22 Kasım 2010 Pazartesi

iki kişilerdi akmayan saatler boyu, çarşılar kapanana dek gök maviydi boyuna ve saksılara su verilmişti, kuşların boyunları ağrımıştı, balkonlarında erzaklarını bekletenler vardı daha, tokatlarını bir dahaki derse saklamıştı öğretmenler, gömleklerini kurumaz saatlere denk getirmişlerdi mesai saatlerinin ilk gününde, hava çalkantılı çünkü, aşksız yapamıyorlar ne de olsa şairler, çatılarında mektuplar biriktirmiş gibi hüzünlüydü yani herkes, birkaç kişiydiler toplasan birlikte ağlayacak çünkü herkesin arabası olacaktı zamanla, otobüslerde taşınmışlardı şimdiye dek fakat bile bile küçük düşemezlerdi akrabalarına,


taşraya kadar tüm yolları sırtlarında gidecekti bu şehir, bunca şehirliydik ve hünkarın tuğrası çıkmış gibi izlerindeydiyse, sanki isyan etmek için ankara’dan cevap bekliyorduysa şehirliler, bu yüzden tüm seferler iptal olunmuştu sanki ankara’ya, ankara’ya  ayrılık yağmıştı çünkü,  göçlerle beraber otobüs firmaları gelmişti diğer çöllerden,bayram ağzına kadar ağıtlar yakan halk toparlanmıştı artık, yağmurda başlayan balolar tertip ediliyordu nerdeyse, üstelik sanki zincirliydik ve durmuyordu akşamlarımızın yılları, zeugmayı kesersek diyordum babama ve yiyorduk hayvan bulaşmış yankılarıyla iki kaşık pilav üstü.
sonra  iki arkadaştılar ve bunu bilmeden bahsetmedikleri ebeveynleri görecek olursa, göreceklerse ve  iki dar odasından kuşlar beslemeyi öğrenebilsin çocuklar çeyrek ekmek tostlarıyla, acayip gördüklerindeki Farsçayı çıkarsınlar dillerinden diye perdeler yıkanmıştı  bir de, özel hoca tutulmuştu misafir olarak, ve sonra pencereleri görüküyordu telefon açınca, kapı ziline basarsam belki de babasından harçlık alamazdı bir daha, küçüktü ve anlamıyorduk bi türlü bizim aklımız ondayken o ders çalışıyor muydu kursuz, öyleyse saçlarına elliyor muydu sınıftan çocukları görürken camdan, hiç rüyasında tersten ilerler miydi zaman, zaman farkı varmıydı bir aşktan başka bir aşkı keserken, ya da gece kaç sularında kırılıyordu kalbi bir meleğin, ya da bir meleğe lekesi bulaşan bir lavuk ikinci kez baba olsa, ciflenirdi muhakkak ama liflenir miydi?



oysa ben bir an önce bu şehirle tanışmalıydım büyürsem, oysa aklıma düştü düşeli Amerikan filmlerinde oynamayı seçtim soran olursa,oysa aklıma düştü düşeli Amerikan filmlerinde oynuyordu tüm güzel insanlar, iyice konuşuyordular birbirleriyle çünkü dövmüyordular birbirlerini çok, çünkü dedim demokrasi getirmiş adamlar buralara kadar, ve hiç de sert içkiler içecek birilerini görmemiştim daha evvelden, yani doğru söylersem ağzımı burnu mu kırar mısın yine de babacım demek istiyordum küçükken henüz, yani henüz kış ortalaması düşüktü yalnızlığın, tepedeydi evimiz sadece, karlar sadece, makedon krallığı da tepedeydi hülasa amma, ve biz gitmek istiyorduk herkes adına buralardan, yeterince rüya görmüştüm sanki, yeterince kumaş satmıştık köylülere, yeterince Kürtçe konuşmuştuk sanıyorduk ama, yeterince liseyi bitirecektik nerdeyse, dershaneye gitmeden üstelik, üstelik yatılı bölge mezarlıkları kurulmuş olağanüstü hal kurumunun koltuk altına,üstelik derdimi anlatabilecek kadar ingilizceydi bu ülke,




Önümüz kıştı, önümüz portakal, önümüzde durdu otobüs ama sığamadık şehre, çıkardılar üstümüzdekileri de öyle yerleştik, ve dillerimizi soydular soğana çevirdiler, bizi soyup kırbaçladılar da biraz, kırbaç parası aldılar üstelik, tuvaletimiz geldi böylece ve çıkaramadık,cumhuriyetimiz geldi böylece ama inanamadık, ağızlarımızı burunlarımızı kırdılar kırana dek, öküzlerimizi sattılar diye polisler çat kapı, ve din elden gidiyordu nihayetinde, Aksaray’a kadar gitmiyordu ama tren,

Hiç yorum yok: