23 Şubat 2011 Çarşamba

ben onları şimdi astım


Bitti, gene kaldım duvarların belirli belirsiz çizgilerinin iskeletinde, duvardaki hayaletleri boyuyordum gene, bitti ve arkamdan silah sesleri duyuldu birkaç el, kenar mahallenin birindeydim, içimde sarhoş gezen bir kuş, bana yetecek kadar maviydi aslında, bana yetecek kadar yiyecek uzattı, konduğu dalın vurulmasına rağmen, çocukların günahı olmaz omuzlarına dek, belki de elbiselerimi giydirdi harf harf, ve mecburen sarışın kaldık yine, yine de delilleri vardı kayboluşumuzun, komşularımızın kızı hemşire olduğundan nihayet evleneceklerdi, saklandığım tüm köşeleri kapmıştı gerillalar,
                                                                                                                               bitti, elmalar çürüyünce yasak da kalmadı âdeme, kekeledik hayatlarımızı çünkü biz, intihar ettiniz kendinizi, başka bir lisana gerek yok ölümden gayri.
insan kendi olunca, nehre düşen yapraklardan daha özgür değildir, diri, capcanlı meyveler büyütür seni, bir gitmek tutturursun önce, sonra kıyıya vuran bir keşiş gibi, ve mutluluk uzun sürmez o kadar, pılımızı pırtımızı toplatırlar yoksa, kapanmadan çölün sustuğu melodiler, taşlara basar vazgeçersin, zaten o kadar uzağa konulmadık biz, yetiştiriliyoruz yavrular çıkana dek dağlara, insan kendi olunca, nehrin sürüklediği yapraklar kadar yeşildir, sakin ve kollarını iki yana açmış başakmışsın gibi, o vakit insanları ne çok sever, virgül koymadan da rahat edersin, kuşların vurduğu bir çocuk olarak okşanırsın havada asılı, eriyip giden bir buzun nehrinde, sırası gelince onu da yaşayacaktık gibi, serin, kızıl bir günbatışı anına benzeyen.



cilalanmış parmaklarınızın arasında tuttuğunuz sigaralarınızı içirdik size, köpüklü tenlerinizle sarındığınız parkeler koyu esmer ve yeşildi, derken teoman çaldı biz çok ağladık, törenler ve şenlikler vardı, aldık evimize getirdik, göçük altında kalmış herkes tanıdık çıktı bu seferde, derken çığlıklar, derken küfürler edildi, bombasına sahip çıkanlar oldu o hengamede, yataktan kalkamayan devrimciler buradaydılar hala, yataklarından kalkmadılar diye Rönesans gecikmiş sanıyorlar habire, birbirlerine küs olup sevişenler çıktı aramızdan, sahip çıktık onlara ve kelebeklerin birkaç günlük yaşamalarına bir daha, bir daha ölmemelerine inanmamız emredildi bir daha, inandık, inandık ve bütün bunlar başımıza geldi, biraz cop yedik, biraz elimi tutsan, ve başımızı çuvala geçirip yabancılaştık, yerlere tükürüp tükürüp büyümeyi öğrendik,

Kendini birisine daha çok vakit ayırırken yazdığın zaman, kendini yağmur olup yağmaktan vazgeçirdiklerinde, bir deniz olabilirsin hiç olmayacak sarılarla bezeli.  ve kendini yarım saat kadar ölecek olmaktan ne kurtarır ki, kendini Akdeniz ve Dicle olmaktan kim korkutur, tabaktaki kurt olmaktan, kimi başkalarının kimi başkalarına yazdırdığı ağıtları bağırmaktan kim sakınır seni, kim saklar seni bu tertipli, giyotin harfli karanlıktan, sanki gerektiğinden çok az hüzün veren bir kelimeyi dosdoğru anlatan Süleyman’ın öfkelerini duyamamaktan kim alıkoyar bizi, bir kuşu acıtmaktan, özlemek harfini kimse öldüremez ağabeyler…


lekeli bakışlarını daha bakmadan üzerime, trenden inerler gizlisi saklısı kalmamış olanların kadınları, herkesin yanlış anlaşıldığı bir hayatı olmuştur nasılsa, oysa balkondan tanrı geçmektedir, dik durmalısın biraz daha, biraz jilet ve iki basımlık akbilinle, bir çöle ne kadar sıfat yüklenebilirse işte o kadar kuru, bilhassa geriye bakışsız bir gidişle, dönmelisin dicleye, ama dur, dur gecenin lüzumu yok bu son çekişlerinde sigaraların, akordu bozuk, öfkesi solmuş bir trendeyiz, içerimiz hınca hınc  dolu hüzünden, kışa saklamadık hiçbir sızıyı, çünkü bu, çoktan unutulmuş, üzerinde pek durulmamış bir günün gecesiydi, şafakta kedileri vurmaya kalkmıyordu sahipleri, nerde kim miyavlasa kendimizin biliyorduk bu haykırışları, çünkü Camus’un Yabancısında, köpeğini kaybeden adam şunu der en son,             ‘’ inşallah bu gece köpekler havlamaz. hep benimkiymiş gibi geliyor bana. ’’

20 Şubat 2011 Pazar

o akşam


Her nerdeysen orda bir akşam, bir telaşa katılmadan, çiçeklere su vermeyi her şeyden çok önemsediğin bir akşam, trenlerin ve pazarcıların ıslıklarının duyulmadığı, hem hoyrat hem de öylesine çekici, hastalıkları iyileştiren, çirkinleri avutan, suyu kesilmiş apartmanlarda tanıdık insanların yıkandığı bir akşam, dönüp gitsen arkadan bağıracak sanki, ille de duyup göreceğin bir akşam, sevgilin seni merak etmiş yine de, caddelerden traşlı adamlar geçmekteler yalnızca, yani çok buğulu bir mevsimin çok gidiş dönüşlü yollarında, koparsan kopmayacak bir gül, afişler eskimiş günlerden beri asılı beklerken, yağmurun yağması için kurdun uluması gerekirken, orda tarih martıların göçünü gerektiriyorsa, balıkçılar denizleri koparmışsa karalardan, onlara bir merhamet edecek anaları çok uzaklara gitmekten sözedince, kırmızı ipekten bir bayrakları yoksa iyi ama, zapt edecekleri hiçbir kaleye kuşlar daha göçmemiştir daha, çocuklar doğurulmamışsa henüz, henüz biat etmemişse kabileler güneşin bi daha doğacağına, bitmeyen tek şeyin bitmek üzere olduğu üzereyken, , öleceğimiz sıradaki o akşam, tam sevişeceğimiz sırada, bekleyip göreceğimiz, ve tutsak edileceğimiz bir mahpusta, birlikte son bir kez surlara ve kapılara ve duvarlara portakallar yapıştırmak geçerse içimizden, bil ki çok kabuklu bir sahildeydik tanışmıştık o akşam, bil ki sen bişeyler içerken ben şarap mavisiydim, 

yeni bir resim çizeceksin şimdi sen,
ayılır ayılmaz bu ordular kuşattıkları denizden,
kaçarlarken, bağırırlarken, naraları gelmişse,
bir saniye olsun rahat vermemişsin hiç kimseye,
öylece perişan ve bu perişanlıktan heyecan duyan ben,
yani sade senin ellerinin çizebildiği biriyim ben,

orda, bir kış uykusunda geçen yalnızlığında,                                                                                               
bitmeyen tek şeyin bitmek üzere olduğu anlarda,
eylülün doruğunda, gözlerini kapatışının mayısında yani,
yine özleyeceksin soğuk çatıları, üşüyen kedilerini
martılarının çocuklara yaptıklarını unutamayacaksın,
koparsan kopmayacak çiçekler, ve gürz
bir daha denizi görmeyecek çünkü pencerelerin,
ceplerinde dağlarından düşen çığ gibi çocuklara
 biriktirdiğin kızmalar, çikolata almaya yetiremeyeceğin sıkıntılar
ve öteberilerin, portakalların, sigaraların
ve yani sevgilin, karın, hiçbir şeyin, yaşam politikan
sahi sen hiç yalnız kaldın mı?

ki gökten aşağısı hep bizi söyler
ki akşam senin dilediğin kadar akşamdır
dilinde o büyük lisanlarla bir şeyi söylemektesin
meşgulsün beni sevemeyecek kadar

sonra biraz buz tuttuk, ağrıyacak hiçbir yerimiz olmamasına rağmen ilaçlarımızı çiğnedik tek vuruşta, biraz bulutlara baktık, hiçbir şeye razı olmamaya alıştırılmıştık, ve terk ettik bulutları, fark ettik bunları, afişler daha boyalıydı çünkü, başkalarının başkalarıyla sürdürebildiği tutkuları hissedemiyorduk bi türlü, hadi beyaz kanatlı trenlerle geçelim dedik caddeleri, hadi balonlarını patlatalım şu yeni açılan pastanenin, hadi oynayacak hiçbir oyunumuz kalmadı, kalk silinelim bu yazılardan dediler, silindik. Ama her yer karanlıkken yine de okunuyorduk bu şehirde, kimseyi beklediğimiz falan yoktu, yalnızca sıyrılmayı düşünüyorduk bu çitlerle örülü hayalden, çünkü hayallerimizi yaşarken ağlamalarımızı işitmiyordu kimse, mesela zenginin halini fakirler göremezdi koca duvarların ardından, oysa sen ağlarken ben konuşamıyordum, ben sürülürken senin hıçkırıkların martıları korkuturdu, bilinmezi yavaş yavaş unutup, Vietnam’dan başlıyorduk savaşmaya.
  
sonra biz biraz tutuktuk, nereye gitsek yangınlar çıkarıyorduk, bahçelerden yağmur geçiyorken yokuşlardan aşağıya doğru bir çığrış yankılanıyordu, sular dolmuştu, kırbaçlar çekilmişti, kurbağalar balıklama atladıkları her yeri deniz biliyordu, halbuki bu ucundan köşesinden tutunduğumuz varoluş hallerine rağmen, damlayamıyorduk derinlerine hayatın, sigara içmiyorduk yani, bayram seyran değildi, büyümeye ant içmiştik sade, grafikler çiziyorduk yaşlanmaya dair, hayvanlarımıza dünyayı gösteriyorduk, gelip acılarımızın tam ortasına oturmasını istiyorduk kral Lear’lerin, çıksaydı o karanlık kitaplardan keşke istiyor,görsünmüş nasıl sakin kalabiliyoruz elimize doldurduğumuz taşlarla, nasıl başkaldırılacağını yüksek seslerle duysun istiyorduk,  o vakit arabasından kafasını kaldırıp bize baksaydı, bizi de katsaydı o şiirlerin içine, fitilini tutuşturmazdık dağlara saklı hayallerimizin, çünkü kaybedenlerin kaybolmadığı sağnaklar yağıyordu üstümüze, çizgiler çizilmişti bu ülkede, mucizelere yer yoktu bagajda, göçebeydik neticede, iftira atılınca doğru söylüyorlar sanıyorduk…

19 Şubat 2011 Cumartesi

gökten aşağı dağlar

bize bir şeyler söyleyeceksin biz dans edeceğiz, ben söyleyeceksem buradan bir kuş sürüsüne küfürler gidecek, resimlerin çekirdeksiz kısımlarını çoğaltıp, başkalarını yalnızlaştırarak fakirleşeceğiz, fakirlere ilaç ve ekmekler dağıttırıp, evine dönmek isteyen halk otobüsü mağdurlarına hikayeler çalacağız gülen bluzlarla, mezarcı kaldıysa bu saate dek, orijinal, kırlangıcımsı, demirden dualar okuyacağız ellerimizi ellerinize sürterek, ki bu; kapitalizm ve Kafka’yı ne kadar yıprattığımızın kırışıklıklarıdır, uğruna ne denli büyük martı sürüleri göç edecek, hiç biri sığamayacak devrim çadırlarına, nakavt olacak reisler seri halde, anlamları olmayacak ağaçların döktüğü baharların, ve işte o an ne çok kişi malbora içerek rehnedilecek kendi böceğinde, ne de olsa olmakta olan şey olacak olana evirilecek, olacak olan olmakta olanın diyalektiğini sünnet etmiş duruma getirilecektir,
fonksiyonların ve aşkın aynı büyük vurgularla dile vurulmasını hızlandırmayacak mıdır peki bu meseleler?  Hem öyle olsa bile kumaşları yırtıp attılar tenlerinin sırtından, mürekkep almaya çıkmış çocuklar, şimdi eve girdiler böylece kitapları sondan başlayarak yakanlar, ki gol yiyince bir tonyukuk kadar tehditkar bulunabileceğini kendilerii bile tahmin etmiş midir peki? Bütün kabahatleri üstlerine aldılar, cumhuriyetleri alıkoydular kalp ağrılarından, petrol damıttılar kışlalardaki akşamüstlerinden, ve kaktüs kalmalıydı adamlar, ve bütün ıstırapları erkenden çekmeliydi içlerinden biri, öyle çok haindiler ki kendilerinden korkarken, öyle çok kırılıyordu ya camdan avuçları, birbirlerini görmüş sanıyordular o karanlıkta, çünkü karanlık çok havalıdır kardeşim, havlayacaktır bize gece kör sularda ne yazık ki, boyunlarına niye bağlarlar o masalsı şeyleri bilmem hala,
Bunlara rağmen neler olabilecekse onlar oluyor, söylemek bir baş ağrısını kurgudan gerçeğe yontuyor, söylemek ve beklemek yetmiyor demek ki, demek ki iki hafta öncesine kadar mayıstı, demek ki ismet özel bıyık konusunda doğru söylüyor, işaretler silik, anahtar kayıp ve boşu boşuna bu hiçliği dağıtıyor etrafına Çinli savaşçılar , boşu boşuna mevlana dönmek ister gibi, tıka basa devletlerine anavatan dedikleri için, ve elbette ki bıraka bıraka ellerinde sert ve elim bir rüzgar, tren geçen bir Kadıköy  ve tarlasını satamamış müritler.
birdenbire bir gök, susabileceğin kadar kekeme, üstüne üstlük sigaran kalmamış mesela, ama paldır küldür dövülüyorsun coplarla, ordan bir martı bakakalıyor resmine, ordan bir iki kulaç daha atsaydık kurtaracaktık ethemi, kağıda yazacaktık çatılarda buluşan çiftlerin akıbetini, başka bir mesafe daha oluşmayacaktı sözlerimizin içinde, koşarak hatta fırlatılarak soluyacaktık bu kızgınlığı, ellerimizden kayıyordu bağırdıklarımız, başka bir ağzın nefesine doluyordu, acıyorlardı hallerimize, uçurumlarımıza kadar tırmanabilmişlerdi ama yeterince süsleyememişlerdi henüz ölümü, dikkatlice süzüyorlardı dağı, ki dağ çok derin oyulmuştu, kuyudan su çıkarabilecek kadar derin ve karlıydı, inceden inceye telaşlıydı yeni kurulmuş bir dağı üstünden atmaya,

11 Şubat 2011 Cuma

uyansalar yapamazlar, bu çetin dili beceremezler dinlemeye

hani taşsa nehir kaybolup giderdik ama, öte yandan kuşları geride bıraktığımızın hüznünü duyarız illa ki, ve de alkoliksek o sıralar, ve işte tahsilini bitirmemişse daha ufaklık, iki göz iki karın deşen jack, ve bir acımakla kalırız kendi kendimize, ölürüz çünkü bu edebiyattan, asıl mevzuuya henüz gelmemişken bir de anam avradım ölsün ki, kargalar gark olup gitmemişken, lüzumu yokmuş gibi direniyorken içli içli tenimize dolaşan kurtlara, ve ceketimizde yeteri kadar kırbaç kesiği renginde izler çıkınca belki diyorduk biz de bir gün, lüzumunu buluruz yaptıklarımızın, bir gün olsun intihara da kalkmamıştık ki hem, yazık olacaktı ikimize de aynı sözleri çıkarmışken yangınlardan ve telaşlardan, yazık olacaktı ama öte yandan dışarısı çok tehlikeli şu sıralar. Bu kentin koridorlarında ve dallarında gezip, kuşları öldüren, filleri ezen kısa kollu ecnebiler dolaşmakta.
karanlıktan korkma evladım, onlar hep ışığı söylemezler içten gelerek, yakındır intikamları serbestleşecek, ve daha taburcu olamayacaklar yaşadıklarından, zira defansı çok kalabalık tutarlar tanırlarsa seni, hep yürürler ve düşemez yüzlerinden korkuları, bunun içindir ki binbir yaşına gelene dek sen, ne sigaran kalacak ellerine alıştırdığın, ne soba gazı zehirleyecek tütünümüzü, Silivri’den satılık villa ilanlarına gülmeye uslanacağız ve koşmaya köreleceğiz, yerimiz yurdumuz çıkarılacak kitaplardan, asayişi sağlayamayacaklar biz taşınınca odaların tasa vermediği temaslardan, gol olacak yağmur çamur dinlemeden evladım, susma demedim mi sana bir öğretmenin süper kahramanı olarak.
alışıldık meseleler üzerine kavgalar olacak daha ilk sahnede, ilk nüshasını gönderivereceğim hemen nöbet yerine, silkeceğiz sofradaki kırıntılardaki çilekleri, saatlerin geriye saran anlarından çekileceğiz, tekin bir yer bulacağız göllerimizi alırsa içeri o bahçeler, sallanacağız birlikte aşk ederken, bilsen şimdi o lahzalarda ilk çekilen fotoğrafların ahengi haşim’in elindeki kalemlerin izidir, bilsen bana ağlar gibi silah çekerdin denizler girmesin diye o ahenge, mutlu olup da hediyeleri sahiplenmeye kalkmayasın için büyük boylu bir İstanbul kadar kahpe ateşler yakacaktık ellerinin kınalı kollarına, o büyük süpermarketlerinde vaktini alacak zalimlerin boyunlarına yakışmayan kolyeler,  ve havanın yağışlı olmasındandır bu sevişmelerimizin uzun baharlı olması, yoksa burada kuşlar gürler, mızıkanın ucuna kurşun katarlar, bir hışımla kundaklanır şairlerin çelik gözlerle bakındığı caddeler, kırmızının seçilemediği meydanların duvarlarını yıkarlar devrim diye yoksa, yoksa ben ömrümde çileğimi akıtmadım hiç kıpkırmızı narıma, kanıma değmedi beton vücutların uzuvları, armaların ve kurdelelerin beni paraşütlendireceğini sanmadım, bu sebepten yağmur çalınmadı arzı yoklarken birileri elleri kelepçeli halimizle kapılarımızda, pencereden görmedik güneş yüzü, tavşanlarımızı baharda doğuramadık, denk getiremedik bir türlü bu yaşamağı fecre kadar yürüyen atların şahlanışlarına, ecza dolaplarındaki sargılı pamuklarla sildik bu yaşamağı, denizler tuzladı bu yaşamağı, kirpiler fırlattılar zehirlerini bu yaşamağa ama, giderim giderim bu yaşamak bitmez, giderim giderim bir kaplumbağa nal ister benden.
yani  kendi halkını bizsiz döven padişahların küpelerini söküp, avuçlarını patlatarak üşürdük biz, önderlerin ve liderlerin mezar taşlarına isimlerimizi kazıyarak ısınırdık, ki hatırlasana sana ne ihtişamlı bir sabah hazırlamıştık bu karanlıkta, çantana bırakmıştık tüm hüzünlerini, oysa fakirliğimiz beden dilimizi rahat kullanamamaktan ileri geliyordu, oysa bunda korkulacak bir pıçak da yoktu aslında. 

10 Şubat 2011 Perşembe

iki kederli yürümek

İki kişiyi görüp çıkacağız hemen, hemen şu nefesi kesilmiş, yorgun, sesleri ağıt yakarmış gibi düşen şemsiyelerin ve damların altında duran ve annelerin dizlerinin dibinde durmuş iki kişiyi görüp çıkacağız. Gece olmuş, komşular merak etmiş, evinin duvarlarında sararmış iki mermi, iki düş, iki muhacir kızını. Acıkmıştılar şimdiye, oğullarını görmeye gelmişlerdi onlar da, izinsiz, sapa yollardan, anlaşılmayan bir lisan konuşarak devam ediyorlardı şimdilik bu büyük çölün patikalarında, nevresimlerle örtülmüş gecelerinde sobalarından ısınarak büyümüş, ve susamışlardı da şimdiye dek. İkide bir aynı kavgaları, aynı kadınlar için, aynı sebeplerden ederek kovulmuş dört kardeşlin en büyüğü ve en küçüğü ve en ortasıydım ben, vurulmuştum çünkü gömlek kan içindeydi artık, sanki ah deseler kırılacaktı havariler, bardaklara aşiretler dolacaktı, töre uygulanacak ve, ve çiseleyecekti yine savaşlar gölgelerin üstüne, ve süperman ile karşılıklı görüş ayrılıklarımız vardı yine.
aceleleri vardı, acemiydiler ve bunun üzerine kuma getirmesine karşıydılar kocalarının, Yezidileri ve sultanlarını çağırmamışlardı kaldıkları otele, fişekler sade kaçtıkları için geçmişti kaburgalarını delerek, yine de mektup yazabiliyorlardı kimseden yardım almadan, birer porsiyon acılı adana yedikten sonra çektikleri acıya kaldığı yerden devam edecektiler, zaman ilerliyordu ve onları ziyarete gitmeyi düşünüyordum bende, hayli ilginç bir manzara teşkil ediyordu portakal kabuklarını odanın her tarafına serpmiş olmaları, nedenini söylemediler ben de çay koydum hemen, çünkü hatırladım güzel koksun diye öğrenciler bırakır evlerinin içini portakal kabuklarıyla dağıtarak, hatırladım da onları ilk gördüğüm zamanı;  ‘ulan yine bugün bişeylere zam felan gelmese iyi bari’’ demiştim balkondan seyrederken kavgayı, bir şeyler döküldüğü gibi kalmıştı hep o binada, bir şeyler solduğu gibi ve kapılar kilitli kaldı hep orada, ama sonra hep düşündük ki biz, yani ben onlardan ayrı ve onlar benden bihaber düşünmüşüz ki; buradan gidince insanı hayat kaplar diye,
Sonra olur ya bazen, çok uzaktan sesi duyulan bir bandoyu sanki geçmişte kutladığın bir cumhuriyet bayramı gününe denk getirirsin ya hani, bıraktığın yerden devam edecekmişsin gibi gelir ya bazen hayat, bir döngünün devam etmesi için sürekli hatırlarsın ya her şeyi, işte bir gün ben de bluzumdan akan kanı durdurmak için girdiğim bir lokantada, tam yemek hazırken veya ne bileyim bir dostun sıcacık öfkesini hissederken ensemde ya da, aklıma birden bu ikisi geldi iştahımı kaçırıp, bu ikisi geldi ve pek de gitmediler kursağımdan, birkaç izmarit bulsak ne iyi ederdik oysa şimdi, iki kişi olsak biz de birisiyle okuyup yazıp, söyleyip, dinleyip, gidip, hüzünlenip, biletler alıp, yemekler yiyip, dualar edip, ders çalışıp, ders verip dönerken kendimize, cama yaslanıp yaşıyor olduklarını ve olduğumuzu bulurduk iyi olurdu bir de, ki hiç göze değmeyen sabahlar, ki ezberlenmemiş şiirler yazardılar onlar bizi görünce, şarkılar saklardılar ağaçlardan düşen yaprakların sarısına, bahar böylece sona ererdi, çamaşırlarını toplarlardı hep bir ağızdan konuştukları için, kurumuş odunlar biriktirirlerdi aslanlardan kaçırdıkları kadarıyla, söğüt dalları veya dağlarda birikmiş aşıkları toplarlardı saçlarının boğumlarıyla, etekleriyle saklardılar onları eşkıyalardan ve döngü devam ederdi, metafizik devam ederdi, gençler cümledeki anlatım bozukluğunu bulmaya devam ederdi, yorgun değillerdi evlerine vardığımda ve iki kişiydiler hep, biri çıkıp gitse üç kişi kalacaklardı yani, hem serin değildi damları, hem de hemşerim sayılmazdılar, odalarına ceylanlarını asmıştılar ansiklopedilerden çıkardıkları,  yüzükleri karla kaplanmıştı pek seçilemiyordu ama yere düşen izmaritler artık yoktu, artık yoktu ve beni tanıyamayacakları bir anda çıkmıştım dağlarına, engebeden geçilmiyordu suratları, böylece tokatladılar beni inceden süzülmüştüm, bitirememiştik bu rüyayı borçlarımız vardı.
Bizi öldürmek istiyorlar şimdi, onlardan kalan bizi,  ayak izlerimizi takip ediyorlar değdiği yeri ıslatan ve çıkmaz sokaklar inşa ediyorlar, özgürlüğümüze kast ediyorlar, bir oyun oynanıyor çevremizde, alıp götürüyorlar birkaç şüpheliyi, hapse tıkıyorlar, bunların ceketleri hayatın renginde değildi bu yüzden olsa gerek kısa kesilmişti sözleri, artık bileklerine kancalar takılıydı onların ve hep iki kişiydiler, güneş batınca ve internet gelince eve, ödevler bitince ve yahut balıklar kızarmışken işte. Kalkanlarını bırakmak zorundaydılar içeri girince, tırnakları çekilmişti konuşamıyorlardı, ses net gelip gitmiyordu, ölü sanıyorlardı birbirlerini ama yitirmemişlerdi yine de birbirlerini. Ve hikayeyi başka bir iki kişi devralıyordu hemen, onlar da yeniliyordular, maçlara felan pek çıkmıyorlar, korkuyorlardı oldukları için, sözlerini kesip alıyordu hançerler acıttığı yerden ve kanamasına ramak kalmıştı vadilerinin, damarlar sertleşmiş, bıçak iyice bilenmiş, sıra kiminse ölmeği o hak edecekti yüzünden, ikisi de topal kalmıştı ayrıca, hayatı topal seyretmişlerdi camlardan, çünkü kalmak isteklerinin, yalnızca birlikte olmaları gerektiği zorunluluğundan ileri geldiğini yaşatmak istiyorlardı börekçisinden, müdür muavinine, şoföründen dört yıllık üniversite mezunu işsizlere kadar herkese, çünkü sıra onlara geldiğinde hala başaramamışlarsa iki kişi olarak biri olabilmeyi, ya da bir kişi olabilmeyi, sürüleceklerdi gerçekten, göremeyeceklerdi hakikati, yok olacaklardı sonsuz kere sonsuz kez.