; seve
seve, tam bir içtenlikle yeteneklerini gösterirlerdi onlara. Büyük taş evleri
oldukça geniş, yaz sıcaklarında serindi. Pencerelerinin yarısı ilkbaharda
bülbüllerin ötüştüğü, yaşlı ağaçların gölgelendirdiği geniş bahçeye bakardı.
Konuklar yukarı salonda otururlarken mutfakta hummalı bir çalışmadır başlar;
bıçak takırtıları, kavrulmuş soğan kokusu bol, lezzetli bir akşam yemeğinin
muştusuyla avluya dolardı.
74
S.'den on verst uzaklıktaki Dyalij'in köy hekimliğine atanan Dmitriy İoniç
Startsev'e de, daha iyice yerleşmeden, aydın bir kişi olarak Turkin'lerle
tanışmasının zorunlu olduğunu söylemişlerdi. Kışın, bir gün sokakta İvan
Petroviç'le tanıştırdılar onu. Havadan, sudan, tiyatrodan, koleradan söz
ettikten sonra Turkin evine buyur etti onu. Startsev ilkbaharda bir tatil günü
göğe çıkma bayramıydı hastalarının vizitesini bitirdikten sonra hem biraz hava
almak, hem de bazı ihtiyaçlarını gidermek için kente gitmeye karar verdi. Yayan,
ağır ağır yürüyor (henüz atı yoktu); kendi kendine şu şarkıyı mırıldanıyordu:
"Feleğin kadehinden
gözyaşı içmeye daha başlamadığım zamanlar..."
Kentte öğle yemeğini bir lokantada yedi. Parkta dolaştı. Sonra birdenbire İvan
Petroviç'in öğüdünü hatırlayarak Turkin'lere uğrayıp nasıl kişiler olduklarını
görmeye karar verdi.
İvan Petroviç dış merdivenlerde karşıladı onu:
-- Buyurun lütfen. Sizin gibi hoş bir konuğu evimizde görmekle çok, pek çok
mutluyum. Gelin, sizi bizim hanımla tanıştırayım.
Salona girdiklerinde karısına,
-- Hastanesinde kapanıp kalmasının Roma hukukuna aykırı olacağını, boş
zamanlarını topluma vermesinin gerektiğini söylüyordum kendilerine, dedi. Haksız
mıyım, sevgilim?
Vera İosifovna, konuğunu kolundan tutarak yanıbaşına oturturken,
-- Buraya oturun, dedi. İstediğiniz gibi kur yapabilirsiniz bana. Kocam pek
kıskançtır, Otello'dan farkı yoktur, ama olsun varsın, kuşkulanmaması için
dikkatli davranırız biz de.
İvan Petroviç, şefkatle mırıldandı:
-- Ah, seni gidi yaramaz civcivim benim...
Ve karısını alnından öptükten sonra konuğuna dönerek ekledi:
75
-- Tam zamanında onurlandırdınız bizleri. Hanımım büyücek bir roman yazdı, bu
akşam konuklarımıza okuyacak onu.
Vera İosifovna, kocasına,
-- Jançik, dedi. Dites que l'on nous donne du the.1 Biraz sonra salona Katerina
İvanovna geldi. Annesine
pek benzeyen, onun gibi ince yapılı, sevimli, on yedi yaşlarında bir kızdı.
Hallerinde çocuksu bir anlatım vardı; beli incecikti. Yeni yeni gelişen bakir
göğüsleri güzel, sağlıklıydı: ilkbaharı, gerçek ilkbaharı söylüyorlardı. Daha
sonra, bal, reçel, gofret ve pek lezzetli, insanın ağzında dağılan çeşit çeşit
reçellerle çay içtiler. Akşamla birlikte konuklar da yavaş yavaş sökün etti.
İvan Petroviç her geleni gülen gözlerle karşılıyor:
-- Buyurun lütfen, diyordu.
Beklenen konuklar gelince büyük bir ciddiyetle konuk salonunda toplandılar. Vera
İosifovna romanını okuyacaktı. Şöyle başladı: "Dondurucu bir soğuk vardı..."
Salonda pencereler sonuna dek açıktı; mutfaktan tahtaya vuran bıçakların
takırtısı işitiliyor, kavrulmuş soğan kokusu geliyordu... Yumuşak, geniş
koltuklarda bir huzur vardı. Salonun loşluğunda ışıklar titreşiyordu. Sokaktan
geçenlerin gürültü ve gülüşmelerinin her yanı sardığı, leylak kokusunun bahçeden
salona dolduğu bu ilkbahar akşamında dondurucu soğuğu; batan güneşin, donuk
ışınlarını baştan başa kar kaplı kırda bir başına yürüyen yolcunun üzerine
düşürmesini anlamak pek güçtü. Vera İosifovna'nın okuduğu roman, köyünde
okullar, hastaneler, kitaplıklar yaptıran genç bir kontesin, gezgin bir
sanatçıya tutulmasının öyküsüydü. Gerçekte hiç olmamış ve olamayacak şeylerdi
bunlar ya, dinlemesi yine de hoştu. Kişinin içi bir rahatlıyor, aklına nedense
iyi şeyler geliyor, kalkmayı çekmiyordu canı...
İvan Petroviç, fısıltıyla,
1. (Fr.) Söyleyiver de çay getirsinler bize. (Çev.)
76
-- Kötü değil... dedi.
Dinlerken düşünceleriyle çok uzaklara giden bir konuk, duyulur duyulmaz bir
sesle yanıtladı onu:
-- Doğru... gerçekten de öyle...
Aradan iki saat geçti. Yakındaki kent parkında bir orkestra çalıyor, koro
şarkılar söylüyordu. Vera İosifovna defterini kapatınca herkes beş dakika
susarak o sırada koronun söylediği 'Luçinuşka'yı dinledi. Romanda olmayanı, yani
gerçeği söylüyordu bu ezgi.
Startsev,
-- Yapıtlarınızı dergilerde yayınlıyor musunuz? diye sordu Vera İosifovna'ya.
-- Hayır, dedi öteki, yayınlamıyorum. Yazıp dolabıma kilitliyorum. Yayınlamam
için bir neden yok ki, yeterince paramız var.
Oradakiler nedense iç geçirdiler. İvan Petroviç, kızına döndü:
-- Kotik, şimdi de sen birşeyler çal bize.
Piyanonun kapağını kaldırdılar, hemen oracıkta hazır bekleyen notaları açtılar.
Katerina İvanovna, oturur oturmaz on parmağını birden vargücüyle tuşlara
indirdi. Hemen arkasından bir daha, .bir daha... Omuz ve göğüsleri titriyor,
inatla hep aynı yere indiriyordu on parmağını birden. Tuşları piyanonun içine
gömünceye dek böyle vuracağa benziyordu. Salon korkunç bir gürültüyle
uğulduyordu. Tavan, döşeme, eşyalar, her şey gümbürdeyip duruyordu... Katerina
İvanovna, güç, ilginçliğini güçlüğünden alan, uzun, tekdüze bir parça çalıyordu.
Dinlerken, yüksek bir dağdan yuvarlanan kocaman kocaman taşlar dolduruyordu
Startsev'in hayâlini. Taşlar durmadan peş peşe yuvarlanıyor, hiç duracağa
benzemiyorlardı. Startsev, bu korkunç yuvarlanışın bir an önce durmasını
istiyor, öte yandan aşırı çabadan yüzü al al olmuş, güçlü, enerjik, perçemi
alnına düşmüş Katerina İvanovna'yı çalarken seyretmek de pek hoşuna gidiyordu.
Dyalij'de hastalar ve köylüler arasında geçirilen uzun bir kıştan sonra böy
77
le zengin döşeli bir konuk salonunda oturup albenili, tertemiz, genç bir kızı
seyretmek; çaldığı gürültülü, can sıkıcı da olsa, önemli müziği dinlemek pek
hoş, pek yeniydi onun için...
Kızı çalmayı bitirip piyanonun önünden kalkınca İvan Petroviç, gözleri yaşlı,
-- Kotik'çiğim, dedi, bu akşam her zamankinden bir başka çaldın. Ölesiye doyurdun
bizi müziğe.
Herkes Katerina İvanovna'nın çevresini almış, onu kutluyor, iç çekiyor,
çoktandır bu kadar tatlı müzik dinlemediklerine birbirlerini inandırmaya
çalışıyorlardı. Genç kız ortalarında hiç konuşmadan, hafif gülümseyerek
duruyordu. Her halinde bir büyüklük, zafer sarhoşluğu vardı.
-- Çok güzel!
Genel heyecana kapılan Startsev de söze karıştı:
-- Çok güzel!
Sonra Katerina İvanovna'ya dönerek,
-- Müzik öğreniminizi nerede yaptınız? diye sordu. Konservatuvarda mı?
-- Hayır, konservatuvara yeni gireceğim. Bu kadarını evde, Bayan Zavkonvska'dan
öğrendim.
-- Liseyi bitirdiniz mi?
Kızının yerine Vera İosifovna karşılık verdi:
-- Hayır! Öğretmenleri eve getirttik. Siz de bilirsiniz ki, lise ya da
enstitülerde çocuk, birtakım kötülüklerin etkisi altındadır. Özellikle kız
çocuğu, büyüme çağında yalnızca annesinin etkisi altında kalmalıdır.
-- Ama yine de konservatuvara gireceğim, diye atıldı Katerina İvanovna.
-- Hayır, Kotik anneciğini sever. Annesiyle babasını üzmeyecek.
Katerina İvanovna, yan şaka yarı ciddi, ayaklarını yere vurarak, nazlı bir
sesle,
-- Olmaz, dedi. Gideceğim! Gideceğim!
Yemekten sonra ise İvan Petroviç gösterdi hünerlerini.
78
Sadece gözleriyle gülerek birçok fıkralar anlattı, şakalar yaptı, gülünç
bilmeceler sordu. Sorduklarını kimseler bilemeyince de yine kendisi çözüverdi.
Kendine özgü, şakacı, uzun çalışmalar sonunda elde edilmiş, çoktan beri günlük
konuşmasına girdiği açıkça anlaşılan bir dille konuşuyordu: büyücek, kötü değil,
kırdım sizi bağışlayın...
Evdeki olağanüstülüklerin hepsi bu kadar da değildi. Karınlarını tıkabasa
doyurmuş, geçirdikleri birkaç saatten son derece memnun konuklar, antrede
birikip pardösülerini, bastonlarını seçerlerken ortalıkta bir o yana bir bu yana
koşup duran on üç on dört yaşlarında, kafası üç numaraya vurdurulmuş, tombul
yanaklı uşak Pavluşka'ya, ya da evdeki adıyla Pava'ya, İvan Petroviç,
-- Hadi, Fava, diye seslendi. Yap numaranı.
Pava, olduğu yerde put gibi durdu, ellerini yukarı kaldırıp son derece acıklı
bir sesle:
-- Ölesiye mutsuz kız! dedi.
Herkes kahkahayla gülmeye başlamıştı.
Startsev, sokağa çıktığında, 'Sıkılmadık,' diye geçirdi
içinden.
Bir meyhaneye girip şarap içti, sonra yine yayan, Dyalij'e yollandı. Yolda hep
şu şarkıyı mırıldandı kendi kendine:
"Senin o sesin bana hem tatlıdır, hem acı..." Dyalij'e kadar olan on versti
yürüdükten sonra yatağına girdiğinde en ufak bir yorgunluk bile hissetmiyordu.
Yirmi verst daha seve seve yürüyebilirdi.
Tam uykuya dalarken 'Kötü değil' sözü geldi aklına, hafifçe gülümsedi.
Startsev, Turkin'lere gitmeyi pek istiyordu ya, hastanedeki işlerinden fırsat
bulamıyordu. Özel işlerine bir saat bile ayıramıyordu. Böyle sıkı çalışmayla
yalnızlık içinde bir yıl geçti. Bir gün mavi zarflı bir mektup getirdiler
Startsev"e...
Vera İosifovna, uzun zamandan beri migrenden dertliy
79
di. Hele, Kotik'in her gün "Konservatuvara gideceğim," diye tutturduğu son
zamanlarda baş ağrısı dayanılmaz bir hal almış, nöbetler sıklaşmıştı. Kentin
bütün doktorları hastanın acılarını dindirmek için ellerinden geleni
yapmışlardı. Öyle ki, sonunda sıra köy hekimine gelmişti. Vera İosifovna,
duygulu bir mektup yazmış, bir an önce gelip acılarını dindirmesi için
yalvanyordu ona.
Startsev, istenildiği gibi en kısa zamanda gelmiş; o günden sonra da sık sık
gidip gelmeye başlamıştı Turkin'lere. Gerçekten de önceleri hafifletmişti Vera
İosifovna'mn acısını. Hasta, her önüne gelene onun bulunmaz, olağanüstü bir
doktor olduğunu söyleyip duruyordu. Ama artık Startsev'in Turkin'lere bu kadar
sık gidip gelmesinin gerçek nedeni Vera İosifovna'nın baş ağrısı değildi...
Gene bir tatil günüydü. Katerina İvanovna piyanoda uzun, yorucu parçalarını
bitirdikten sonra hep birlikte yemek salonunda oturmuşlar, çay içmişler, İvan
Petroviç'in anlattığı fıkralara gülüşüyorlardı. Birdenbire dış kapının zili
çaldı. Kalkıp kapıya gitmek, gelen konuğu karşılamak gerekiyordu. Bir anlık
kargaşadan yararlanan Startsev, Katerina İvanovna'mn kulağına eğilerek:
-- Allahaşkına, yalvarırım, acıyın bana, bahçeye çıkalım! diye fısıldadı.
Heyecandan kalbi duracakmış gibi çarpıyordu.
Kız, Startsev'in ona ne söylemek istediğini anlayamamış, bu önerisine şaşmış
gibi omuzlarını kaldırmıştı, ama yine de yerinden kalkıp bahçeye çıktı. Arkası
sıra yürüyen Startsev,
-- Üç dört saat piyano çalıyorsunuz, diyordu, sonra da annenizin yanma oturuyor,
hiç kalkmıyorsunuz oradan. Konuşmak için fırsat bulamıyorum sizinle. Elinizi,
ayağınızı öpeyim, on beş dakikacık da bana ayırın.
Güz yakındı. Bahçe anlamlı bir sessizliğe, bir hüzne bürünmüştü. İki yanı ağaçlı
yollar solgun yapraklarla örtülüydü. Artık hava da erken kararıyordu. Startsev
devam etti:
80
l-- Bir haftadır göremiyorum sizi, bunun ne dayanılmaz bir acı olduğunu
bilemezsiniz! Oturalım. Birazcık beni dinleyin.
Bahçede ikisinin de sevdiği bir yer vardı: kalın bedenli, yaşlı akçaağacın
dibindeki bank. Gene o banka oturdular. Katerina İvanovna, kuru, bir işadamı
tavrıyla:
-- Ne istiyorsunuz? diye sordu.
-- Bir haftadır göremiyorum sizi diyordum. Böylesine uzun bir zaman sesinizi
işitmedim. Sesinize tutkunum ben, onsuz yapamam. Konuşun...
Katerina İvanovna'nın tazeliğine, gözleriyle yanaklarının saf, temiz anlatımına
vurulmuştu. Giysisinin bedenine oturuşunda bile olağanüstü sevimli, saf ve içten
inceliğiyle dokunaklı birşeyler buluyordu. Bu saflığa karşın, pek akıllı, yaşına
göre pek olgun da geliyordu ona. Oturup edebiyat üzerine, sanat üzerine,
istediği her konuda rahat rahat konuşabilirdi onunla. Ciddi bir konuşma
sırasında bazan olmadık yerde birdenbire kahkahayı koyverdiği, koşarak eve
girdiği . oluyorsa da, hayattan, insanlardan yakınabilirdi ona yine de. Bütün
öteki S. kızları gibi o da çok okuyordu. (S.'de okumayı sevmezlerdi genellikle.
Hatta kitaplık memuru, burayı kapatsalar kızlarla genç Yahudilerden başka kimsenin
 ruhu duymaz, derdi). Katerina İvanovna'nın okuma sevgisi pek hoşuna
gidiyordu Startsev'in. Her görüştüklerinde heyecanlı bir ilgiyle en son ne
okuduğunu sorar, kendinden geçerek Katerina İvanovna'nın yanıtını dinlerdi.
Bahçede sevgili banklarında otururlarken,
-- Görüşmediğimiz son haftada ne okudunuz? diye sordu yine. Yalvarırım, anlatın
bana.
-- Pisemskiy'i.
-- Neyini?
-- 'Bin Run'unu. Pisemskiy'in ne acayip bir soyadı varmış: Aleksey Feofilaktiç!
-- Nereye gidiyorsunuz? diye haykırdı Startsev alçak,
acıklı bir sesle.
Besleme
81/6
Kotik kalkmış, eve gidiyordu. Startsev seslendi arkasından:
-- Sizinle konuşmalıyım, birşeyler açıklamalıyım size... Bari beş dakikacık daha
kalın! Elinizi ayağınızı öpeyim!
Katerina İvanovna bir şey söylemek istiyormuş gibi durdu, sıkılgan bir tavırla
Startsev'in eline bir kâğıt sıkıştırıp koştu, eve gitti, yine piyanosunun başına
oturdu.
"Bu gece saat on birde mezarlıkta, Demetti Anıtının yanında olun" yazıyordu
kâğıtta.
Otele giderken Startsev, "Bu, akıllıca bir buluş değil işte," diye düşünüyordu.
"Böyle bir iş için mezarlık da nereden çıktı? Nereden?"
Bunda anlaşılamayacak bir yan yoktu oysa: kötü bir şaka yapıyordu Kotik. Sokak,
park dururken kentin dışındaki mezarlıkta, hem de gece vakti, randevu vermek
garipliği başka neye yorumlanabilirdi ki? Hem, ah vah etmek, kızlardan mektup
almak, mezarlıklarda sürtmek, bu dönemde bir lise öğrencisinin bile güldüğü
çocukluklar yapmak onun gibi aklı başında, çevresinde saygı gören bu taşra
hekimine yakışır mıydı hiç? Bu serüven nereye götürecekti onu? Ne işler açacaktı
başına? Arkadaşları duyunca ne diyeceklerdi? Otelin oturma salonundaki masalar
arasında bir aşağı, bir yukarı dolaşırken böyle düşünüyordu işte Startsev. Ama
saat on buçukta birdenbire karar değiştirip arabasını acele hazırlattı,
mezarlığa yollandı.
Artık bir çift atıyla, kadife yelekli, Panteleymon adında bir de arabacısı
vardı. Yıldızlı gökyüzünde süzülen dolunayın ısıttığı kent derin bir sessizliğe
gömülmüştü. Bir sonbahar serinliği vardı. Kentin dış mahallelerinden, mezbahanın
bulunduğu yandan köpek ulumaları işitiliyordu. Startsev, arabasını kentin
bilimindeki ara sokaklardan birinde bırakarak, mezarlığa doğru yürümeye başladı.
"Herkesin garip bir yanı olur," diye düşünüyordu. "Kotik'in de var bazı
gariplikleri. Kimbilir? Belki de şaka yapıyordur. Gelecek." Kendisini bu tatlı,
ama boş umuda bırakmış; hazdan başı dönüyordu.
82
Tarlalar arasından geçen yolda bir buçuk saat kadar yürüdü. Mezarlık uzakta bir
orman, ya da geniş bir bahçe gibi simsiyah uzanıyordu. Biraz sonra, beyaz taşla
örülü alçak duvarı, kapısı göründü. Ayışığında kapının üzerindeki yazı
okunabiliyordu: "Vadesi gelecek, o da..."
Startsev parmaklıklı kapıdan geçip içeri girdi. İlk gördüğü, beyaz haçlarla
mezar taşları ve servilerle mezar taşlarının ayışığında iki yanı ağaçlı yollara
düşen kara gölgeleri oldu. Siyah ve beyazdan başka bir şey görünmüyordu çevrede.
Uykulu ağaçlar dallarını beyazlıkların üstüne sarkıtmışlardı. Tarlalardan daha
bir aydınlıktı burası sanki. Vahşi hayvan pençesini andıran akçaağaç yaprakları
yerdeki gri kumda, mermer mezarlar üzerinde kara karaydılar. Mezar taşlarındaki
yazıtlar rahatlıkla okunuyordu. Hayatında ilk kez gördüğü, belki de bir daha hiç
göremeyeceği bir şey şaşırtmıştı Startsev'i ilk anda: başka hiçbir şeye
benzemeyen değişik bir dünya vardı karşısında; ayışığının, beşiğindeymiş gibi
yumuşak, candan olduğu; yaşantının bulunmadığı, bulunamayacağı, ama her karanlık
servisinde, her mezarında sakin, hoş, sonsuz bir yaşantı vaat eden içe
kapanıklığın, bilinmezliğin gizlendiği bir:dünya... Mezar taşlarından, solgun
çiçeklerden yapraklara sinen sonbahar havasından bir veda, hüzün ve sükun kokusu
esiyordu. Her yer, her şey susmuştu. Yıldızlar, dostça bir uzlaşma içinde gökyüzünden
aşağıyı seyrediyorlardı. Startsev'in bu sessizlikte çınlayan ayak sesleri öyle
yersiz ve zamansızdı ki... Uzaklarda kilisenin saati geceyarısını vurmaya
başladığında Startsev kendisini ölü, bu mezarlığa gömülü sandı bir an nedense.
Ansızın birisi onu gözetliyormuş gibi geldi. Burada sükun, sessizlik değil;
yokluğun derin elemiyle içe atılmış umutsuzluğun bulunduğunu düşündü...
Demetti'nin anıtı, tepesinde melek tasviri olan haç biçiminde küçük bir yapıydı.
Yıllar önce bir İtalyan operası S.'ye de uğramış, kadın sanatçılarından biri
temsil sırasında ölünce buraya gömmüşler, bu anıtı da yaptırmışlardı. Bu
83
olay çoktan unutulmuştu kentte. Bakımsız anıtın girişi üzerindeki lâmba
ayışığını yansıtıyor, yanıyormuş gibi parıldıyordu.
Görünürlerde kimsecikler yoktu. Geceyarısı kim gelirdi buralara zaten! Ama yine
de bekliyordu Startsev. Ayışığı iç ateşini kızıştırıyormuşçasına, hırsla
bekliyor, öpüşmeler, kucaklaşmalar canlandırıyordu hayâlinde. Yarım saat kadar
anıtın dibinde oturdu, sonra kalkıp şapkası elinde, dolaşmaya başladı. Bir
yandan yolları gözetliyor, bir yandan da "Bir zamanlar güzel, albenili, seven,
geceleri tutku ateşiyle içleri kavrulan, kendilerini yumuşak okşamalara bırakan
kaç kadın ve kız yatıyordur burada acaba?" diye düşünüyordu. Doğa ana ne kötü
alay ediyordu insanoğluyla! Ne acı bir gerçekti bu! Startsev'in aklından geçen
bunlardı ya, yine de birşeyler istediğini, ne pahasına olursa olsun aşk
aradığını haykırmak geliyordu içinden. Mermer taşlar yerine, utanarak ağaç
gölgelerine saklanmaya çalışan biçimli, pek hoş kadın hayâlleri görüyordu şimdi.
İçine bir sıcaklık doluyor, ciğerleri kavruluyormuş gibi geliyordu ona...
Biraz sonra perde inmiş gibi her şey kayboldu birdenbire; ay bulutların arkasına
kaymış, çevre zifiri bir karanlığa bürünmüştü. Startsev kapıyı güçlükle buldu.
Arabasını bıraktığı ara sokağı bir buçuk saat aradı.
-- Çok yoruldum, dedi Panteleymon'a, ayaklarım taşımıyor beni.
Büyük bir hazla arabasına otururken şöyle geçirdi içinden: "Of, fazla şişmanlık
hiç iyi değil!"
Ertesi gün akşamüzeri evlenme önerisinde bulunmak üzere Turkin'lere gitti
Startsev. Ama yine şansı yoktu, Katerina İvanovna'ya kadın berberi gelmiş,
odasında saçlarını yapıyordu. Kulüpte danslı bir eğlence vardı, oraya gidecekti.
Uzun süre yemek salonunda oturup çay içmesi gerekti. Konuğunun düşünceli ve pek
keyifsiz olduğunu sezen İvan Petroviç, Alman çiftlik kâhyasının köyde gizlilikle
utanmanın ortadan kalktığını haber veren gülünç mektubunu çıkarıp
84
okudu ona.
Startsev, dalgın dalgın dinlerken, "Oldukça yüklü bir drahoma verirler
herhalde," diye düşünüyordu.
Gece hiç uyuyamadığı için tatlı, uyuşturucu bir içki içmiş gibi bir sersemlik
vardı üzerinde. Yüreği mutluluk, sıcaklıkla doluydu. Öte yandan kafasındaki
garip bir soğuklukla ağır bir taş uyarmaya çalışıyorlardı onu:
"Vakit henüz geç değilken vazgeç bu çılgınlıktan!" diyorlardı. "Senin dengin mi
o? Şımartılmış, kaprisli bir kız. Saat ikiye kadar uyuyor. Sen bir köy papazının
oğlu, bir taşra hekimisin..."
"Ne olacak sanki?" diye geçiriyordu içinden. "Olsun varsın."
Taş parçası bırakmıyordu: "Hem onunla evlensen bile kızın ailesi taşra
hekimliğini bırakıp kente yerleşmeni isteyecek."
"Ne olur kente yerleşirsem? Kentte istiyorlarsa kentte yaşarız biz de. Nasıl
olsa drahoma verecekler, onunla bir iş tutmaya çalışırım..."
Sonunda göründü Katerina İvanovna. Omuzlarım açıkta bırakan balo giysisi içinde
daha bir cici, tertemizdi. Startsev onu görünce öyle heyecanlanmıştı ki, tek söz
söyleyemeden yüzüne bakıyor, sadece gülümsüyordu.
Katerina İvanovna, salondakilere allahaısmarladık derken Startsev gitme
zamanının geldiğini, hastalarının beklediğini söyleyerek kalktı; orada kalmasını
gerektiren bir neden
yoktu artık.
-- Elden ne gelir, dedi İvan Petroviç. Gidiniz bari. Geçerken Kotik'i de kulübe
bırakırsınız hem.
Dışarıda yağmur çiseliyordu, zifiri bir karanlık vardı. Arabanın ne yanda
olduğunu ancak Panteleymon'un kısık öksürük sesinden anlayabildiler. Tenteyi
açmıştı Panteleymon.
İvan Petroviç, kızını arabaya yerleştirirken,
-- Bu havada dışarı çıkmak akıl kârı değil ya! dedi. Hadi sür bakalım arabacı.
Güle güle gidiniz, lütfen!
85
Araba karanlığın içine daldı.
-- Dün gittim mezarlığa, diye başladı Startsev. Soyluluğunuz ve iyi
yürekliliğinizle bağdaşmıyor bu davranışınız...
-- Mezarlığa mı gittiniz?
-- Evet, gittim ve saat ikiye dek bekledim orada. Çok üzüldüm.
-- Şakadan anlamıyorsanız üzülün, yeridir.
Ona tutulan bir erkeğe böylesine kurnazca bir şaka yapabildiğinden kıvanç duyan
Katerina İvanovna, böyle aşırı bir tutkuyla sevildiği için de son derece
mutluydu. Kahkahayla gülmeye başlamışken birdenbire korkuyla haykırdı: Araba
kulübün girişine dönüş yaptığı için hafif yana yatmıştı. Startsev fırsatı
değerlendirerek hemen beline sarıldı. Beriki de korkudan iyice yaklaşmıştı ona.
Startsev kendini tutamayıp Katerina İvanovna'yı dudaklarından, boynundan
öperken, daha da çekti onu kendine.
-- Yeter, dedi Katerina İvanovna, soğuk bir sesle.
Birkaç saniye sonra arabadan inmişti bile. Kulübün aydınlık girişindeki polis
memuru iğrenç bir sesle bağırdı Panteleymon'a:
-- Ne bekliyorsun, karga? Çek arabanı bakalım!
Startsev doğru otele gitti. Ama çabuk döndü. Birilerinden bulup buluşturduğu
frakla ve yakanın içinden fırlamak istiyormuş gibi durmadan kabaran beyaz
papyonuyla geceyarısı kulübün konuk odasında oturmuş, Katerina İvanovna'ya
duygulu bir tavırla,
-- Oh, hayatlarında hiç sevmeyenler, ne kadar da habersizlermiş dünyadan!
diyordu. Bence, şimdiye dek kimse aşkı eksiksiz tammlayamamıştır. Bu ince,
mutluluk ve iç sıkısı dolu duyguyu anlatmak pek öyle kolay değildir. Onu bir kez
bile olsa tadanlar sözcüklerle anlatmaya kalkışmazlar. Önsözler, tanımlamalar
neye yarar? Gereksiz güzel sözler de söylemeyeceğim. Aşkım sınırsızdır...
Sonunda dayanamadı:
-- Yalvarırım, köleniz olurum, karım olunuz! dedi.
86
lKaterina İvanovna bir an düşündükten sonra pek ciddi
bir sesle,
-- Dmitriy İonıç, diye karşılık verdi, bana bağışladığınız onura çok çok teşekkür
ederim, size saygım sonsuzdur, ama... ayağa kalkarak sözlerine öyle devam etti:
ama kusura bakmayın, karınız, olamam. Ciddi konuşalım, biliyorsunuz ki, Dmitriy
İonıç, sanatı her şeyin üstünde tutan bir insanım ben. Müziği pek, ama pek çok
seviyorum. Kendimi ona adadım. Bir sanatçı olarak ün yapmak, başarıdan başarıya
koşmak, özgür kalmak istiyorum. Siz ise bu kentte yaşamamı, artık
dayanamayacağım bu boş, bir işe yaramaz yaşantımı sürdürmemi istiyorsunuz
benden. Bir ev kadını olmak ha, bağışlayın, olamaz böyle bir şey! Kişi yüksek,
aydınlık amaçlara yönelmelidir, aile yaşantısıysa hayatımın sonuna dek elimi
kolumu bağlar benim. Dmitriy İonıç (hafifçe gülümsedi: 'Dmitriy İonıç', derken
'Aleksey Feofilaktıç'ı hatırlamıştı), Dmitriy İonıç, siz iyi yürekli, zeki,
üstün bir insansınız. Herkesten üstün bulurum sizi ben... gözlerinde yaşlar
parıldıyordu bütün kalbimle beğeniyorum sizi ya... anlayın beni
ne olur...
Ağlamamak için arkasını Startsev'e dönüp odadan çıktı. Startsev'in yüreği hızlı
çarpmıyordu artık. Sokağa çıktığında ilk iş olarak papyonunu gevşetti, derin bir
soluk aldı. Utanıyordu, gururu kırılmıştı. Önerisinin reddedilebileceğini hiç mi
hiç getirmemişti aklına. Bütün o hayâllerinin, sıkıntılarının, umutlarının, onu,
tiyatrodaki küçük bir aşk oyununda olduğu gibi, böyle aptalca bir sona
götürdüğüne inanamıyordu. Aşkına, duygularına acıyordu. Öyle ki, avazı
çıktığınca bağırmamak, önünde oturan Panteleymon'un geniş sırtına şemsiyesinin
sapını vargücüyle indirmemek için zor tutuyordu kendini.
Üç gün elini bir işe değdiremedi. Uyumadı, bir şey yemedi. Ancak Katerina
İvanovna'nın konservatuvara girmek için Moskova'ya gittiğini duyduktan sonra
biraz kendine gelebildi, eski yaşayışına dönebildi.
87
Zamanla, mezarlıkta beklediğini, o akşam frak bulabilmek için kapı kapı
dolaştığım daha seyrek hatırlıyordu. Aklına geldiğinde tembel tembel gerinerek,
-- Hiç de üşenmemişim! diyordu.
Aradan dört yıl geçti. Kentte pek çok hastası vardı şimdi Startsev'in. Her
akşam, Dyalij'deki hastalarının işlerini alelacele bitirdikten sonra hemen
troykasıyla (artık çıngıraklı bir troykası vardı) kentteki hastalarına koşuyor,
gece geç vakit dönüyordu eve. Şişmanlamış, iyice yağlanmıştı. Nefes darlığı
olduğu için yaya yürüyemiyordu hiç. Panteleymon da hayli şişmanlamıştı. Enine
verdikçe daha bir üzüntüyle solur olmuştu. Acı talihinden yakınıyordu hep: araba
sürmek canına tak etmişti artık.
Startsev çok evlere girip çıkıyor, birçok insanla karşılaşıyor, ama kimseyle
yakın ilişki kurmuyordu. İnsanlar hayat görüşleriyle, konuşmalarıyla, hatta dış
görünüşleriyle nefret uyandırıyorlardı onda. Olaylar, oyun oynarken, yemek
yerken uysal, soylu, hatta zeki görünen bir kişinin yemekle ilgili olmayan bir
konuya, örneğin politika, ya da bilime sıra gelince öyle çıkmazlara girdiğini,
insanın kolunu sallayıp hemen oradan uzaklaşmaktan başka bir şey yapamayacağı
öyle ahmakça, bayağı, filozofça sözler ettiğini öğretmişlerdi ona. Aydın geçinen
bir kentliyle konuşmayı denediğinde, örneğin "Şükür, insanlık ilerliyor, az
zaman sonra pasaport ve ölüm cezaları da kalkar bu gidişle," diyecek olsa,
kentli kaşlarım çatarak kuşkulu kuşkulu gözlerinin içine bakıyor, "O zaman
isteyen istediğini sokak ortasında yatırıp kesmez mi?" diye soruyordu. Akşam
toplantılarında yemekten sonra salonda otururlarken kişinin çalışmasının
gerektiğini, çalışmadan yaşamanın doğru olmadığını söyleyecek olsa, salondakiler
bu sözleri kendilerine edilmiş hakaret sayıyor, hemen sinirli bir tartışmaya
girişiyorlardı onunla. Gerçekten de ne bir iş yapıyor, ne de bir şeyle
ilgileniyorlardı kentliler. Öyle ki, sohbet etmek için onları ilgilendiren bir
konu bulmakta güçlük çeki
88
yordu Startsev. İşte bunun için onlarla konuşmaya başlamaktan daima kaçınıyor,
sadece yiyor ve briç oynuyordu. Bir eve eğlenceye çağrıldığında oturuyor,
tabağından gözlerini kaldırmadan, bir söz bile etmeden yemeğini yiyordu.
Masadakiler konuşuyordu hep tabii. Bayağı, haksız, aptalca şeyler söylüyorlardı.
Startsev'in canı sıkılıyor, heyecanlanıyordu ya, yine de bir şey söylemiyordu.
Daima kaşları çatık sustuğu, tabağına baktığı için bir ad da takmışlardı ona
kentte, Lehlilikle hiç ilgisi olmadığı halde, 'Kızgın Leh' diyorlardı ona.
Tiyatro, konser gibi eğlencelerden kaçıyor, öte yandan saatlerce seve seve briç
oynuyordu. Farkında olmadan etkisine kapıldığı bir eğlencesi daha vardı: gündüz
kazandığı, ceplerini tıkabasa dolduran lavanta, sirke, vaftiz yağı kokulu sarı,
yeşil banknotları çıkarıp tek tek sayıyor, sonra gizli bir yerde biriktiriyordu.
Toplanan banknotlar birkaç yüzü bulunca hepsini birden bankaya yatırıyordu.
Katerina İvanovna'nın gidişinden bu yana geçen dört yılda ancak iki kere, o da
hâlâ migren tedavisi gören Vera İosifovna'nm çağrısı üzerine gitmişti
Turkin'lere. Katerina İvanovna her yaz annesini babasını görmeye geliyordu ya,
olmamış, görememişti onu hiç.
Durgun, serin bir sabahtı. Hastaneye bir mektup getirdiler Startsev'e. Vera
İosifovna onu çok özlediğini, hemen gelip acılarını dindirmesini istediğini, hem
bugün doğum günü olduğunu yazıyordu. Mektubun altında bir de şöyle dip notu
vardı: "Annemin isteklerine ben de katılıyorum. K."
Startsev uzun uzun düşündükten sonra akşamüzeri kalkıp Turkin'lere gitti.
İvan Petroviç, yine yalnızca gözleriyle gülerek,
-- Oo, buyurun lütfen! diye karşıladı onu.
Hayli çökmüş, saçları aklaşmış Vera İosifovna, Startsev'in elini sıkarken
yapmacık soluyarak,
-- Bana hiç kur yapmak istemiyorsunuz, doktor, dedi. Artık uğramıyorsunuz bize.
Sizin için pek yaşlıyım anlaşılan. Balon, genç biri geldi şimdi. Belki o biraz
şanslı olur. Kotik mi ne haldeydi? Zayıflamış, yüzü solmuş, daha bir güzelleşmiş,
serpilmişti. Artık Kotik değil, Katerina İvanovna'ydı. Eski tazeliği, çocuksu
saflığı yoktu üzerinde. Bakışlarında, davranışlarında ürkek, suçlu birşeyler
vardı. Burada, babasının evinde kendi evinde değilmiş gibi çekingendi. Elini
Startsev'e uzatırken,
-- Kaç yaz, kaç kış geçti aradan! dedi.
Yüreğinin heyecanla çarptığı belliydi. Gözlerini kırpmadan, merakla Startsev'in
yüzüne bakarken devam etti:
-- Ne de çok şişmanlamasınız! Yanmış, daha bir olgunlaşmış, ama genel olarak pek
az değişmişsiniz.
Startsev şimdi de hoşlanmıştı Katerina İvanovna'dan; hem pek hoşlanmıştı ya, bir
yanı eksikmiş gibi geliyordu ona. Bir yanı fazla da olabilirdi, bu fazla ya da
eksik olan şeyin ne olduğunu bilemiyordu yalnız, ama dört yıl önceki duyguları
yine yaşamasına bir şey engel oluyordu. Uçuk benzini, şimdiki yüz anlatımını,
hafiften gülümsemesini, sesini sevememişti. Biraz sonra giysilerini, oturduğu
koltuğu da beğenmez oldu. Onunla evlenmeyi istediği geçmişteki her şeyden nefret
ediyordu. Dört yıl önce onu öylesine heyecanlandıranaşkını, hayâllerini,
umutlarını hatırladı, canı sıkılmaya başladı.
Tatlı börekle çay içtiler. Sonra Vera İosifovna son yazdığı romanını okudu.
Gerçekte hiç olmamış, olamayacak şeylerdi yine okudukları. Startsev dinliyor,
Vera İosifovna'nın ak düşmüş biçimli başına bakıyor, bir an önce bitirmesini
bekliyordu.
"Roman yazmasını beceremeyen değil, yazıp da yetersizliğini gizleyemeyen
yeteneksizdir," diye geçiriyordu içinden.
-- Kötü değil, dedi İvan Petroviç.
Daha sonra Katerina İvanovna uzun, gürültülü bir parça çaldı. Bitirdiğinde uzun
süre hayranlıklarını belirttiler, övdüler onu.
"İyi ki evlenmedim onunla," diye düşünüyordu Startsev.
Katerina İvanovna ona bakıyor, herhalde, bahçeye çık
'90
malarını önermesini bekliyordu. Startsev'in ise onunla ilgilendiği yoktu.
Sonunda dayanamayıp yanına sokularak, -- Gelin, biraz konuşalım sizinle, dedi
Katerina İvanovna. Nasılsınız? İşleriniz ne âlemde? Neyiniz var? Hep sizi
düşündüm sesi titriyordu. Mektup yazmak, hatta Dyalij'e gelmek istedim. Bir
keresinde kararımı iyice vermiştim, ama sonra vazgeçtim. Niçin böyle
davranıyorsunuz bana? Bugün öyle bir heyecanla bekliyordum ki sizi...
Allahaşkına bahçeye
çıkalım.
Bahçeye çıkıp dört yıl önceki gibi yine akçaağacın dibindeki banka oturdular.
Bahçe yarı karanlıktı.
-- Nasılsınız? diye sordu Katerina İvanovna.
-- Şöyle böyle.
Startsev'in aklına bir şey gelmiyordu. Bir süre sustular. Katerina İvanovna
elleriyle yüzünü kapayarak,
-- Çok heyecanlıyım, dedi. Ama sizin umursadığımz yok. Moskova'dan döndüğüme
seviniyorum. Ama bir türlü alışamıyorum da.
Katerina İvanovna'nın yüzünü daha yakından görüyordu şimdi Startsev. Yarı
karanlıkta odadakinden daha da genç görünüyordu. Eski çocuksu anlatımı bile
gelmişti yüzüne sanki. Katerina İvanovna da, bir zamanlar onu öylesine tutkuyla,
içten, ama mutsuz seven bu erkeği daha yakından görmek istiyormuş gibi katıksız
bir merakla Startsev'in yüzüne bakıyor; gözleri bu aşk için ona sonsuz
minnettarlıklar anlatıyordu. Startsev de hatırladı geçmişi: mezarlıkta
bekleyişini, gün ağarırken yorgun argın eve dönüşünü... Ve birdenbire bir
sıkıntı düştü içine, acı bir pişmanlık duydu yaptıklarına. İçinde bir ateş yavaş
yavaş yanmaya başlamıştı.
-- Sizi kulübe götürdüğüm akşamı hatırlıyor musunuz? dedi. Yağmur yağıyordu...
İçindeki ateş tutuşmuştu artık. Hep konuşmak, dünyadan, insanlardan yakınmak
istiyordu... Göğüs geçirdikten sonra,
-- Eh! dedi. Nasıl olduğumu soruyorsunuz. Nasıl olabilirim? Yaşlanıp şişmanlamak,
kendimizi koyvermekten başka ne yapabiliriz? Günler birbirini kovalıyor, ömrümüz
tükeniyor; biz de sıkıcı, anısız ve düşüncesiz yaşantımızı sürdürüp gidiyoruz...
Gündüzleri hastalarımla uğraşıyorum, akşamları kulüpte nefret ettiğim
kumarbazların, alkoliklerin, mıymıntıların arasında vakit geçiriyorum.
Anlayacağınız dayanılmaz bir hayatım var.
-- Oysa soylu bir mesleğiniz var. Eskiden hastanenizden konuşmayı pek severdiniz.
O zamanlar ben de bir gariptim ki sormayın. Kendimi büyük bir piyanist
sanıyordum. Her genç kızın piyano çalabileceğim düşünemiyordum. Ben de başkaları
kadar çalıyordum ve ötekilerden üstün yanım yoktu. Annemin yazar olduğu kadar
ben de piyanistim işte. Kuşkusuz, o zamanlar anlayamıyordum sizi, ama Moskova'da
hep sizi düşündüm. Sadece sizi düşünüyordum da diyebilirim. Bir taşra hekimi
olmak, acı çekenlere, halka yardım edebilmek ne büyük mutluluktur! Moskova'da
sizi düşündüğümde üstün, ülküsel bir kişiydiniz benim için...
Startsev akşamlan sonsuz bir hırsla ceplerinden çıkarıp saydığı banknotları
hatırladı; içinde biraz önce tutuşan ateş hemencecik sönüverdi.
Eve gitmek için ayağa kalktı. Katerina İvanovna koluna girerek konuşmasına devam
etti:
-- Ömrümde tanıdığım insanların en iyisisiniz. Sık sık görüşüp dertleşeceğiz,
değil mi? Söz verin bana. Artık bir piyanist değilim ben, kendimi buldum.
Yanınızda ne çalacağım, ne de müzikten söz edeceğim.
İçeri girdiklerinde Startsev aydınlıkta Katerina İvanovna'nın yüzünü, elem dolu,
minnetle kendisini süzüp birşeyler arayan gözlerini görünce yine huzuru kaçtı,
"İyi ki evlenmedim onunla," diye geçirdi içinden yine. Hemen gitmeye hazırlandı.
Onu geçirirken İvan Petroviç,
-- Akşam yemeğini yemeden gitmeniz Roma hukukuna
92
aykırıdır, dedi. Pek sert bir davranış oldu bu. Sonra Pava'ya dönerek ekledi:
-- Hadi bakayım, Pava, yap numaram.
Artık çocukluktan çıkıp bıyıklı bir delikanlı olan Pava yine put gibi durarak
kollarını havaya kaldırdı, acıklı sesiyle:
-- Ölesiye mutsuz kız! dedi.
Bütün bunlar sıkıyordu Startsev'i. Yaylı troykasına binince, bir zamanlar onun
için pek değerli olan karanlık eve, bahçeye bakarken birdenbire Vera
İosifovna'nın romanlarını, Kotik'in piyano çalışını, İvan Petroviç'in zekice
sözlerini ve Pava'nın acıklı sesini hatırladı. "Kentte en yetenekli kişiler
bunlarsa gerisi de öyle olur tabii," diye geçirdi içinden.
Üç gün sonra Pava, Katerina İvanovna'dan bir mektup
getirdi ona.
"Hiç bize gelmiyorsunuz, niçin?" diye yazıyordu. "Bize karşı değişmiş
olabileceğinizden korkuyorum. Bunu düşünmek bile tüylerimi ürpertrneye yetiyor.
İçimi rahatlatın, gelip her şeyin eskisi gibi olduğunu söylevin bana. Sizinle
konuşmaya çok ihtiyacım var. Katerina'nız."
Mektubu okuduktan sonra bir an düşünüp Pava'ya: -- Bugün .çok. işimin, olduğunu,
gelemeyeceğimi söyle, canım, dedi Startsev. Üç gün sonra gelebilirim belki.
Ama, aradan üç gün, bir hafta, iki hafta geçti, yine de gitmedi Turkin'lere. Bir
keresinde evlerinin yakınından geçerken bir uğramasının iyi olacağım geçirdi
aklından, ama çabuk vazgeçti. Yoluna devam etti.
Ondan sonra da bir daha görmedi Turkin'leri.
Aradan birkaç yıl daha geçti. Startsev iyice şişmanlamış, yağlanmıştı. Sık sık
soluyor, yürürken başım geriye atıyordu. Tombul, kırmızı yanaklarıyla yine onun
gibi şişko, kırmızı yanaklı, kalın enseli Panteleymon'un sürücü yerine oturup
kollarını değnek gibi dümdüz öne uzatarak, karşıdan gelen arabacılara "Sağdan
gel!" diye bağırarak sürdüğü çıngı
93
raklı troykasıyla sokaklardan geçerken duygulu bir görünüm belirirdi. Sanki
geçen insan değil de, bir Olimpos tanrısıydı. Hasta sayısı pek kabarıktı. Soluk
alacak boş zamanı yoktu. Artık büyükçe bir çiftlik ve kentte iki ev sahibiydi.
Şimdi de bir üçüncüyü almaya hazırlanıyordu. Bankada satılacak bir evden söz
etseler ona, hemen kalkıyor, hiç sıkılmadan, doğruca sözü edilen eve gidiyor,
korku ve şaşkınlıkla yüzüne bakan yarı çıplak kadınlara, çocuklara aldırış
etmeden bütün odaları dolaşıyor, bastonuyla kapılara vurarak,
-- Bu çalışma odası mı? Burası yatak odası mı? Peki burası ne? diye soruyordu.
Bir yandan da sık sık soluyor, alnında biriken terleri mendiliyle siliyordu.
İşi çoktu ya, hekimliği yine de bırakmamıştı. Para hırsı sarmıştı benliğini bir
kere, hem oraya hem buraya yetişmeye çalışıyordu. Dyalij'de de kentte de sadece
İonıç diye çağırıyorlardı onu. "İonıç nereye gidiyor?" ya da "İonıç'ı çağırsak
mı dersiniz?"
Gırtlağı yağ bağladığı için daraldığından olacak, sesi incelmiş, tizleşmişti.
Kişiliği de değişmişti bu arada: daha bir çekilmez, huysuz olmuştu. Hastalarını
muayene ederken ufak bir şeyden sinirleniveriyor, bastonunu sabırsızca yerlere
vurarak o kulak tırmalayan sesiyle bağırıyordu.
-- Lütfen, yalnız sorularıma yanıt veriniz. Boş şeyler söylemeyin!
Tekbaşına oturuyordu. Sıkıcı bir yaşayış sürdürüyor, hiçbir şeyle
ilgilenmiyordu.
Dyalij'deyken Kotik'e olan tutkusu tek ve herhalde, son mutluluğuydu. Akşamları
kulüpte briç oynuyor, sonra masaya yalnız başına oturup yemeğini yiyordu.
Hizmetini oranın en eski garsonu İvan görüyor, daima 17 numaralı yeri ayırıyordu
ona. Kulüpteki bütün görevliler; aşçısı, garsonları... neleri sevdiğini neleri
sevmediğini biliyor, ellerinden geldiğince sevdiği şeyleri yapmaya
çalışıyorlardı. Yoksa, Tanrı korusun, hemen kızar, bastonuyla döşemeyi dövmeye
başlardı...
94
Yemek sırasında başını kaldırıp genel söyleşilere katıldığı pek seyrek oluyordu:
-- Neden söz ediyorsunuz? Ha? Kimi?
Yan masalardan birinden Turkin'lerin adını duysa:
-- Turkin'lerden mi konuşuyorsunuz? diye soruyordu. Hani şu, kızları piyano
çalıyor?
Onun hakkında söyleyebileceğimiz bu kadar işte.
Turkin'lere gelince: İvan Petroviç hiç yaşlanmadı; yine eskisi gibi şakalar
yapıyor, fıkralar anlatıyor. Vera İosifovna yazdığı romanları seve seve,
içtenlikle okuyor konuklarına. Kotik her gün üç dört saat piyano çalıyor. Belli
belirsiz yaşlanmış. Hasta olsa gerek, her yaz annesiyle Kırım'a gidiyor. Onları
yolcu ederken İvan Petroviç tren hareket ettiğinde gözyaşlarını silerken,
-- Güle güle gidiniz, lütfen! diye sesleniyor arkalarından.
Ve mendilini sallıyor.





KABUĞUNA SİNMİŞ ADAM
Geç kalan avcılar, Muhtar Prokofıy'in Mironositskiy Köyünün ucundaki
samanlığında gecelemeye hazırlanıyorlardı. İki kişiydiler: Veteriner İvan İvanıç
ile lise öğretmeni Burkin. İvan İvanıç'in 'Çişma Himalayskiy' diye kendisine hiç
de yaraşmayan iki isimden oluşan pek acayip bir soyadı vardı. Bu yüzden çevrede
herkes yalnız küçük adıyla çağırırdı onu. Kent dışındaki harada kalırdı. Temiz
hava almak için arasıra böyle ava çıktığı olurdu. Öğretmen Burkin, yaz aylarını
Kont P.'lerden geçirirdi. Buralarda tanımayan yoktu onu.
İkisinin de uykusu yoktu. Uzun boylu, zayıf, sivri bıyıklı bir ihtiyar olan İvan
İvanıç, kapının dışında oturmuş piposunu tüttürüyor, ay yüzünü aydınlatıyordu.
İçeride, samanların üzerinde uzanan Burkin ise karanlıkta kaldığı için
gözükmüyordu.
Şuradan buradan konuşuyorlardı. Söz döndü dolaştı, muhtarın karısı Marva'ya
geldi: Kafası işleyen, sağlam bir kadın olduğu halde, ömründe bir kere bile
doğup büyüdüğü köyden dışarı çıkmayışından ne kenti, ne demiryolunu gördüğünden,
on yıldır gündüzleri sobanın arkasında pinekleyip geceleri ıssız yollarda yalnız
başına dolaştığından söz ediyorlardı.
-- Bunda şaşılacak bir yan yok! dedi Burkin. Salyangoz gibi kendi kabuğuna sinmek
eğiliminde az insan vardır yeryüzünde. Kimbilir, bu belki ataerkil yapının
yasaları uyarınca eskiye, daha toplumsal yaşayışa geçmemiş, mağarasında bir
başına yaşayan ilk insana bir dönüş, belki de insan yaratılışının her zaman
görülebilen yasadışı bir örneğidir. Doğabilimci olmadığım için bu konuda
söyleyecek fazla şeyim yok. Ama şu kadarım biliyorum ki, Mavra gibileri az
değildir yer yüzünde. Uzağa gitmeye ne gerek, daha iki ay önce Belikov adında bir
arkadaşım öldü. Bizim lisenin Latince öğretmeniydi. Hakkında anlatılanlardan bir kısmını
sanırım siz de duymuşsunuzdur. Çok sıcak havalarda bile çizmelerini ve pamuk
astarlı paltosunu çıkarmaması, şemsiyesini bir an bile elinden bırakmaması
yüzünden kentte herkes tanırdı onu. Şemsiyesi de, saati de, yalnız kalem açmak
için çıkardığı çakısı da birer kılıf içindeydiler daima. Palto yakaları her
zaman kalkık durduğu için yüzü bile kılıflı gibiydi. Siyah gözlük takar, siyah
gömlek giyer, kulaklarını pamukla tıkardı. Faytona bindiğinde ilk işi sürücüye
tenteyi çekmesini söylemek olurdu. Sözün kısası, varlığını bir örtüyle gizlemek
ve çevresinde kendisini dış etkenlerden koruyup yalnız kalmasını sağlayacak bir
kılıf yaratmak eğilimi vardı. Bu oldukça güçlü bir duyguydu onda. Gerçekler
sinirini bozuyor, ürkütüyordu onu. Belki de bu korkusunu, yaşadığı zamandan
tiksintisini haklı gösterebilmek çabası içinde daima geçmişi, hiç var olmayan
şeyleri över dururdu. Gerçeklerden gizlenmesine yarayan şemsiyesi, çizmeleri ile
öğretmeye çalıştığı Latince aynı şeydi onun için. Gözleri parlayarak,
"-- Ah! derdi. Ne hoş ve gür bir dildir şu Latince. "Ve sözlerinin doru olduğu
kanıtlamak ister gibi, gözlerini kısarak, parmağını sallayarak eklerdi: "--
Antropos!
"Belikov'un, düşüncelerini de kılıfta saklamaya çalışır bir hali vardı. Bazı
hareketleri yasaklayan genelge ve gazete yazılarından başka bir şeye güvenle
inanamazdı. Bir genelge öğrencilerin akşam saat ondan sonra sokağa çıkmalarını
ya da bir gazete yazısı cinsel ilişkileri yasaklıyorsa, artık bunu başka bir
şeklini düşünemezdi. Yasak yasaktı onun için: İzinlerde ise her zaman kuşkulu,
açık söylenilmemiş, bulanık bir yan arardı. Kentte bir tiyatro, okuma ya da çay
salonu açılmasına izin çıksa başını sallar, alçak bir sesle,
"-- Tabii haklılar, derdi. Bütün bunlar iyi ya, altından bir çapanoğlu çıkmasa.
Besleme.
97/7
"Kendisiyle hiç ilişiği yokmuş gibi görünen en küçük bir yasadışı hareket son
derece üzer, umutsuzluğa düşürürdü onu. Arkadaşlarından biri kiliseye geç kalsa,
öğrencilerden birinin yaramazlığı duyulsa ya da memurelerden biri gece geç vakit
bir subayla dışarıda görülse hemen heyecanlanır,
"-- Altından bir çapanoğlu çıkmasa bari, derdi.
"Çocuk eğitimi konusunda ileri sürdüğü fikirlerdeki aşırı ürkeklik ve
kuşkuculuğuyla, gerçekten kılıflı iddialarıyla ne kadar da umutsuzluğa düşürürdü
bizleri! Kız ve erkek liselerinde gençliğin gemi azıya aldığını, sınıflarda çok
gürültü olduğunu, bunları yukarının duymasından, altından bir çapanoğlu
çıkacağından korktuğunu, ikinci sınıftan Petrov, dördüncü sınıftan Yegor atılsa
çok iyi olacağını söyler dururdu. Sonunda ne oldu biliyor musunuz? İç
çekmeleriyle, acınmalarıyla, renksiz, küçücük yüzünün ortasındaki gerçekten
kokarcanınki gibi küçücüktü yüzü siyah gözlükleriyle sonunda hepimizi yendi.
Yenilgiyi ister istemez kabullenmiştik: Önce 'hal ve gidiş'ten Petrov ile
Yegor'un birer notunu kırdık, bir zaman sonra cezayı daha ağırlaştırarak izinsiz
bıraktık ve sonunda okuldan attık onları...
"Belikov'un pek yadırganan bir huyu daha vardı: öğret? men arkadaşlara konukluğa
giderdi. Girer oturur denetlemeye gelmiş gibi hiç konuşmadan duvarlara, eşyalara
bakardı. Bir iki saat böylece oturduktan sonra kalkıp giderdi. Bunun adına da
'Arkadaşlarla iyi ilişkileri sürdürmek,' derdi. Bu ziyaretlerin ona pek sıkıcı
ve ağır geldiği açıktı ya, bir arkadaşlık görevi sayıyordu bunu kendince. Biz
öğretmenler son derece çekinirdik ondan. Müdür bile korkardı, inanın.
Öğretmenler az çok mürekkep yalamış, Turgenyev'i, Sçedrin'i okumuş, kafası
işleyen insanlardır, değil mi? Ama gelin görün ki, çizme ve şemsiye ile dolaşan
bu adam tam on beş yıl okulu avucunun içinde tuttu! Yalnız okulu mu? Bütün
kenti! Aman belki o duyar gibi eşlerimiz cumartesi akşamlan toplanıp şöyle bir
eğlenemezler, oruç ayında din adamları onun yanında et yemekten, iskambil
oynamaktan çekinirlerdi. Son
98
onon beş yıldan beri onun etkisiyle kentte herkes, her şeyden korkar olmuştu.
Yüksek sesle konuşmaktan, mektup yazmaktan, uygunsuz kaçabilecek bir dostluğa
başlamaktan, kitap okumaktan, yoksullara yardım etmekten, onları okutmaktan
çekmiyorlardı..."
İvan İvamç bir şey söylemek istiyor gibi öksürdü, piposundan bir çekti, ay1 a
baktı ve tane tane konuşarak:
-- Evet, dedi. Kafası işleyen, Turgenyev'i de, Sçedrin'i. de, daha birçoklarını
da okumuş öğretmenler boyun eğdiler... Böyle işte.
Burkin hikâyesine devam etti:
"Belikov ile aynı apartmanda oturuyorduk. Dairelerimiz aynı katta, kapılarımız
karşı karşıyaydı. Sık sık görüşürdük. Evdeki yaşantısını da biliyordum. Orada da
aynı durum vardı: pijama, külah, panjurlar, kapı sürmeleri, bir sürü yasaklar ve
'altından bir çapanoğlu çıkmasa!'lar... Oruç ayında hamur işi yese mideye zarar,
et yese olmaz: birisi duyar ya da görür de 'Belikov oruç tutmuyor,' diye söz
ederler sonra... Bunun da bir yolunu bulmuştu, tereyağında alabalık kızarttırıp
yerdi. Bu belki oruç yemeği değildi, ama orucu bozacağını da kimse iddia
edemezdi ya... Birinin aklına kötü bir şey gelir diye evine kadın hizmetçi
sokmazdı. Afanasiy adında beceriksiz, yarım akıllı, askerliğinde emirerliği
yapmış, şöyle böyle yemek pişirebilen, altmış yaşlarında bir adamı aşçı olarak
tutmuştu. Afanasiy, ellerini göğsünde bağlar, kapıda dikilir, derin derin
soluyarak durmadan aynı şeyi mırıldanırdı: "-- Eskiden böyle miydi ya!..
"Belikov'un yatak odası kutu gibi küçücüktü. Karyolasını koyu bir cibinlik
kuşatırdı. Yatağa girer girmez başını yorganın altına sokar, kalkıncaya kadar
bir daha dışarı çıkarmazdı onu. İçeride daima sıkıcı, boğucu bir hava olurdu.
Rüzgâr, kapalı pancurları, kapıları tıkırdatır, sobada ıslık çalar, mutfaktan
Afanasiy'in öfkeli solumaları işitilirdi...
"Yorganın altında boğulacak gibi olurdu. Kötü birşeyler olacağını, Afanasiy'in
onu kesmek istediğini, hırsızların eve
99
girmeye hazırlandıklarını kurar kurar, sonra sabahlara kadar kötü kötü düşler
görürdü. Ve sabahleyin birlikte okula giderken hep solgun yüzlü, sıkıntılı
görürdüm onu. Gitmekte olduğu kalabalık, gürültülü liseden ürktüğü, çekindiği
belli olurdu hareketlerinden. Benimle yürümekten bile sıkılırdı. Ve bu can
sıkıntısını gizleyebilmek için,
"-- Son zamanlarda çocuklar sınıflarda çok gürültü ediyorlar, derdi. Bu kadarı
hiç olmamıştı.
"Ve bu Latince öğretmeni, bu kabuğuna çekilmiş insan, inanır mısınız, az kalsın
evleniyordu."
İvan İvanıç, birden dönüp içeri baktı:
-- Şaka ediyorsunuz!
-- Hayır, ciddi söylüyorum, inanılacak şey değil, ama ramak kalmıştı evlenmesine.
Kovalenko, Mihail Şavviç Kovalenko adında Ukraynalı bir tarihcoğrafya öğretmeni
atanmıştı bize. Ablası Varenka ile geldi. Uzun boylu, esmer, iriyan, kocaman
elli, kalın sesli bir gençti bu. Sıtma görmemiş bir sesi vardı, konuşurken
gümbür gümbür ederdi... Ablası ise genç kızlık çağını arkada bırakmış, otuz
yaşlarında, kara kaşlı, kara gözlü, al yanaklı, kardeşi gibi iriyarı ve uzun
boylu bir kızdı. Kız dedim ya, eni konu geçkin bir şey olduğunu
kestirmişsinizdir. Öyle canlı, neşeli, gürültücü halleri vardı ki... Durmadan
Ukrayna halk şarkıları söyler, kahkahayla gülerdi. En küçük bir şey olsa ha, ha,
ha! diye yüksek perdeden kahkahayı koyverirdi. Hatırlıyorum, Kovalenko'larla
müdürün yaş günü partisinde tanışmıştık. Her zaman ciddi, ciddi oldukları kadar
da sıkıcı, yaş günü partilerine bile zoraki giden öğretmenler arasına köpüklerin
içinden birdenbire bir Afrodit doğuyor: ellerini beline koymuş ortalarda
dolaşıyor, neşeli kahkahalar atıyor, şarkı söylüyor, oynuyor... Önce duygulu bir
sesle 'Rüzgâr esiyor' şarkısını söylemişti. Peşinden bir iki halk şarkısı daha
söyledi. Hepimiz mest olmuştuk. Belikov bile hayran hayran dinliyordu onu.
Şarkılar bitince gidip yanına oturmuş, tatlı tatlı gülümseyerek,
"-- Ukrayna dili de Latince gibi kulağı okşayıcı ve gür
100
sesli bir dil, demişti.
"Bu yakınlık kızın hoşuna gitmiş olacak ki, heyecanlı heyecanlı yurdunu,
Gadyaçeski ilindeki çiftliğini anlatmaya başlamıştı. Annesi çiftlikte
kalıyormuş, öyle armutlar, öyle kavunlar, kabaklar yetişirmiş ki orada... O kadar
lezzetli, o kadar lezzetli borsç çorbası yapılırmış ki, tadına doyum
olmazmış!..
"Ağzımız açık onlara bakıyorduk. Hepimiz aynı şeyi düşünüyorduk. Müdürün eşi
kulağıma eğilerek,
"-- Onları evlendirirsek mi, ne dersiniz? diye fısıldadı. "Nedense hepimiz aynı
anda Belikov'un bekâr olduğunu hatırlamıştık. Bir arkadaşımızın yaşantısındaki
böyle önemli bir ayrıntının şimdiye dek dikkatimizi çekmemiş olmasına
şaşıyorduk. Acaba kadınlar hakkında ne düşünüyordu? Bu önemli konudaki
sorunlarını nasıl çözümlüyordu? Bu sorularla daha önceleri hiç ilgilenmemiştik.
Belki de, sıcak yaz günlerinde bile çizmeyle gezen, cibinliksiz uyuyamayan bu
adamın, birini sevebileceğine olasılık vermiyorduk. Müdürün eşi, kulağıma
fısıldamaya devam ediyordu:
"-- Kırk yaşını geceli hayli oluyor, kız da otuzunda... Varenka'nın bu işe hayır
diyeceğini sanmam.
"Can sıkintısından neler yapılmaz ki taşrada! En akla hayâle gelmeyecek
saçmalıklar, delilikler! Bu durum, yapılması gereken şeylerin yapılmayıp da boş
şeylerle uğraşılmasından ileri geliyor bence. İşte bu avarelikten olacak, evli
halini düşünemediğimiz bir adamı evlendirmeyi koymuştuk aklımıza. Müdürün,
müfettişin ve öteki öğretmenlerin eşleri, hayatın amacını görmüş, anlamış gibi
birdenbire kendilerini bulmuşlardı. Bir akşam müdürün eşi, tiyatroda bir loca
kiralıyor. Bir de ne görüyoruz, elinde süslü püslü bir yelpazeyle Varenka da sağ
yanında oturmuyor mu? Mutlu mu mutlu, gözleri pırıl pırıl... Yanında da Belikov
süklüm püklüm... Evden kerpetenle sökülüp alınmış gibi bir hali var. Bir akşam
yemeği verecek oluyorum, kadınlar Belikov ile Varenka'yı buyur etmem koşuluyla
kabul ediyorlar. Anlayacağınız, ka
101
zan durmadan kaynıyordu. Sonunda Varenka'nın bu evliliğe seve seve atılacağı
çıktı ortaya. Kardeşiyle aralan pek iyi değildi zaten. Her gün kavga gürültü
vardı aralarında. Örnek mi istiyorsunuz? Buyrun: Bir keresinde sokakta
bağrışmışlardı. Eve dönüyorlardı, önde iriyarı, insan azmanı Kovalenko, sol
elinde bir paket kitap, ötekinde kocaman budaklı bir sopa, kasketinin altından
saçları alnına düşmüş, üzerinde yamalı bir gömlek, yürüyordu. Kolları yine kitap
dolu ablası iki adım arkasından söylene söylene geliyordu:
"-- O kitabı okumadın sen, Mihail! Yemin ederim ki okumadın! diyordu.
"Kovalenko elindeki sopayı parke taşlarına hırsla vurarak,
"-- Okudum! diye bağırıyordu. Kaç kere söyleyeceğim, okudum işte!
"-- Hey Allahım! Niçin kızıyorsun, canım? Güzel güzel konuşamaz mısın sen?
"Kovalenko, bu kez daha da yüksek sesle bağırıyordu:
"-- Okudum diyorum sana! Kes artık!..
"Evde de aynı hır gür vardı. Birbirini yer dururlardı. Böyle bir yaşantı tabii
ki bıktırmış olmalıydı kızı. Kendi evceğizi olsun isterdi. Yaşını da hesaba
katıyor olmalıydı. Böyle durumlarda insan evlenmek için adam seçmez, kim çıkarsa
karşısına evlenir gider. Evleneceği erkek bir Latince öğretmeni olsa bile...
Hem, bizim kızlarımız için, evlenecekleri kimse değil, evlenmek önemlidir. Her
ne hal ise, Varenka, Belikov'a açıktan açığa aşırı ilgi gösteriyordu.
"Ya Belikov? Bizlerin ziyaretimize geldiği gibi Kovalenko'lara da gidiyordu.
Girip oturuyor ve bir sözcük bile söylemeden yine duvarları seyrediyordu. O
sustukça Varenka ya 'Rüzgâr esiyor'u söylüyor, ya dalgın dalgın ona bakıyor, ya
da birdenbire kahkahayı basıyordu: "--Ha, ha, ha!..
"Aşkta, özellikle evlenme konusunda telkinin çok büyük rolü vardır. Hepimiz,
arkadaşlar ve hanımlarımız Beli
102
kov'un, artık hayatta onun için yapılacak tek akıllıca işin evlenmek olduğuna
inandırmaya, ayartmaya çalışıyorduk. 'Nikâh pek ciddi bir adımdır', 'Varenka
güzel ve ilginç bir kızdır', 'Öyle basit bir kimse olduğu sanılmasın sakın,
babası kolbaşıydı', 'Hem çiftliği de var', 'Size ilgi gösteren, içten olan tek
kızdır' gibi bir sürü ipe sapa gelmez sözleri büyük bir ciddiyetle söyleyerek
adamcağızın başını döndürdük. Ve sonunda evlenmesinin gerektiğine kendisi de
inanır oldu." İvan İvanıç araya girdi:
-- Önce çizme ve şemsiyesini attırsaydınız bari.
-- Uğraştık, ama başaramadık bir türlü. Varenka'nın bir resmini masasının üstüne
koymuştu. İkide bir bana geliyor, Varenka'dan, aile mutluluğundan, nikâhın
ciddi bir adım olduğundan, Kovalenko'lara gittiğinden dem vuruyordu. Öte yandan,
yaşayışını hiç mi hiç değiştirmemişti. Aksine, evlenme düşüncesi, kabuğunun daha
da derinlerine çekilmesine yol açmıştı. Zayıflamış, rengi iyiden iyiye uçmuştu.
Bir keresinde cansız cansız gülümseyerek,
"-- Varvara Savvişna'dan hoşlanıyorum, demişti bana. Her insanın bir yuva kurmak
zorunda olduğunu biliyorum, ama... Her şey o kadar birdenbire oldu ki... Çok
düşünmek gerek.
"-- Düşünecek ne var? dedim. Evlenin, olsun bitsin.
"-- Olmaz, evlenme öyle basit bir şey değildir. İnsan önce, üzerine almaya
hazırlandığı tüm sorumluluk ve zorunlulukları taşıyabileceğinden iyice emin
olmalıdır... Sonra altından bir çapanoğlu çıkar. Çok kaygılandırıyor beni bu.
Gece sabahlara kadar uyuyamıyorum. Niçin gizleyecekmişim, korkuyorum: kardeşinin
de onun da öyle garip fikirleri var ki, bizden çok başka türlü düşünüyorlar.
Yaratılışı da çok hareketli. Evlenirsin, bir zaman sonra, Allah saklasın, tatsız
bir durum çıkar ortaya... O zaman da ayıkla pirincin taşını bakalım...
"Evlenme önerisini bir türlü yapamıyordu. Her gün erteliyordu niyetini. Bu durum
müdürün eşiyle öteki hanımları
103
son derece üzüyordu tabii. Sorumluluk ve zorunlulukları gözünde büyütüyor, ama
öte yandan her gün Varenka ile dolaşıyordu. Bunun normal olduğunu, durumunun
öyle davranmasını gerektirdiğini sanıyor olmalıydı. Aile mutluluğu üzerine
konuşmak için hemen her güri bize geliyordu. Her şeye karşın, hiç beklenilmedik
büyük bir skandal patlak vermeseydi, avarelik ve sıkıntıdan taşrada önayak
olunan gereksiz ve saçma evliliklerden biri daha birleşme ile sonuçlanacaktı.
Şunu da söyleyeyim ki, Varenka'nın kardeşi Kovalenko, ilk görüştükleri günden
beri Belikov'dan nefret ediyordu. Görecek gözü yoktu onu. Omuzlarını kaldırarak,
"-- Bir türlü akıl erdiremiyorum, derdi. Herkesin işine burnunu sokan bu pis
herife, iğrenç yüzüne nasıl dayanabiliyorsunuz? Böyle bir kentte nasıl
yaşıyorsunuz, şaşıyorum. Havası insanı boğacak gibi oluyor. Sözümona
öğretmensiniz. Ne gezer?.. Kafalarınızın içi tın tın. Yasalara körü körüne
bağlı, beyni küflenmiş bir polis memurundan farkınız yok. Bu böyle gitmez canım;
sizin gibi insanlarla bir arada yaşayamam. Hemen Ukrayna'ya, çiftliğime dönüp
ıstakoz avlar, köylü çocuklarına birşeyler öğretmeye çalışırım daha iyi. Sizi
yalancı peygamberinizle baş başa bırakacağım, ne haliniz varsa görün.
"Bazan gözlerinden yaş gelen dek o gürültülü sesini bir inceltip bir
kalınlaştırarak kahkahayla güler, sonra kollarını iki yana açarak,
"-- Bizim eve de niçin gelir bilmem, dediği olurdu. Ne istiyor bizden? Gelip
oturuyor, duvarlara bakıp bakıp bir şey konuşmadan çekip gidiyor.
"Belikov'a bir ad bile takmıştı: 'Örümcek' diyordu ona. Ablası Varenka'nın
'Örümcek'le evlenmeye hazırlandığını hiçbirimiz söyleyemiyorduk ona tabii.
Müdürün eşi, bir keresinde, ablasının herkesçe sevilen ve sayılan Belikov gibi
ciddi birisiyle evlenmesinin pek iyi olacağını ima yoluyla çıtlatma , ya cesaret
ettiğinde kaşlarını çatmış,
"-- Böyle şeylere ben karışmam, diye homurdanmıştı.
104
Cam isterse o iğrenç herifle bile evlenebilir. Başkalarının işine burnumu sokmak
âdetim değildir.
"Bakın sonra ne oldu. Yaramaz öğrencinin biri bir karikatür çizmiş: Belikov
ayağında çizmeleri, şemsiyesini açmış, pantolonunun paçalarını sıvamış gidiyor;
kolunda da Varenka... Altında şöyle bir yazı: 'Âşık antropos'. Siz de kabul
edersiniz ki başarılı bir buluş... Sanatçının birkaç gece sabahlara kadar
çalışması gerekmiş sonradan. Çünkü kız ve erkek liselerinin, papaz okulunun
bütün öğretmenleri, memurlar, birer tane istemişlerdi aynı karikatürden. Belikov
bile almıştı bir tane. Karikatürün çok ağır bir etkisi olmuştu üzerinde.
"Mayısın biri pazardı. Öğretmen ve öğrenciler okulun önünde buluşup yürüyerek
kent dışındaki koruluğa gidecektik. Evden Belikov'la birlikte çıkmış, okula
doğru yürüyorduk. Yüzü yemyeşildi. Dudakları titreyerek, "-- Ne kötü insanlar
var! dedi. "Nedense, acımıştım ona. Okula yaklaşmıştık ki, birden ne görsek beğenirsiniz?
Kovalenko, bisikletle gelmiyor mu... Arkasından, yüzü al al olmuş, yorgun, ama
yine de neşeli, mutlu ablası başka bir bisiklette, ona yetişmeye çalışırken bir
yandan da bağırıyor:
"-- Biz önden gidiyoruz! Hava o kadar güzel, o kadar
güzel ki!
"Ve bir dakika geçmeden ikisi de gözden kayboldular. Bizim Belikov'un yüzü
yeşilden beyaza dönmüştü. Dili tutulmuştu sanki, durmuş, anlamsız anlamsız
yüzüme bakıyordu...
"-- Affedersiniz ama, dedi, bu da nesi? Yoksa gözlerim mi yanılttı beni? Lise
öğretmenleri ile kadınların bisiklete binmesi yakışık alır mı hiç?
"-- Bunda yakışık almayacak ne var? dedim. Binebiliyorlarsa ve sağlıkları da
elveriyorsa varsın istedikleri kadar binsinler, bize ne?
"Benim bu umursamazlığım daha da şaşırtmıştı onu: "-- Öyle mi? dedi. Demek öyle
ha?
105
"Çok bozulmuştu. Bizimle gelmekten vazgeçip eve döndü.
"Ertesi gün okulda hiç durmadan sinirli sinirli ellerini ovuşturuyor, zangır
zangır titriyordu. Sağlık durumunun pek iyi olmadığı açıktı. Ve ömründe ilk kez
dersleri yarıda bırakarak evine gitti. Öğle yemeğini bile yememişti. Akşama
doğru, dışarıda hava oldukça sıcak olduğu halde, sıkı sıkıya giyinip tıs tıs
Kovalenko'lara gitmiş. Varenka evde yokmuş, Kovalenko kaşlarını çatarak soğuk
bir tavırla buyur etmiş onu. Öğle uykusundan yeni kalktığı için keyfi pek
yerinde değilmiş:
"-- Rica ederim, oturun, demiş.
"Belikov on dakika hiç konuşmadan oturmuş ve sonra başlamış:
"-- Üzüntülermi size açmak için geldim, demiş. Canım çok sıkılıyor. İftiracı
alçağın biri, benim ve ikimize de çok yakın bir bayanın gülünç bir resmini
yapmış. Şuna inanmanızı istiyorum ki, bunda benim hiçbir suçum yoktur... Böyle
bir alaya yol açabilecek en küçük bir düşüncesiz hareketim olmamıştır. Tam
tersine, daima son derece dürüst ve ciddi davrandım.
"Kovalenko, önüne bakıyor, bir şey söylemiyormuş. Belikov sesini alçaltarak
devam etmiş:
"-- Bir şey daha söylemek istiyorum size. Uzun yıllardan beri öğretmenlik
yapıyorum, siz ise daha yeni atıldınız mesleğe. Bir ağabey olarak sizi uyarmak
görevimdir. Bisiklete bindiğinizi gördüm dün. Oysa bu, görevi gençliği eğitmek
olan bir kimseye yakışmaz.
"Kovalenko bas sesiyle sormuş:
"-- Niçin?
"-- Bunun anlaşılamayacak ne yanı var, Mihail Savviç? Düşünemiyor musunuz ki,
öğretmenleri bisiklete binerse, öğrencilere binecek bir şey kalmaz! Başlarının
üzerinde mi yürüsünler onlar da? Yönetmelikte böyle bir izin olmadığına göre
binemezsiniz demektir. Dün görünce şaştım kaldım
106
doğrusu! Ablanızı da arkanızdan başka bir bisikletle sizi izlerken görünce
gözlerime inanamadım. Bir kızın ya da kadının bisiklete binmesi ne korkunç
şeydir!
"-- Asıl istediğiniz nedir, sizin? Onu söyleyin. "-- Sadece sizi uyarmak
istiyorum, Mihail Savviç, o kadar. Gençsiniz daha, önünüzde uzun bir çalışma,
çabalama dönemi var. Çok çok dikkatli olmalısınız. Ama siz öyle tehlikeli
hareketler yapıyorsunuz kî!.. Yamalı gömlekle, elinizde kitapla dolaşıyorsunuz
sokakta, şimdi de bisiklet çıktı. Yukarının haberi olursa... İster misiniz yani,
öyle bir §ey olsun? Kovalenko yavaş yavaş kızmaya başlamış: "-- Benim de, ablamın
da bisiklete binmemiz kimseyi ilgilendirmez! diye bağırmış. Aile işlerine
burnunu sokacak olanları cehennemin dibine yollarım.
"Belikov'un yüzü bembeyaz kesilmiş bir anda. Kalkıp, "-- Bana karşı böyle
davranırsanız sizinle konuşamam artık, demiş. Rica ederim yanımda üstlerimden
bir daha böyle söz etmeyin. Büyüklerimize saygılı olmak zorundasınız.
"Kovalenko'nün tepesi atmış artık, öfkeli öfkeli bakmış
karşısındakine:
"-- Kimseye saygısızlık ettiğim yok! Beni rahat bırakın, lütfen. Sizin gibi
dalkavuk herifle konuşamam ben. Üstelik iftiracılardan da nefret ederim.
"Belikov, pabucun pahalı olduğunu anlamış ve gitmek için aceleyle hazırlanmaya
başlamış. Ömründe ilk kez böyle kaba sözler işitiyormuş. Odadan merdiven başına
çıkarken,
"-- Şimdi istediğiniz gibi konuşabilirsiniz, demiş. Yalnız şunu bilin ki,
konuşmamızı birinin duymuş olabileceğini hesaba katarak, yanlış anlamaya meydan
vermemek için tartışmamızın özetini müdür beye iletmek zorundayım. Bunu yapmam
gerek.
"-- İletecek misin? Bas git, ilet, cehennemin dibine kadar yolun var!
"Kovalenko, artık kendinde değilmiş. Belikov'u yakasının arkasından yakaladığı
gibi itmiş. Beriki, çizmeleri basa
107
maklarda gürültü çıkara çıkara merdivenden aşağı yuvarlanmış. Merdiven hayli
yüksek ve diktir, ama Belikov dibe kadar sağ salim varabilmiş. Ayağa kalkmış,
gözlükleri sağlam mı öğrenmek için burnunun üstünü yoklamış. Tam o
merdivenlerden yuvarlanırken giriş kapısından Varenka, yanında iki bayanla içeri
girmiş. Üçü de durmuş. Belikov'u seyrediyorlarmış. Onun için asıl acı olan da bu
olmuş zaten. Keşke iki ayağı da boynu da kınlaydı, kadınların gözünde küçük
düşmeseydi. Şimdi bu olayı şehirde duymayan kalmayacak, herkes onu konuşacaktı.
Müdür bey duyacak, büyüklerin kulağına gidecek! Ah, bir çapanoğlu çıkmasaydı
altından! O insafsız öğrenci yeni bir karikatür çizecek ve sonunda istifa
etmesini isteyeceklerdi...
"Doğrulduktan sonra tanıyabilmiş onu Varenka ve gülünç yüzüne, buruş buruş olmuş
paltosuna, çizmelerine bakarak, durumu kavrayamadan, Belikov'un yanlışlıkla
düştüğünü sanarak kendini tutamamış, kahkahayı koyvermiş: "-- Ha, ha, ha!..
"Ve bu şakrak 'ha, ha, ha' ile her şey bitti: Evlenme işi de, Belikov'un
yeryüzündeki yaşantısı da. Varenka'yı işitmiyordu artık, gözleri kararmıştı. Eve
dönünce ilk işi Varenka'nın resmini masasının üstünden almak olmuş. Sonra
yatmış... bir daha da kalkmadı.
"Bu olay üzerinden üç gün geçmişti ki bir sabah Afanasiy çaldı bizim kapılı.
Beyinin çok hasta olduğunu söyledi ve doktor çağırsa nasıl olur acaba diye
sordu. Hemen Belikov'un yanına koştum. Gene cibinliğinin içindeydi. Yorganı
çenesine kadar çekmiş, hiç konuşmadan yatıyordu. Sorularıma evet ve hayırdan
başka yanıt vermiyordu. Afanasiy üzülmüşe benziyordu. Derin derin soluyarak
odada dolaşıyor, birşeyler yapmaya çabalıyordu. Votka fıçısı gibi keskin bir
votka kokusu yayılıyordu ondan.
Bir ay sonra Belikov öldü. Cenaze törenine hepimiz, iki lisenin ve papaz
okulunun öğretmenleri katıldık. Tabutta yatarken yüzünde cana yakın, hoş, hatta
neşeli bir ifade vardı.
108
Sanki, bir daha hiç çıkmayacağı kabuğuna girebildiğine seviniyordu. Evet,
ülküsüne erişmişti Belikov! Ve bunun onurunaymış gibi, cenaze günü yağmurlu,
kötü bir hava vardı, hepimiz çizmeli ve şemsiyeliydik. Mezarlığa kadar Varenka
da gelmişti. Tabut çukura indirilirken acı acı ağlıyordu. Ukraynalıların ya
kahkaha attıklarını ya da ağladıklarını, ikisinin arasındaki ruhsal durumlarının
pek bulunmadığını o gün anladım.
"Doğrusunu söyleyeyim, Belikov gibilerini toprağa bırakmak insana bir hafiflik
veriyor. Mezarlıktan dönerken görevini yerine getirmiş insanların rahatlığı
vardı içimizde. Ta çocukluğumuzda büyükler bizi evde yalnız bırakıp
gittiklerinde bahçeye koşup sonsuz özgürlüğümüzün tadını çıkardığımızda
duyduğumuz hafifliğe benzeyen bu rahatlığı nedense hepimiz içimizde gizlemeye,
yanımızdakilere fark ettirmemeye çalışıyorduk. Ah, özgürlük, özgürlük, ne
tatlısın sen! Bir parıltın bile ruhlara kanat takmaya yetiyor!
"Anlayacağınız, herkes evine mutlu döndü. Ne var ki, aradan günler geçtiği
halde, yönetmelik yasaklarıyla dolu, ama yine de yeterince özgür yaşantımız
eskisi gibi sıkıntılı, sert ve anlamsız devam ediyordu. Hiçbir şey değişmemişti.
Belikov'u toprağa vermiştik, ama onun gibi kabuğuna çekilmiş daha niceleri
vardı. Bu hep böyle de gidecek!" İvan İvanıç,
-- Haklısınız, dedi..
Ve piposunu tüttürmeye devam etti. Burkin,
-- Böyle insanlar yeryüzünden hiçbir zaman eksik olmayacaktır!..
Biraz sonra lise öğretmeni samanlıktan çıktı. Kısa boylu, şişman, dazlak
kafalıydı. Sakalları hemen hemen göbeğine kadar uzanıyordu. Onunla birlikte iki
avcı köpeği de çıktı
dışarı.
Burkin yukarı bakarak,
-- Ey mehtap, dedi, mehtap!
109
Geceyarısı olmuştu. Sağda, köy ve beş verst ilerisi gözüken uzun köy yolu,
derin, sessiz bir uykuya dalmıştı. Ne bir ses, ne de bir hareket vardı. Doğanın
bu denli sessiz olabileceğine inanası gelmiyordu insanın. Mehtaplı bir gecede
iki yanında köy evleri, uyuyan söğüt ağaçlan, ot yığınlarıyla geniş bir köy
yolunu seyretmek kişinin içinde bir yumuşaklık verir. Gecenin, bu yarı
karanlıkta işten, kaygı ve üzüntüden arınmış sessizliği içinde cana yakın,
hüzünlü, hoş bir görünüşü vardır. Yıldızlar bile sevinçli bir duygululukla
bakıyor gibidir. Artık yeryüzünde kötülük yokmuş, her şey yolundadır sanki.
Solda, köyün bitiminden sonra, ta ufka kadar süren bir düzlük başlıyordu. Ayın
ısıttığı bu bozkırda çıt çıkmıyordu.
-- Haklısınız, dedi İvan İvanıç.
-- Kentteki boğucu, yaşantımız, karaladığımız bir sürü gereksiz kâğıt,
oynadığımız briç de birer kabuk değil mi? Bütün ömrümüzü işsiz güçsüzlerin,
karaborsacıların, aptalların, avare kadınların arasında, günlerimizi saçmasapan
şeyler dinlemekle geçirmemiz de birer kabuk değil midirler? Canınızı sıkmazsam
ilginç bir hikâye anlatabilirim size.
-- İstemez, yatalım artık, dedi Burkin, hadi Allah rahatlık versin.
Birlikte içeri girip samanların üzerine uzandılar. İkisi de üstlerini örtüp
uyumaya hazırlanıyorlardı ki, birden dışarıda ayak sesleri işitildi: tap, tap...
Yoldan birisi geçiyordu. Yürürken birden duruyor, aradan iki dakika geçtikten
sonra yeniden: tap, laplar başlıyordu. Köpekler hırlamaya başladılar.
Burkin:
-- Mavra geçiyor, dedi.
Biraz sonra ayak sesleri işitilmez olmuştu. İvan İvanıç öte yana dönerken
homurdandı:
-- Başkalarının yalanlarını dinlemek ve bu yalanlan yutmuş göründüğün için seni
aptal bellemelerine göz yummak, alçalmayı sineye çekmek, dürüst, özgür
insanların yanında ol
110
düğünü açık açık söyleyememek, üstelik yalan söylemek zorunda kalmak,
gülümsemek... Hayır, hayır, beş para bile değeri olmayan bir lokma ekmek, bir
sıcak köşe, bir mevki için çekilmez bütün bunlar. Böyle bir dünyada yaşanmaz!
Burkin yarı uykulu bir sesle,
-- Başka bir operaya geçtiniz, dostum, dedi. Hadi uyuyalım.
Biraz sonra derin bir uykuya dalmıştı. İvan İvanıç uzun süre bir o yana bir bu
yana döndü durdu, ofladı, pofladı. Kalkıp dışarı çıktı, kapının eşiğine oturup
piposunu yaktı...