22 Kasım 2010 Pazartesi

yavuz çıkınca evden

Yeni bir sigarayı damağına dokundurursun biraz, biraz yağmur yağar, çıtı çıkmaz mavinin, kediler gözlerini satmışlardır perakendecilere, uyku saatleri yaklaştıkça büyürsün durmadan, metal renkli radyodan bir şarkı seçersin yeşile doğru, günah bunun neresinde ki zaten az ilerde ineceksin, mayınlara basmadan edemezsin sen, biliriz, kırmızıların efendisisin, cumartesi akşamlarının el ele tutuşan çiftlerinden beklediğimiz kıvılcımlarısın, biliriz.

Yanmasaydılar geriye kül bırakmazdılar tabii, sıcak, kavurucucu bir göğün bi türlü mavi tonlarını saçamadığı o geniş çöllerin hüznünden gelmişlerdi, buralardan sadece geçip gideceklerdi, sadece inanacaklardı çöle varınca, kederi, bin bir gece süren kıtlıkları ve depremleri yurt edineceklerine, dudaklarına yapışan kupkuru kelimelerinin yarınlarınkinden çok daha sadık kalacaklarını. Güzel şarkılar dinleyecek, el işi hırkası sırtında, dünyanın omzuna el atarak yakasından çekiştirecek yıldızları, aya su verecek büyür diye, bir buçuk porsiyonluk hayatını ağzından çıkaracak kadar bir balık yutuverecek denizi bulduğunda. Denizi bulduğunda üstü başı topraktır ve topraktan olmuştur, su dokunduğunda ellerine çamurlanacağını taşlanacağını bilmeden en büyük adımlarla uzanmaya kalkar okyanusların korsanlarına, ne var ki demir eldivenlerini giyinmiş hayat bir kere daha bizi umursamadan gemilerini yakmaya hazırlanmakta şimdi, oyun öldüğümüzde başlıyor şimdi ve karanlık olmadan bastırmıyor kimselerin karanlıktaki dengi. Üç başlı bir başkaldırışta her orduya bir cellat versen asilerle boğuşmaya, yani akşamdan kalma bir kabusun devamı niteliğindeki renkler gibi gökkuşağı artık başka taçlar alsa zırhına, kuşatsa bulutların siyahını, Ermenilerin gönlünü alsa, yine yenişemez hiçbir söz, asılı kalır bir kürt dervişi idam sehpalarında, kimse yetişemez sevabına günahına, çünkü ölmek herkese yakışır tadına bir kez varınca.

Çünkü su damlası imzasını bırakmıştı sızdırdığı göğün alt katındaki kutsal topraklara. Memur dediğin böylesine ruhlu olunca devirmek hanları, kâbusları ve onların birikmiş küfürlerini zaruri değil midir o çağın külleri, ceset yığınları, niçini nasılı olur mu kurumuş fırtınalardan doğan medeniyetlerin? Yeni sancakları yeni bir medeniyetin omzuna bırakıp, başka hayatları eski hayatlardan çıkarıp sökmek ve rüyalarından aksettirdikleri İremlere kurulmak, söylemek ağız tadıyla türküleri tam da kamerler henüz gençken, sigaralarının küllerinden yakabiliyorlarken şehirleri, bir de uykularını kaçırır gibi eli maşalı çıkabiliyorlarsa mangalarının başına, hiçbir yurt toprağını saklamaz eşkıyasından tutun yılmaz savaşçılarına kadar, siz deyin ateşleriyle gelmekteler ben diyeyim rahat bırakınız tayfunları, salsınlar yüreklerini haritalara, kan akıtsınlar kılıçlarıyla başlarına koymak için, alınlarını paklamak üzere.

Kirpiklerime kavuşunca ben, işin içine duygularımı karıştırıyorum, trajik bir filmde buda heykeline dönüşeceğim gelir ama teselli etmiyor gözyaşlarım mendilimin kızgınlığını, hür ve zeki olmaya hacet yok, yani kıyıda köşede ağlaşabiliyoruz beşi bir yerde. Efektler sürpriz oldu herkes için, süper egom yerli yerinde, bir defaya mahsus her şeyi bilmekten söz ediliyor şimdi, maça papazı farz edelim kendimizi, ellerimiz mecburi hizmete doğuya gelir mi bizle beraber. düşünmek kötü bir şiirdir belki, suçlarının üzerini toprakla kapatmaya çalışırsın biraz, kelimeler ne yaptığını anlayınca rüzgar işe koşup dağıtır kumunu çakılını üstümüzdeki, en iyi reklam filmlerinden üç beş kırıntı, hal hatır sorulduktan evvel şeylerde var misal, önce keseceksin göz ucuyla şairane, sonra akılda kalıcı bi kaç yorum yaparsın, orda tüyü bitmemiş yetim hakkı belirecek ve kaçacaksın durmadan eli kulağında intihar komandolarından,

saltanat

Bir parça fason saltanat kalmıştı sana eski beylerinden, savaş sonrasında kullanılacak panjursuz, eski bir saltanat. Enkaz altından kurtarılmaya kararlı mal mülk sahipleri için bir afet tasarlamaktaydı oysa tanrı, daha hiçbir yerde oynanmamış, hiçbir yerde söylenmemiş, lafı edilmemiş bir afet ki şair bundan bahsetmiş dahi olsa paragrafın başında, sınav kâğıtlarının arasına karışmıştır muhakkak çay saatlerimizdeki ayrılık ya da o sıra öğretmeni dinlemiyoruzdur kesin ama sonuçta bir saltanatın var şimdi senin. Kalk da bize refah getirmeye git şimdi saray cümbüşlerinden, şenlikler getir lavanta kokulu kadınların memelerinden, ışıklar canımızı acıtır yârin yanında, terk etme, tut cebinde kalsın bu şehir, tut ne olur değiştirme rengini, açma ışıklarını bize doğru, tut ki ben kırmızı bir rengim ve kimselere dememişim, sense bir nehirsin ellerimden ayaklarımdan akan, geçmektesin türkülerinle, son kullanma tarihine yaklaşan ağıtlarınla, gözyaşlarınla. Tut ki ben ıslanıyorum sense kanıyorsun cennet bahçelerinden, tut ki beraber düşeceğiz az kalsın cennetten, inecek, vurulacağız bir savaşçının yaralarında ki bu yüzden hala ölmedik beraberiz. Bu saatten sonra zaten kimse gözleri kızarmış şehirlerde rahat uyuyamaz çünkü sen incinirsin, kırılır çatlar tenin, boğulur sesin çığlıklarımızın arasında ve sen tahtına kan bulaştırırsın gizlice, asandan yangın çıkarır, değneğinle yırtarsın göğümüzü en mavi vakitlerinde, bu gök ki biraz daha kalsa buralarda, yaralanacak göğsünden muhakkak, dişlerini sökecek tanrını biri. Ve tanrım; Veronica’yı dekolteli yarattın yaratalı sen, biz Paris’te ekonomi okuyacaktık güya, teknik okuyacaktık, göbekli bir muhabbet kuşuna dönüşmeden biz, tanrım kalk gidek buralardan ki dilleri sürçmesin diye kadın olanlar vardır, o telaşla emniyet kemeri takan bir sürü erkek vardır,


Kuşan bu vatanın gecekondudan düşlerini ki yanması gerek bu Roma’nın bu ortadirek alevlerin içinde, kendine yakışan bu acıların, bu kahpeliklerin içinde, ki Sezar’ın peşinden gidersen kopacak kıyametin seninde, fakat dışarısı buz tutmuş sevgilim, fakat yağmur yağarsa tam da bunların üstüne, kırılır o camdan sene idam sehpasının üstüne, üstüne üstlük bir kadın aşiret çocuklarını sevmiyor ise medeniyet gereği hala, belki de benim sana burada hüzünlenmem gerekecek, belki de ısrar etmeyeceksin biraz daha kalmam için, benim verdiğimle sen, senden kalanlarla ben yetineceğim.  Sonra çıkacağım cesur orduların başına nefes nefese ve çıkıp bununla yetinmeyeceğim, döneceğim elimde seyyahların getirdiği milletlerle, onların yedikleri içtikleriyle, konuştukları dilleri, taştan tunçtan kalpleri ve yine taştan ve topraktan yurtlarıyla, yurtlarda bırakılmış geçmişleri, vaat ettikleri hazineleriyle döneceğim isyanların birikip, aşiretlerin toplandığı o malum seneye, 1982 Eylülünde bir seneye döneceğim, eylül ayının en soğuk gününden de soğuk bir eylül gününde toplanacağız o sene, bizden yüksekleri yıkacağız, bizden uzaklara gidecek, bizden çok yananlara yanacağız birlikte, bizden çok ölenler için öleceğiz son bir kez. Gök gürlemeleriyle gürleyecek, alıntılar yapacağız şairlerden, şayet karşımıza çıkarlarsa karşımıza çıkmayı göze alanlar, şayet o kadar karşımızdaysalar yani, son küfrümüzü edip gurbetimize döneceğiz yeniden, yepyeniden.Tıpkı kalem tutar gibi küfürler ettik sonunda, tıpkı kimse duymamış gibi, üstelik herkes yanına almıştı da bağıracaklarını, tıpkı çığlık çığlığa, tıpkı gecenin köründe herkes sarhoş gibiydi, bir intihar mektubu kadar gıdıklayıcı ve dayak yemezken bile ağlayan, hemen hemen her fırsatta ağlayan, sınıfımızın en cüsseli çocukları gibiydik tıpkı, yine öfkeli, sırılsıklam ve hayalperesttik biraz, akşamı kapıda uzun süre bekletmiş, kimseyi almamıştık içeri, polisleri, yangınları, ışıkları ve göz yaşartıcı hatıraları, göz yaşartıcı gazları ve gözümüzü boyamaya gelmiş ukala hayatları almamıştık işte içeriye, içerlerimize, içerleriz diye işte, günahtır diye belki, gözümüzü korkutan yargıçlara hesap verirken düşen kelimelerimizi topluyoruz ayak altından diye. zamanla yarışıyor, zamandan biliyoruz bu düşüşleri, itiş kakışları, bize hangi zaman iyi muamele çekerse orda yaşıyoruz, hangi zaman iyi oturuyorsa üstümüze,iyi duruyorsa üstümüzde, hangi zaman daha çok yakışıyorsa bize orda kalıyoruz bir kaç gece, bir süre konaklıyoruz bahçelerinde, sarılıyoruz birbirimize, düşünüyoruz, düşüyoruz birlikte, korkuyoruz düşerken bir de, korkuyoruz bu şehri yarılayabilmişken henüz, dövüle dövüle sıralanıyoruz düştüğümüz anlarda ki o anlara ceset deniyor artık, düştüğümüz yerlere ceset deniyor, çok mecaz oluyoruz sonra, ceset oluyoruz birden, hafifliyoruz birden ama mecaz oluyoruz gerçekliğimizden kurtularak, anlamlarımız varmış gibi düşünmeyi bırakarak yokluğumuzun tadını çıkarıyoruz o anlarda.







ekim sürgünü




Sırası değildir sürgünlüğümün, şimdi dökülme telaşındayım bir şahinin kanatlarından, şimdi ben bu kentten şiirler yapacağım sana, kurdeleler yapıp asacağım önlüğüne, yırtıp tertemiz göğü, diplerinden bir aşk doğuracak, renkli kısımlarından kazaklar öreceğim sana, denize batıracak, boğacağım güzel şarkıları, çiğneyeceğim kendimi, şahinler bırakacaklar kanatlarını ve ben koparacağım dalından birkaç hayali, birkaç kozalaklı hayal kırıklığını, sonra bakacaklar ki düşerken bile düşmüyorum aslında, sonra bakacaklar ki ölecekken başlıyorum hayata, içmeye izin çıkacak seni, seni içeceğim şarap kadehlerinden, yani düşmeye de izin çıkacak düşmemeye de, zaten seni içecek olsam bile içerdim , zaten akşam karardı diye bölüşeceğim seni mehtapla, ama yine de sırası değil yaralanmamın, sırası gelmedi dişlenmeye canı isteyen için. Karşımda birden soldu güller ve kalabalıklaştılar, pembeleşti dudakları yine, kapanmak üzere olan yaralarımı sardım üzerlerine, katladım ve armağan bıraktım canı isteyene. Sonra sarıldım,sonra öptüm, sonra yol kısaldı birden ve ben düştüm dizlerimin üstüne ama dişlerimi kanatmadan, sordum ve yapıştırdım sevdamı geceye, bulanık görünmesin kimseler diye, kadınlar karıştırmasınlar elleriyle benim sevdalarımı, şarkılarda adım bulunmasın diye, öğretmenler anlatmasınlar beni, kesmesin lafımı hâkimler, güçlüler, güçlü oğlu güçlüler. Kesmesinler sözümü terziler, ezmesinler boynumu asfaltta ve kimse bilmesin sen olduğumu, kimsem olmadığını.    


Yolculuk başlayınca susmaya başladık bizler de, kimse gittiğimizi fark etmedi zaten, gitmek için bir araya getirilmiştik aslında, yanmak için tutuşturulmuştu yangınlar, ve gitmek ki yapıştırılmıştı yakamıza, tıka basa doldurmuşlardı çantamıza, suyumuza ekmeğimize katmıştılar ve öylesine yalnızdık ki bileklerimiz kanıyordu yorulsak, eriyorduk asfaltta, kopuyorduk dikişlerimizden ve bir ceylan koparıp kanatlarını uçmayı bağışlıyordu bizlere, arılar bal dökülmekteydiler üstümüze biz gidelim diye,


ve güya hep ekim kalacaktı bu sene, asırlarca süren bu kıyamet.


Kedilerin miyavlamalarını işitince gittim, güneşin şavkını görünce gittim ve kayboldum, ve tükendim, bir hiç oldum sarıçiçeklerden yapılma, günler uzuyordu o esnada ve timsahlar bana bakarken o bakışlardan aşklar yaptım kendim için, ıslatıp balkona astım ki konsun bir yırtıcı, ki pençelerinden günahlar yaparım zamanları gelince yahut zamanları gidince, çok imlaları astık balkonlara kendimizi katarak bu düşmelere, bu düşmelerde öldük inatla ama diriltildik de ara sıra. Şimdi ben bir aşkı besteliyorum ipuçları karartılmış ayrılıklardan, ihanet dökmekteyim sendeleyen başlangıçlara, üstelik mevsim yaz, üstelik çok biledim dişlerimi. Dişlerimle kanattım tekrar her yeri, bedenimden arta kalan kırıntılarla birkaç bahar geçirip yaslandım darağacına, yaslandım merakıma, yaslandım ölüme, ve sonra otopsiye alıyorlardı bizi, delik deşiktik yani, kimselerden bir kucak göremiyorduk, soğumuştuk, perişandık, darmadağın etmişlerdi bizi, iyi resim de çektirememiştik velhasıl. Velhasıl hikâyenin böyle bitmesine izin vermeyeceğim, yıkıntıların arasında dik dursan neye yarar ki hem zaten almanlar yine gelmeyecekler mi?  oysa yüzün kaybolup geri geliyordu ve öleceğimizi biliyordu da geliyordu,  üstelik kayda değer bir cinayeti bile henüz üstlenmemişken, üstelik hicri takvim hala pek popülerken, ama hayat vardı işte, bu yüzden babası başlık parasını denk edememişti ve almanlar da bunun üzerine savaş çıkarıyorlardı, ve almanlar ota boka savaş çıkarıyorlardı tanrım,


tanrım dekolteli gezmelere izin çıktı mı?


ve ben seni muhakkak seviyordum şimdi elime bu kitabı alana dek, şimdi unutmaktan geliyorumdur seni muhakkak teneffüs bitince, şimdi çok uzak bir asya kadar doğu kökenli hemşerilerimiz gelmişse bile seni seviyorumdur lütfen, seni seviyorumdur çünkü bugün gülerek geldin tanrıyla kullarının arasına, seviyor gibi güldün ve yangın merdivenleri olmaz ki okullarda bu yüzden, ve ikinci katta profesyonel bir aşık bekliyor seni dudaklarından ki arkadaşlar arasında yapıyorlar bazen böyle terbiyesizlikler, oluyorlar bazen böyle terbiyesizlikler, ama batıyor aşk, ama bizi tanımıyor etmiyor, ama beğendiremiyoruz aşkımızı gökyüzlerimize, gatadan son model serum getirtiyorlar, takıyorlar düğünümüzde, ve mikrosofttan bir word belgesi, ve duyun-i hususiye, yani borcumuza mahsupen bitiyor aşk, batıyor aşk, devrilen bir atın sırtından inerek, yani nazım’ı sever misin bir daha lütfen.


yine şiveli konuşurken yakalanıyorum birazcık, ama batıyor güneş, ama çok çirkin. ve güller taç yapraklarına, ve elifba okutmak isteyen, ve global krizin faturasını ödedikleriyle neler yapabileceklerini bir bilseniz ah, ah ki ne ah, bir bulutu sıkacak, suyunu çıkaracak kadar ah ki güller taç yapraklarına susmuşlar, ben bir ihbar mektubunda adımın geçmesine susmuşum, sus pus olmuşum bursanın maçı var çünkü mençıstırlılarla, üstelik yemek yerkenki susmak helaldir ve kuzu ciğerdir inşallah, ve üstelik et yiyorsun ve nerden baksan yarılamıştık kebabı,


sana bugün göl kenarındaki bir kağıttan yazıyorum, sana bugün yakınlarında bir göl kenarından bakıyorum, üstelik batıyor güneş, üstelik şemsiyem vardır diye yağmur yağıyor, susuz bir gözlerimden damlıyor aşk, bakıyor aşk onlara, bakıyor bir aşk süper bir gözlerimin içine.

Ben bir seyyah değilim, rüzgârda savrulur tenim, ellerim tutmaz zifirde ve ayıp şeyler düşünürüm gözlerimi çapakladığımda. Ben geldiğimde dövüyorlardı bu şehri zaten, camlarını kırıyordu birileri ama ben seyyah değilim. Ama bunu itiraf etmem gerekir ki ben düşman bile değilim, ama siz, bilirsiniz ne olduğunuzu, siz yüreklerimizi işitiyorsunuz, şiirler okuyorsunuz geceleri ki yemek vermiyoruz size sanacaklar, çeşmeler yaptırıyorsunuz ki çapaklanmış gönüllerimizden çıksın kirler ve aranıza alıyorsunuz bizleri de kıyamet kopacak diye. sevgilim kırılma ama kaderde varsa kıyamet kopacaktır muhakkak, hem nereye kaçabiliriz ki, hem rica ederim ve ben de korkuyorum napim.

Yolumuzun üstünden alırız ne gerekiyorsa sevgilim , ihanet alırız, pişmanlıklar alırız, bir ev alırız başbakanınkinden, havuzlu, çapaksız ve üç çocuklu, dertler alırız, ayrıntılar alırız, şiirler şarkılar. Hem zaman kazanmış oluruz, hem okullar açılır o zamana dek, hem bakarsın İngiltere ile komşu olduğumuz kesinleşir, Japonlarla aynı ırktan olduğumuz kesinleşir, sen merak etme sevgilim ben sana bakacak parayı bir türlü denkleştirmeyeceğim, aç kalacağız, pis kokacağız, ceketlerimizden bira şişeleri eksik olmayacak,



Zaten kavgada herkes hasta, herkes komalık yasta ve ne zaman bir arbede çıksa yaz ile kışın tam ortasında, sosyal demokrat kesiliyorum lakin, lakin elimde değil bu ayrılıkçı tavırlarım, ki bu marullu pasta edebiyatçılığım kadar hassa bir mesele, ki yani kıçımda piresiz rahat durmam , yani anlıyor musun  mathilde, yeni numaram da budur,ve arabayı da iyi kullanamıyorsak, ve bu havada tiyatroya nasıl gideceğiz sevgilim anlıyor musun, ve sen allanıyor pullanıyorsun için ben ne çok vergi kaçırıyor oluyorum farkına varabiliyor musun? Bu sene eskilerden bir gülümseyiş ekledim kendime, artık kovalanırken polislerden, artık geç kalmışsam derse, hele banyo yapmamışsam al pacinonun filmlerinde, göbeğimi elime götürmeye bile korkuyor haldeysem yani, ve biraz peyzaj lazım gelir ki evimin önüne, mizah duygusu da önemlidir sevgilim, çıkar ellerini görebileceğim yere.


ve yine de yaranamıyorum tanrıya, ve sahurlar, ehliyet kursları, sivil otokrasi. Bir bıçak tutmayayım ellerimde, şair kesiliyorum, tutuyorum düzenli olarak küfürler ediyorum senetlerimi takip edemezlerden gelinmesi için. Bu yüzden havalar açılmış, Suzan içerde, ben sakallı sünepe. Bu yüzden tutuyor meksika’yı düşünüyorum düşündüğüm zaman, tutuyorum üç ihlâs okuyorum bir senete karşılık gelecek şeklindeki artis diyaloglarından. Evet yanıyorum, yanıyorum, yanıyorum evet.



uyudu, yağmur çamur demeden, perdesiz sualsiz, bacak kadar boyuyla uyudu, deklanşör açıktı, silahlar susmuştu, hamile kadınlar hallerinden pek memnundu ama Maradona kokain çekiyor olmasına rağmen,                                                                                                                                                                                                                                                   zaten balkonda uyudu,  zaten deprem yönetmeliği filan, ıskonto filan, zaten uzun bir gündü. Kadınlar bekleşiyorlardı, uzun malbora ve evin kirasını geciktirmeden ödemişler gibi uzun malbora, kış bitecek nerdeyse ama uyumaya devam etti, ‘’bu dublörler çok fena abi ‘’ dedi bir dublör, herkesin bişeysi oluyorlar, sonra dublörler uyudu, seyir halinde uçaklar, kaçak sigaralar ve ama enişte meşguldür muhakkak, elinde ucuz tütün ve delillerini karartıyordur muhakkak yetimliğinin, sonra yetimler uyuyunca enişte bile uyudu, gök uyudu, pezevenkler rengarenk ışıkların altında, istanbulun tadı yok, konserler yapılıyor ama maradonayı görmeliydiniz ki sonra Maradona uyudu, sevilay uyudu, gök uyudu dememişsem eğer gök uyudu, güney korede rejim tehlikede ağabeycim, abim uyudu, ki karanlıkta uyudu, ki üç oda bir de balkonluydu mahalleleri, ki güya televizyon sansürlüydü ama arçelik olunca ille de izliyordu mahalleli, mahallenin kadınları noter huzurunda şimdi ki noterler uyudu muhtarlar da öyle, hatta taksim meydanı ve sabah saatin üçünde ikametgah belgesi bulundurmam gerek ceket cebinde yoksa, yoksa cenaze törenlerimiz ve evlilik cüzdanlarımız ve kılık kıyafet yönetmeliği, yani polisler uyudu, açlar toklar, fırıncılar uyudu. ama Suzan almaz içeri bu saatte, Suzan uyudu, çocuklar uyudu, Afrika dahil, Afrika uyudu.


iki kişilerdi akmayan saatler boyu, çarşılar kapanana dek gök maviydi boyuna ve saksılara su verilmişti, kuşların boyunları ağrımıştı, balkonlarında erzaklarını bekletenler vardı daha, tokatlarını bir dahaki derse saklamıştı öğretmenler, gömleklerini kurumaz saatlere denk getirmişlerdi mesai saatlerinin ilk gününde, hava çalkantılı çünkü, aşksız yapamıyorlar ne de olsa şairler, çatılarında mektuplar biriktirmiş gibi hüzünlüydü yani herkes, birkaç kişiydiler toplasan birlikte ağlayacak çünkü herkesin arabası olacaktı zamanla, otobüslerde taşınmışlardı şimdiye dek fakat bile bile küçük düşemezlerdi akrabalarına,


taşraya kadar tüm yolları sırtlarında gidecekti bu şehir, bunca şehirliydik ve hünkarın tuğrası çıkmış gibi izlerindeydiyse, sanki isyan etmek için ankara’dan cevap bekliyorduysa şehirliler, bu yüzden tüm seferler iptal olunmuştu sanki ankara’ya, ankara’ya  ayrılık yağmıştı çünkü,  göçlerle beraber otobüs firmaları gelmişti diğer çöllerden,bayram ağzına kadar ağıtlar yakan halk toparlanmıştı artık, yağmurda başlayan balolar tertip ediliyordu nerdeyse, üstelik sanki zincirliydik ve durmuyordu akşamlarımızın yılları, zeugmayı kesersek diyordum babama ve yiyorduk hayvan bulaşmış yankılarıyla iki kaşık pilav üstü.
sonra  iki arkadaştılar ve bunu bilmeden bahsetmedikleri ebeveynleri görecek olursa, göreceklerse ve  iki dar odasından kuşlar beslemeyi öğrenebilsin çocuklar çeyrek ekmek tostlarıyla, acayip gördüklerindeki Farsçayı çıkarsınlar dillerinden diye perdeler yıkanmıştı  bir de, özel hoca tutulmuştu misafir olarak, ve sonra pencereleri görüküyordu telefon açınca, kapı ziline basarsam belki de babasından harçlık alamazdı bir daha, küçüktü ve anlamıyorduk bi türlü bizim aklımız ondayken o ders çalışıyor muydu kursuz, öyleyse saçlarına elliyor muydu sınıftan çocukları görürken camdan, hiç rüyasında tersten ilerler miydi zaman, zaman farkı varmıydı bir aşktan başka bir aşkı keserken, ya da gece kaç sularında kırılıyordu kalbi bir meleğin, ya da bir meleğe lekesi bulaşan bir lavuk ikinci kez baba olsa, ciflenirdi muhakkak ama liflenir miydi?



oysa ben bir an önce bu şehirle tanışmalıydım büyürsem, oysa aklıma düştü düşeli Amerikan filmlerinde oynamayı seçtim soran olursa,oysa aklıma düştü düşeli Amerikan filmlerinde oynuyordu tüm güzel insanlar, iyice konuşuyordular birbirleriyle çünkü dövmüyordular birbirlerini çok, çünkü dedim demokrasi getirmiş adamlar buralara kadar, ve hiç de sert içkiler içecek birilerini görmemiştim daha evvelden, yani doğru söylersem ağzımı burnu mu kırar mısın yine de babacım demek istiyordum küçükken henüz, yani henüz kış ortalaması düşüktü yalnızlığın, tepedeydi evimiz sadece, karlar sadece, makedon krallığı da tepedeydi hülasa amma, ve biz gitmek istiyorduk herkes adına buralardan, yeterince rüya görmüştüm sanki, yeterince kumaş satmıştık köylülere, yeterince Kürtçe konuşmuştuk sanıyorduk ama, yeterince liseyi bitirecektik nerdeyse, dershaneye gitmeden üstelik, üstelik yatılı bölge mezarlıkları kurulmuş olağanüstü hal kurumunun koltuk altına,üstelik derdimi anlatabilecek kadar ingilizceydi bu ülke,




Önümüz kıştı, önümüz portakal, önümüzde durdu otobüs ama sığamadık şehre, çıkardılar üstümüzdekileri de öyle yerleştik, ve dillerimizi soydular soğana çevirdiler, bizi soyup kırbaçladılar da biraz, kırbaç parası aldılar üstelik, tuvaletimiz geldi böylece ve çıkaramadık,cumhuriyetimiz geldi böylece ama inanamadık, ağızlarımızı burunlarımızı kırdılar kırana dek, öküzlerimizi sattılar diye polisler çat kapı, ve din elden gidiyordu nihayetinde, Aksaray’a kadar gitmiyordu ama tren,