22 Kasım 2010 Pazartesi

ekim sürgünü




Sırası değildir sürgünlüğümün, şimdi dökülme telaşındayım bir şahinin kanatlarından, şimdi ben bu kentten şiirler yapacağım sana, kurdeleler yapıp asacağım önlüğüne, yırtıp tertemiz göğü, diplerinden bir aşk doğuracak, renkli kısımlarından kazaklar öreceğim sana, denize batıracak, boğacağım güzel şarkıları, çiğneyeceğim kendimi, şahinler bırakacaklar kanatlarını ve ben koparacağım dalından birkaç hayali, birkaç kozalaklı hayal kırıklığını, sonra bakacaklar ki düşerken bile düşmüyorum aslında, sonra bakacaklar ki ölecekken başlıyorum hayata, içmeye izin çıkacak seni, seni içeceğim şarap kadehlerinden, yani düşmeye de izin çıkacak düşmemeye de, zaten seni içecek olsam bile içerdim , zaten akşam karardı diye bölüşeceğim seni mehtapla, ama yine de sırası değil yaralanmamın, sırası gelmedi dişlenmeye canı isteyen için. Karşımda birden soldu güller ve kalabalıklaştılar, pembeleşti dudakları yine, kapanmak üzere olan yaralarımı sardım üzerlerine, katladım ve armağan bıraktım canı isteyene. Sonra sarıldım,sonra öptüm, sonra yol kısaldı birden ve ben düştüm dizlerimin üstüne ama dişlerimi kanatmadan, sordum ve yapıştırdım sevdamı geceye, bulanık görünmesin kimseler diye, kadınlar karıştırmasınlar elleriyle benim sevdalarımı, şarkılarda adım bulunmasın diye, öğretmenler anlatmasınlar beni, kesmesin lafımı hâkimler, güçlüler, güçlü oğlu güçlüler. Kesmesinler sözümü terziler, ezmesinler boynumu asfaltta ve kimse bilmesin sen olduğumu, kimsem olmadığını.    


Yolculuk başlayınca susmaya başladık bizler de, kimse gittiğimizi fark etmedi zaten, gitmek için bir araya getirilmiştik aslında, yanmak için tutuşturulmuştu yangınlar, ve gitmek ki yapıştırılmıştı yakamıza, tıka basa doldurmuşlardı çantamıza, suyumuza ekmeğimize katmıştılar ve öylesine yalnızdık ki bileklerimiz kanıyordu yorulsak, eriyorduk asfaltta, kopuyorduk dikişlerimizden ve bir ceylan koparıp kanatlarını uçmayı bağışlıyordu bizlere, arılar bal dökülmekteydiler üstümüze biz gidelim diye,


ve güya hep ekim kalacaktı bu sene, asırlarca süren bu kıyamet.


Kedilerin miyavlamalarını işitince gittim, güneşin şavkını görünce gittim ve kayboldum, ve tükendim, bir hiç oldum sarıçiçeklerden yapılma, günler uzuyordu o esnada ve timsahlar bana bakarken o bakışlardan aşklar yaptım kendim için, ıslatıp balkona astım ki konsun bir yırtıcı, ki pençelerinden günahlar yaparım zamanları gelince yahut zamanları gidince, çok imlaları astık balkonlara kendimizi katarak bu düşmelere, bu düşmelerde öldük inatla ama diriltildik de ara sıra. Şimdi ben bir aşkı besteliyorum ipuçları karartılmış ayrılıklardan, ihanet dökmekteyim sendeleyen başlangıçlara, üstelik mevsim yaz, üstelik çok biledim dişlerimi. Dişlerimle kanattım tekrar her yeri, bedenimden arta kalan kırıntılarla birkaç bahar geçirip yaslandım darağacına, yaslandım merakıma, yaslandım ölüme, ve sonra otopsiye alıyorlardı bizi, delik deşiktik yani, kimselerden bir kucak göremiyorduk, soğumuştuk, perişandık, darmadağın etmişlerdi bizi, iyi resim de çektirememiştik velhasıl. Velhasıl hikâyenin böyle bitmesine izin vermeyeceğim, yıkıntıların arasında dik dursan neye yarar ki hem zaten almanlar yine gelmeyecekler mi?  oysa yüzün kaybolup geri geliyordu ve öleceğimizi biliyordu da geliyordu,  üstelik kayda değer bir cinayeti bile henüz üstlenmemişken, üstelik hicri takvim hala pek popülerken, ama hayat vardı işte, bu yüzden babası başlık parasını denk edememişti ve almanlar da bunun üzerine savaş çıkarıyorlardı, ve almanlar ota boka savaş çıkarıyorlardı tanrım,


tanrım dekolteli gezmelere izin çıktı mı?

Hiç yorum yok: