12 Mart 2011 Cumartesi

bizi kim kaybedecekti hey dağlar, bizi kim bulacaktı, kimdir sürekli koştuğumuz çakıldan yollarında,

Bir daha görünmezdi bize görünenin dağınık paslı gerçeği, o zamanlar toyduk, bilmezdik küçücük olduğunu baktıklarımızın, izin vermiyorlardı sanki ortaya çıkmasına hiçbir şeyin, ufacık bir sızıntı, yavaşça akan damlalar, kısık cansız seslerdi hep esas malzeme, varlığa ait tüm esaslar onlardı işte.  Bugün gördüğünüzü yarın aynı özde bulmazsınız, her gün daha çok solar, ya da adamakıllı parıldar, bir kitabı bitirdiğinizde sizde kalan cümleler, sizde kalan kir, bir daha okuduğunuzda bir rıhtımda alıkoyulmuş olacaklardır, başka cümleler yapışır bu defa dudaklarınıza heyecanla bağırdığınız, böyle girdiğiniz her mahalle, tuttuğunuz her köşe başı, sevdiğiniz her kadın, sizi başka birisi olarak bekler, değişmeyense bir tek saflıktır, henüz bebeklerdir çünkü, sonra hep yapmanız gereken memurluktur değişmeyen, yani beklemekleriniz.       
Mutluluk yoktur, ceplerinde kâğıtları kırıştıra kırıştıra okunmaz bir beyiti dinleteceklerdir mezar başında, sonuç sadece ve sadece bu, böyle bitiyor bu filmin sonu ne yazık ki.
neyse ki ezberlerinde bir sürü başka şey yok, kafaları sürprizlere felan hep açık, hep pek yakışılı ve zalimler, bütün gün böyle yakışıklı ve tuhaf, bütün gün böyle çok sakat, çok sakat bir alfabeden türemiş kelimelerden örneğin portakal, örneğin ambar ve dolap ve dozer, zira mutluluk yoktur, ceplerimde kırışa kırışa okunacak tüm kelimeler bir araya gelmeden de anlam oluşturmuyorlar ki, ama kime göre, mesela sessizler aynı zamanda yabancılık çekiyorlar mıdır, yalnızlar çok yakışıklı mıdır bu yüzden, ama ben bilirim, ne kadar yalnızsan o kadar çekici olabiliyorsun, ne kadar sessizsen ve daha gerekmedikçe gülmüyorsan, güzelliğine güçlü ve sessiz bir gizemlik de katarak, daha da yoruluyorsun, sonuç yine aynı, malzemeden çalmışlar seni, sonra bir hasta gibi dikiliveriyoruz mezarının başında okunan kitabelerden alıntı şiirler söylenirken,  zira etkisi geçene kadar uyuruz her şeyi biz,  hayat alıştığımızın dışında, ne yapsak da bir kabahatimiz olmasa diye yaşamak çıkıyor ağzından, çıka çıka,
susmak zaten en garbidir duyduklarımızın, demeyeydin de yırtılmasaydı canlılığım, misal ikide bir korksam masal sona ererken, hayaletimi çıkarsam sandığımdan, üç yüz bin asker bir milyonluk yasla uğraşsa, ve dönüş güzergahlarında bilinmeyen kelimeler icad etsem, yine de seni çözümleyemezdim bunca günahkarken, didişen bunca saçma sapan, gürültü çıkaran insan var ki nefretimiz doludizgin.
kar yağıyordu bakınca, bakmayınca bir kurt sürüsünün uyandırdığı akşamlarda buluyordum leşimi, hiçbir ayrılık bu tenhaların iliğinden yaratılmıyordu, tenefüse erken kalkan prenslerin saatlerine ayarlıydı tarih, ki bunca telaşın ortasında çıkmak yasaktı bize tepsinin denize açılan sınırlarına, kitapları yakmakla sisler oluşuyordu gözlerimizin ufka doğru görüşlerinde, kimse ihmal etmemişti kendi avuçlarına düşen çileklerin tadından almayı, doğrular eğri yollar üzerinden geçiyor, mesleğe yeni adım atmış Çingeneler gibi iki lafı birbirini tutmuyor hayatın, ve dimdik hizaya sokulmuş dağların gövdesini oyuyorlardı dozerlerle, ve bir ülkenin yüksek karanlıklarından çullanıyordu sert sözcükler, ulumaya hazırdı filler artık, kuyruklarını vurdukları binalar, demirler, balkonlar, akarsular çatlıyordu teker teker, insanlar o açık kalmış yarıklardan birbirlerine hala küs idiler, hala sevdalı idiler, herkes kendi barikatından atlamaya cesaret topluyordu, kimisi unutmuştu aslanlarını, kimisi hala doğmamış sayıyordu kendini, herkes bir başka yaşamak olasılığını hesaplıyordu var gücüyle, vardı deri ceketlerinin altına giyecek boğazlıları çünkü,   
öyle yılgındık, öyle bıkmıştık ki, yorganları üstümüze attığımızda dünyayla irtibatımızı kaybedemiyorduk, uyuyunca eksilmiyordu hayat, başımızda ödünç aldığımız dertler kaynıyordu, hasta ve yorgun olmaya bile kalkışmamıştık, korkuyorduk, çünkü ağzımızdan kıl payı kaçırmıştık bu dövüşlerde dövüleceğimizi, şimdi ise bir kere daha aslanlar parçalayacaktı bizi, bir kez daha annelerimizin yaşlarının döküldüğü toprağı boyluyorduk, hicran duyuyorduk yokluğun varlığına, rütbelerimiz yoktu, sözlerimiz kayıp, masaların üstündeki çiçekler ve şiirlerse, koklanmadan ve haykırarak okunmadan bırakılmıştı, zorla kara batmaktan söz ediyordu mevsim, ayaklarımız Fransız kokuyor, ellerimiz cumhuriyete batmış, dünkü senden geriye ise yalnızca içi boşaltılmış bir sürü mürekkep lekesi kalmıştı kağıdın üzerinde,