25 Eylül 2011 Pazar

susuşun boynu bükük, kırılmış harfleri kelimelerin
dönüp yorgun bir ağrıya dönüşüyor sessizlik
ışık görünmemenin renginden yapılmış
hayal kırıklığının şeritlerine geçmeye izinli dünya
unutmaksa dönüp dolaşıp ağlara takılıyor
tezgahlardan mutfaklara alınmaları arttırıyor boşluğu
ve içeri alınıyorlar, o ki camlar abartılacak derecede açık
kimse uyanmamış yaşadıklarından, kimse düştüğünden
rüyanın kokusu sinmiş gök yüzüne, eline mum alan yarılıyor filmi
ağladıkça unutulur ama, ağlamak diye bişey yok
arabulucu, arabulucu, arabulucu nerdesin


kasablanka elimde bir kitap, yardımın gerek unutmaya
yangınların dolaştığı evlerin sahibiyim, üstelik de sakalım yok
unutmak için giyeceğim bir pardösü bulmama yardım etmelisin
düşerken düşmeyi aklımdan geçirmemiştim
sade bana yetecek bir avlusu olsundu hayatın
olmadı, durağa vardık, kimse beklemedi bi daha yaratılışımızı
her şeyi sona erdirmek üzere seçtiğim bıçağı nehir yuttu
şimdiyse ortalık kahredici sessizlik baştan başa
şimdi bir günü yaşamak için yüzlerce kederli gece
bu durumda katilin elinden gelen ne


katili katil yapan neyse, sessizliği de sessizlik yapan
onuncu kattan atlamayı ölmek yapan o
belki siyahı gece yapan bir mühim el, bir mühim bilinmezlik
tek başına, ortaksız, kimi seyre dalmış öyle uzun uzun

24 Eylül 2011 Cumartesi

salonsuz bir keder ile

başkaları gitmiş olabilir, karanlığın kime kalacağı bilinmez
ihtimaldir ki sevmek: bir beşikte doğmayı beklemektedir
fark edilmek için çaldığın bir şarkı gibi aceleden okunmaz
ihtimaldir ki bulmaya hazırlandığın sevgili, istasyona doğru ölmektedir
uçurumun altında kav, yanmış ve ölü bulunmuş yaralılar
dertleri tasaları yok, artık sevginin iki katlı çelik elbisesi herkes
üç kanatlı gözcüsü kim olacak, bu ise açık seçik bir filme girer elbet
yağmurun bitimine dek intihardan bahsedilmeyecek
çünkü o çocuk öpüşmeye doymuyor istasyon gördüğünde
ve biz neyse ki yola çıkıyoruz gözlerimizi götürmeden
yağmura hapsolmuş bir köyün derme çatma Salı günlerinde
öpüşmenin inzibatları derleyip toplamış etrafı kör yürüyüşlerde
görünmüyor iç içe geçmiş salonlar, küfürler birisinin yeleği gibi
yani ne kadar perişansak o kadar da marifetimiz var hayata
evlerin içi dünya kadar pişman ev içi olduklarına
nefrete saygımız var, sevgiye muhtaçlığımızsa baki
ama istasyon hiçbir yerden görünmez başkaları yüzünden
kıyıya vurur vazgeçmek, ihtimaller boşalır çeşmeden


görmek ki hayatın kalesi, alkol ikindisi ve süpürülmesi gerekeni
gittik gördük ama dirilmeye vaktimiz yetmedi adam gibi
ve günü kurtardık diye birkaç yıl acı çektik, çekildik alkollü gecelere 
çekildik bütün zehirli yılanların ülkesine, dehşetledik sinemizi
ürperdik, ürpermiş gibi yaptık ve düğümler atıldı bir sonraki yaza


öpüşmekle sevmek arasında ne kadar zaman vardır ki
bir de kuğular, bir de başaklar, bir de ne vardır ki bilemedim
salonsuz bir kederimiz uyanırdır mutluluk denince aşka
bütün camların kırılası gelirdir tahmin ederseniz
ve böylece kıtlık kıran kaybolur diye bir ümit belirir aynada
diye öcü alınmalı kapı çalmakların, diye hücum edilir yalnızlığa

23 Eylül 2011 Cuma

pardesünü giymen için yapmışlar mı hürriyet
pardesünü giymen için yapmışlar mı geceyi
pardesünü giymen için yapmışlar mı kışı
pardesünü giymen için yapmışlar mı denizi
pardesünü giymen için baban mı olmamış hiç
pardesünü giymen için sarhoş mu oluruz
pardesünü giymen için ne kadar da serin bir hürriyet gecesi
pardesünü giymen için ne kadar yakışık bir kış denizi
pardesünü giymen için sarhoş baban ansızın
hatırlatır ölmeyi

21 Eylül 2011 Çarşamba

cam kenarları için saklanılmış biletler

kızgın olduğumuz şey her yere yayıldı uçaklarla
balıklar söylenip durdular bunu görmedikleri bir yerde.
zamirlerin kimi kastettiği belli değildi bu hengamede
hengame dediysek sarhoşken bütün eviçleri öyle
iyi kötü ayrıldığımız mekanı bulmuştuk, sarhoştuk hepsi bu
terk edilmiş ayrılıkların mezarı, pençe izleri kalmış tüh


kaçtın ve saklandın sakıncalı bir nehre
şehir şehir olsaydı bu kadar şaşılmazdı gelene
ve sen kaçtın aceleyle saklandığın dirilişe
öfkelenmiş gömülüyordun bulutlu camlardan
kaçmış sığınmış bulunuyordun helak edilmiş kavimlere
gelmiş bir ay çıkmıştı tam üstüne tam saçlarına
konmuş bir kuştun sen, kızgınlıktan esmer
yanlış ne vardıysa hepsinde biraz haklı ve esmer
bi sigara içimlik cumhuriyetler vardı, öyle şirin öyle pak
izmarit bulamamıştın, bari deniz temiz kalsa
ama kızgın değilsin hala kendi yaşındaki çocuğa
öpülecek alın çok, büyümek gerek kelebeğe
ve sevinç içinde Bitlisi öptün pembe renkli bir gülde
mavi kapaklı bir dergide yazdılar bunu ama, ellerimi tutma


çalışılmış bir ayrılığı tekrar edip durdun sokak yolunda
sigara içmek için ülke yaratmamıştılar terk edildiğinde
ama sana söz işler iyi giderse bundan sonra
darmadağın olacağımız dişe dokunur bir uçurum ayarlarım sana
sert bir içki bulurum, kadere inanmaktan vazgeçeriz
ikinci kez yaratılırız, sert adamlar olup çıkarız
a harfini dilediğimiz kadar uzatırız bağırırken sevgiliye
Afrika’ya kadar düşünürüz ayışığını, ama çok üşürüz
ve başladığımız yerde bir sokak kedisine dönüşürüz

aceleci bir bir fırtınada yenik düşen efendinin karısı





çok aceleci fırtınalar geçti önümüzden
kiraz ağaçları kırıldı ve penaltıları kaçırdık
kaldık ellerimizde yapmacık çiçeklerle
ve hızla uzaklaştık mevsimlik acıtan parklardan
vapurlara doluşan kurtlar olduğumuzu öğrendik
yapayalnız kadınlarımız sıska kurtlara kaldı
bayraklar astığımız şehirler uçurumdan aşağı…

ve bir de zarif ayaklarımız vardı ama dil bilmeyen
kibar kentlere uğradık bunlarla ama biletsiz
zulümden gözlerini kaçıran beyefendi üslubumuz
bizi ta hürriyetin kilitli karanlığına ulaştırdı
meğerse kaptan telaşlıydı, aynalar karanlıktı
meğerse aynalar bulanıktı, kaptan sessizlikten muzdarip
yalnızlıktan kapkara düşmüştü teninin her damlası

biz şimdi vapurdayız, etraf darmadağın, yağmur bildiğiniz gibi
ceplerimizde bir kitabın zorba harfleriyle
kendimize ağıtlar söylemekteyiz
bütün karaları geride bıraktık, bütün arı şeyleri
bayraklar astığımız topraklara çığ düşmüş denildi, kabul ettik
güçlü bir halatla bağlamışlardı vatanı uzak bir kaldırıma
kaldırım ne kadar sessizdi, ne kadar da yetim düşmüş
deniz ne kadar da umutsuz gidiyordu bizi götürmeyeceği yere
hançerlenmiş halimizle pejmürde halimize baktık
sonra kaptan gözlerimizi kamaştırıp kamaştırıp
bütün ölmüş mültecilerin yerine bizi denize döktü mü döktü
ölünceye kadar yüzdük, yüzdük ama sevimli değiliz biz


mürekkebi bitmişti artık yalnızlık denilen jiletin
akşamlar ekim ayları ve Pazar günleri için
yeterince bekletilmişlerdi.
yağmur felan yağdı, filim felan başladı, anneler felan öldü.
denizde boğulmasına boğulduk, üşümesine çok üşüdük
kışın gelişini cennete asılmış afişlerden öğrendik
öğrendiğimize değmedi annelerin öldüğü, yağmurun başladığı
yağmurun başladığı güne döndük, uğultuluydu
karanlığın sakladığı dünyayı özledik te özledik

denizler çok tatlı, ayşe sevim öyle, okula yeni gelen …
anneler ölürken bile çok gayretli ve sofra kuruyorlar
yazılmayan şarkıların martıları olarak sofra kuruyorlar
tutup ellerini yıkadıkları sessizliğin devamını çekiyorlar
karanlık bir odadayken karanlık bir gemiyi özleyen
bir tufanın denizini bile bilebiliyorlar
biliyorlar kendilerini…

19 Eylül 2011 Pazartesi

içimden gelerek söylediğim bir şehirde, üzerimize yağan kış

sanki senden önce sadece yağmur vardı van’da
sanki senden önce yağmur sadece van’da
cumhuriyette üstümüze yağardı denilirdi 
bir çocuk gelip esmer olmak istemezdi ya hiç van’da
benim de kar yağdığında her gün
geceleri pencere kenarından dışarıya doğru yüksek sesle bağırarak
şiirler okuyan amcaoğlum vardı yanımda
sanki kar yağınca her yer van'da bir pencere kenarı olurdu
bir pencere kenarı kış gecesine dönerdi
ve geceler, şiir okumanın tren istasyonlarında unutulmuş bavullarıydı artık
kırlangıçlar bunu öğrendiklerinde demokrasiye geçilirdi
tabiatın şaşmaz güzelliğiydi bu bilirdik, hep kar yağardı vali konağına
star 2000’in orda sana rastlamak çok güzeldi, üşürdük soba önünde
acı çekmesini bilmemek çok güzeldi, cumhuriyetimiz ve diğer filimlerimiz öyle
küçük İskender ve ahmed arif vardı ne güzel, kelebekler de öyle
kelebekler varmış gibi yaparlardı sonsuz yürüdüğümüz o caddede
çünkü Müslümanları tanımıyorduk evelallah, çünkü şair olmak ayıptı
bir insanın adını bilmeden de sevebilmek için van’da
illa afrikada kıtlık kıran olması gerekmezdi ya


ben, burda klasik olarak gizli bir ağlama bile tutturamam senin için
en fazla sigaraya başlarım en fazla bir gece pencereden dışarıya bakarken yine
çiçeği burnunda bir dünyadan yıllarca uzak düşmüş kırlangıçlara senden bahsederim
burada kalacağımıza evet demek için keşke bir nikah memuru olsaydı derim
keşke sorsaydı bir daha hiç gitmeyeceksiniz öyle mi değil mi diye
ama kimse hiçbir şey sormadı, ben çok sigara içtiğimde ağlamadım
ben çok sigara içtiğimde ağlamadıysam, aslında içimde bir şiir hiç söylenmemiştir
aslında bir yangın çıkarılmamıştır henüz, bu dava bizi güzelleştirmemiştir
gecemi gündüzüme katıp onu söylüyorumdur, durmadan yanan bu kent değildir
şiirlerdir, kalelerdir, dağlardır ve otobüs yolculuklarıdır bitlisten geçen
sonra her evin bir vazoya ihtiyacı olduğu kadar bu şehrin bir denize ihtiyacı vardır
 ama benim, deniz olmadan da yapabilirim diyeceğim bir vazom olmadı hiç
sen içimde paramparça bir dünyanın ilk şehri oluyorken o sıralarda
deniz olmadan da yapabilirim diyebileceğim bir vazom olmadı hiç
bir hayalin içinden geçen nehirleri suluyorken sen, tiyatroya hiç gitmezken
olmadı teomanın şarkılarının sesini açmama yardım edecek bir bakkal amca
hem kimin bir bakkal amcası olmamıştır ki van’da

sonra mezun oluyorduk van’dan, başka şehirleri sevmeyeceğimize inanarak
tutuşturulmaktan ve kar yağan gecelerde migrosa doğru koşarak sevmekten
mezun oluyorduk
o sadece dağlarına kar yağan şehirlerden çok farkı olan
herkese yetecek kadar kar yağan büyülü şehirden mezun oluyorduk
içten içe paramparça oluyorduk ilk defa bu konuda yalan söylemeden
ve denizi olmayan şehirlerde bir daha birlikte olamayacağımızı bile bile
çareler aramayı sürdürüyorduk bu şehrin rüyalarının bitmeyişi için

17 Eylül 2011 Cumartesi

gayet netim bu konuda

sonuçta tutundum bir dala

şunu sev dediler sevdim ama kendimin dediklerini yapma konusunda hamarat sayılmam, ona göre de akşamleyin düşünmek için epey vakit ayırıyorum seçmek işine, neyi seçeceğime bağlı olarak milyonlarca yön işareti, trafik ışığı ve şehirler var, perişan kederli, perişan hüzünlü biriyim, siyah giyemem ben, beyaz giyemem, insanlar uçma eksikliği olan öfkeli şeylerdir böylece. nokta.  

çoğunlukla eksikliğimi hissetmiyor hayat,  bu kimi mutlu ediyor bilmiyorum, bakire olmak kır çiçeği olmak gibi. kaygı verici şeyleri istemiyorum. ve kaygı verici şeyler oluyor hep yanımda, istemediğim boşluklar doluyor avucuma, atıyorum atıyorum çoğalıyorlar, bu beni ne kadar post modern yapabilir ki. Ben bunları postmodern olmak için mi yapıyorum sence, bi düşün…

ben misal bir dağım, sonsuz yüksek bir dağ.hiç keyifli olmam o zaman.   

her şeye karşı bölük pörçüğüm. çıplağım, boğulmanın güneşiyim, en büyüğüm şu odada.

basit olmayı hep gizledim kendimden,oysa basit en karmakarışıktır aynı zamanda. alışılan şeylere olan özlemimi bastıramıyorum bi türlü.

Sakin olmakla ilgili bir nehirde ne yaparım, duramam oralarda, beni çağırın lütfen, beni bi filmin içine atın.



Yaşarken ölmeyi gerektirecek hallerden herkese nasip olmuş mudur, sanmıyorum. Siz hiç trende bir hırsız olmayı görebildiniz mi? rezil olmak kimseye yakışmıyor abiler, rezil olmaya mecbur kalındığı için rezil olunur ancak. biraz daha büyüyelim, biraz ve daha . Eyvallah.

 garson, tabaklara salata dolduran elemana
-bir tabak salata verir misin? diyor
eleman da (esas kahraman)
-tabii ki veririm, veremem mi zannediyorsun? diye karşılık veriyor

-sigara içmeyi özlemek başka anlamlara da geliyor,

Hoşça kal demek çok zor ve hatırlamanın kıskançlıkla ilgisi var mıdır bilmiyorum. Gelin bunu sorgulayalım. Sigarayı yeni bırakan birine yardımınız dokunmuş olur böylece, hele böylesi bir dünyada yardım etmek artık çok önemli, bunun siz de idrakindesinizdir. Birisi sigara içerken hiç de sağlam temellerimin olmadığını apaçık izliyorum, sakin olmayı aklımdan geçiremiyorum böylesi durumlarda, içimde ona karşı hazır tuttuğum yalancı tavrım yok oluyordur yavaş yavaş. işgale hazırlanmak ne kadar da hazin bir şey, hem de ne kadar beklenen bir şey değil mi? peki Ben sigarayı başkalarından kıskanıyorum mudur nedir bu? Bana biraz fazla yardım edin lütfen. Belki de kıskançlık değildir bunun adı ama aynı zamanda belki de öyledir, cevap henüz net değil gördüğünüz gibi.  

Ama önümüzde bi kaç raunt daha var, bir şeyler daha yazalım bakalım bitecek mi bu yazı.

Onları öyle birbirlerinin sevgilisiymiş gibi görmek çok fena, bi de ben yokken nasıl eğleniyorlardır Allah bilir.

Özlemek mi ya da kıskanmak mı daha ağır basıyor şimdi hala bir karar veremedim, ya siz? Olsun devam edelim, gemi daha kalkmış değil nasıl olsa. Ama saygılı günleri geride bırakmışım sizin de gördüğünüz üzre. Çok sinirliyim…  bu beni artiz kılan özelliğim.


Birinin arkasından çok konuşuyorsanız ( hem de kovboy şapkası varken kafada) bu sizin onu kolay kolay unutamayacağınızı mı gösterir (kovboy şapkası unuttuğunuzu bildirmek için insanlara, kovboy şapkası gözünüzü insanlardan kaçırmaya....(dört nokta attım oraya olum, yeterince anlamışsındır diye ha))? Demek ki vazgeçtiğimizi saklayıp gizlemeliyiz ki hatırlamayabilelim öyle mi? yo yo hayır buna ben bile katılamam doğrusu(belki de katlanamam). açıkçası unutmayacağımız şeylerin alayının bizatihi farkındayızdır, yıllar yıllar öncesinden bile bilebiliriz neyi ve kimleri unutmayacağımızı, lütfen, lütfen, onlar hakkında tek kelime bile etmesek de, ya da herkeslerle oturup kalkıp herkeslerle onları konuşup dursak da (herkeslerle oturmanın nedeni de bir nevi herkeslere ondan (unutamadığınız ondan) bahsedip durmaktır ya neyse) , hatta sürekli etrafımızda bulunsalar veya bizlerden binlerce yıl uzakta yaşasalar dahi, yine de kolay unutulacaklar kolay unutulurlar, zoru zoruna unutulacaklar ise sıralarını beklerler. Peki bu tarz şeyler, (bu şeylere elbete insanlar dahil ama, esas maksadım size sigarayla aramdaki münasebeti anlatmak olduğundan, bağışlarsanız ve anlayış göstereceğinizi umarak en çok sigara dahil diyeceğim) neden hep zor unutulacaklar listesinin top onlarında filan olurlar, peki niye bünyemizi ve beynimizin her yerini bu denli çok işgal ederler, onlara olan bu zavallı bağlılığımız, onlara karşı olan bu süprüntülü esrarkeşliğimiz nerden geliyor?
Sigarayla aramda geçenler nerdeyse böyle, ama beni tekrar ona döndürmeye çalışan asıl güç nedir, bilelim de ona göre malzeme alalım alışveriş merkezinden.

Sigara ve ben, dünya gelsin de aşk görsün…

Ancak unutabileceklerinizi terk edin yoksa infilak olursunuz. Yoksa geri dönmekten mideniz bulansa bile, ona geri dönmemeyi beceremezsiniz bi türlü. (bkz. zeki demirkubuz: kader)

 Bu yaşa gelmişsin ve hiçbir şeye hoşça kal diyemiyorsun artık, bu çok zor. Bunu yazdığım için özür dilerim.




Çoktandır unuttuğumu sandığım şeyler, bugün tüm çıplaklıklarıyla karşımdalar, bunlara karşı önlem olarak BİR VAZOM BİLE YOK, evimdeki zıkkımların kökleriyle besleniyorum son günlerde, ama televizyon seyretmeyip karanlıktan korkmamayı öğrenince, dünya yine de zul yine de zul.

KİM İDİ BİZİM DAVADA İÇEN YARGIÇ

Şubattı, soğuktu, özlüyorduk
diyordu ve bir daha diyecekti yargıç
kendini karanlığa hazırlar misali gündüzün çok içerdi
küfrünü eder pencereden ve sabah sabah ne çok içerdi
şimdi ben küfrediyorum ya hiçbirinize yetmeyecek bu küfürler
 derdi ve bir daha diyecekti yargıç
o yargıç ki hep uslandığını iddia edip
her gece yağmurdan sonra ancak yatıştırılabilen
bir karanlık bağımlısıydı ve bir karanlık bağımlısıydı
aynı bizler gibi ve sizler, aynı gözünü kestirdiği o diğerleri gibi
ama kimsenin gökyüzüne kimsenin sözü geçmiyordu
müzik hafif dingindi hep, rüzgâr çok çevikti
biz yalnızdık, ölene kadar çöldeki bir bedevi olarak yaşıyor gibi
dallanıp budaklanıyordu her an her yere olan özlemimiz
rüzgâr çok garipti, müzik hafif sarhoştu hep
ve yani gözleri korkmuştu bundan bütün gardiyanların ki
bizi daha kapalı odalara bırakmıştılar, bizi daha karanlık ve
yıldızları sayılır bırakmıştılar ve leyleklerle martıları pencereden bakınca
sanki bizden çok uzağa göçecekmiş gibi uçurmuşlardı onları da
ama kimsenin sesi yoktu kimsenin parası pulu
sanki biz onlardan on yaş daha erken ölecektik sanki biz aniden
kimsenin sesi yokken hem de, kimsenin parası pulu


balkonlu yazlar geçirip duruyorduk üst üste, şarkılı, kavgalı gürültülü
bir tek denizimiz eksikti nerdeyse, belki de bir tek denizimiz
gittiğimiz yer çölün içinde bir İstanbul’du hep, olsun, bu hep olsun
döndüğümüz yerse coğrafyada değildi henüz
yargıç kararını verene dek özlemeyecektik güya kimseyi
güya kimseyi eski sevgililerimize benzetmeyecektik güya
bunu derken şubat mıydı neydi, ama özlüyor muyduk neydik
bir sabah uyandık artık ve bir sabah niye uyandıksa işte
hiç bi rüzgârın uçuramayacağı uçurtmalar yaptık durduk
sahilde olduğumuzu unutarak sahile kadar yürüyüp durduk
sonra hepsinden vazgeçtik, vazgeçtiklerimizden de, yargıçtan da
niyeyse döndük işte, bir şarkının sonundaki kadın sesini özleyerek belki
belki bıçağın keskin tarafını özledik bahçesi olan evlerde sessizce
bir sessizliğin ellerini yakalayıp bırakmamak üzere özledik her şeyi
sevgili kıldık kendimizi sessizliğe ve yeşil duvarlı odalara belki
yaralarımızdan çeksinler diye tuzlarını belki de




şimdi canım çay çekiyor ve sigara çekiyor ve alkol çekiyor desem bile
canım çay çekiyor ve sigara çekiyor ve alkol çekiyor anlamına gelmiyor ki kelimeler

16 Eylül 2011 Cuma

devrimi en çok bir kaç rakçı yaptı

kendi çok duyarlılığından insanlara bakmak vicdani bir meseledir de aynı zamanda, bir tren gelir seni çarpar,  buna katlanarak aşık olursun.
bir tren uzaklardan geçerken tanıdıktır, giderken yabancı, nerde olduğuna bağlıdır eşyanın anlamı, ya da olduğu andaki kimliklerimize. Geçen gün bir arkadaş bahsetmişti, o an nerde olduğumuza fevkalade bağlıymış sorumluluğunuz veya sorumsuzluğunuz. tutumlarımız, davranışlarımız veya saldırılarımız. yani bir başka insandan nereye kadar sorumlu tutulmak istiyoruz, bir bakıma hangi sokakları bizim mahalleden sayıp, hangilerini başkalaştırıyoruz, kime göre nerde olduğumuzun içindeymiş hepsi.

Kimi dinlesek, kimi okusak, kimi heyecanla beklesek, o oluyoruz sanki, bir şarkı dinledik hüzünlendik, bir şiir okuduk kalbimiz hızla çarpar şimdi.  O yüzden birinin sana karşı ya da bize veya onlara karşı tutumu, o gün dinlediği şarkılardan, şiirlerden, kitaplardan ve sözlerden ve gülümsemelerden etkilenebildiği kadar etkilenir, okullar koymuşlar bu sebepten her yere. Engeller hiçbir zaman, eğer yaşamak söz konusuysa, ağır bir yenilginin nedeni sayılmamalı, ama karşındakinin sana baktığı pencereyi görmezden de gelemezsin, bu yüzden toplum denen şey aslında, bu iyi ya da kötü tutumların kumbarasıdır. Saklamasını bilmeli. Ne diye biliyorsun, ne diye bişeyler bilmeye uğraşıyorsun, bu soru da çok önemli elbette, eğer bütün bilgileri kendimiz için yarar ve fayda sağlayacak silahlar olarak görürsek, okullarda alfabe de öğretilmesin. Bunu diyebilir miyiz? Hayır. her davranış için gerektiği kadar uğraşılsın, gerektiği kadar bilim yapılsın, ama insanlık unutulmasın.

peki Nedir kendini başkası yapmanın ile yapmamanın harcı, tabii ki vicdan, yoksa insanın herhangi bir şeye ve yere ve hayata ve diğer tüm aklımıza gelmeyen şeylere uyumunun kıskandırmayacağı ne in ne cin vardır, diyelim ki başkası bir oduncudur mesela, hemen ellerimize bir balta alıp kesmedeyiz odunu, başkası hizmetçidir, elimize almak zorundayız süpürgeyi, paspası; utanılacak bir şey değilmiş oluyor bunları yapınca hepsi. Başkası olmaya uyum sağlayabiliriz, ama iktidardayken yapmamız gereken ne, yanımıza almamız gereken ne, terk etmemiz gereken sevgililerimiz kimler…

Bizi ayıransa temelde gururdur ( ya da ben öyle düşünüyorum, yazının gidişatı böyle ne yapalım). mahallenin diğer evleri ahşapken; ben üç katlı, havuzlu, lüks bir evde içiyorum birayı. Bizi ayıranın içten gelen güzellikler olduğunu söyleyemeyiz; onları korkuya ve tasaya dönüştüren, onları kıskançlığa ve hırsa dönüştüren gururdur, çünkü o evde başkası otursun, sigarası malbora olsun uyumunu sağlamaktan geri durursun, peki kimse mi farklı olamayacak sonuç olarak, kimse rızadan bahsetmeyecek mi bu yazıda diye soralım. Zor olan bir hayat afrikada zor değildir ki. Konumuzsa uyum. O halde uyum sağlamak; rıza göstermek, gurur ve değişim üçlüsü olmadan açıklanamaz. Hor görülmeye uyum için gururumuz var, yeterincesinden fazla olan gururlu olmakın reçetesinde rıza göstermek bulunur, değişim ise uyumun direncini sağlar bir nevi.  

Şimdi başta bahsettiğimiz kendi çok duyarlı hallerimize dönersek, bu: kişinin bulunduğu konumdan daha alttaki katlarda oturanlar için beslediği, messi gibi beslediği bişidir. tam da burada Kişi gururlu olmaya uyumludur haline gelmiş. Yani gururu yanlış yerde kullanmış, zira fen ve matematikte, hangi soruda hangi formülü kullanacağın hayati bir mesele. Bütün uyumlar için gurur taşınmamalı. Uyuma karşı gurur ancak ve ancak, hor görülmeye karşı beslenebilinir. Gurur senden üst katlarda bulunalar için takınacağın poz olmalı, apartmanın alt kattakilerine göstereceğin duygu veya tutum vicdanla ilgili olmalı. Zira hiç bi şekilde onlara muhtaç olmayabilirsin, bu yüzden vicdani biraz.

Esas amacımız kafa karışıklığı yaratmaktır, başka bişey değil. Oğuz Atay mı demişti bunu, pek bilemedim

Her şeyi siz yaratamazsınız, biraz şarkı da dinlemelisiniz, ufacık bir parça yeter hepimize, çoğu düşleyip yine çok hayal kırıklıklarına uğradığı için bir çok insan, yenilgiye de tahammül edemediği için ve belki de benim burada bilmediğim ve aklıma gelmeyen bazı sebeplerden dolayı, az kalıyoruz, azalıyoruz, değişemiyoruz. Değişelim değişmesine ama ölçüsünde olsun, zıvanadan çıkmasın şeyler, birbirimizin merdiveni olmak bizatihi alkışlanmalıdır. Bunun için her gün küçük bir adım atalım, küçücük, başkalarının yaptığı asfaltları lütfen kullanalım, hatta birlikte devam edelim yola. yol parası diyecem şimdi ama; gurur yaptım, bu yazıya sanki gitmedi biraz.

devrimi en çok şarkıcılar becerir.

15 Eylül 2011 Perşembe

yüzyıllık yalnızlık

Bir gece Albay Gerineldo Marquez'e,

-Sana bir şey soracağım, arkadaş, dedi.

-Niçin savaşıyorsun?

Albay Gerineldo Marquez,

-Niçin olacak? diye karşılık verdi, -yüce Liberal Parti için tabii.

-Niçin savaştığını bildiğin için şanslısın doğrusu. Bana gelince, ancak şimdi kafama dank etti: ben yiğitliğe kara çaldırmamak için savaşıyorum.

Albay Gerineldo Marquez, -Bu kötü işte, dedi.

Albay Aureliano Buendia, onun bu tavrından hoşlanmıştı.
-Doğru, dedi. -Ama yine de, niçin dövüştüğünü bilmemekten iyidir. Arkadaşının gözlerinin içine baktı ve gülümseyerek sözünü tamamladı: -Ya da senin yaptığın gibi, hiç kimse için anlam taşımayan bir şey adına savaşmaktan iyidir.

14 Eylül 2011 Çarşamba

insan bari bi bahar falan bırakır şu şubat soğuğunun arasına bir yere,

O kadar çok uslandım ki, yani o kadar çok boğuldum ki, şimdi bu uslanıp boğulduklarımın resmini çizmek isteyebilirim, filmini yapmak isteyebilirim, oyununu ve romanını yazmak isteyebilirim. Aklıma kim geldiyse; onu bu resmin, bu filmin, bu oyunun ve bu romanın bir köşesine sıkıştırabilirim. Bir de akşamüstü bi bira içeriz, ve sonra onu eve gönderirim, sonra hayat kendine akamayan bir nehir bulur ve akar üstüne üstüne. her şey biter yine sabah olur, gibi şeyler, gibi şeyler, gibi şeyler çok tutuyor ki yazıyorum…Bunu bu aralar sıklıkla yapıyorum, bunları düşünebiliyorum, belki de yaşlanıyorum, sürekli, yakın geçmişten upuzak buralara doğru yollanıyorum, demek ki aklımdan çıkmıyor büyüdüğüm, peşimi bırakmıyor demek ki yaşanmış bütün şeyler, ve dayanamıyorum ve içimi sıkıntı basıyor ve ağlamak kapısından içeri giremiyorum.

Üşümenin kitabı çıktıysa lütfen haber verin, çünkü size silah doğrultuyorum, beni dışlamayın.

 boşluklar var ileride, bunların bir tek sebebi var o da benim, gözlük takmam, kulağım iyi duymaz, ve yeryüzünün her santimetrekaresine bira dökerim, her santimetrekaresine tütün ekerim, olmadı havlarım.

Bir mevsim mi gelirmiş neymiş duyamadım, sıkıca tutulmuştum kabusun tekinde, etraf karanlıktı bundan mı duyamadım bilemem. kahve getirmiştiler, oturmuştular karşıma, ama benim karşımda neyin üzerinden oturmuşlardı orasını ben bilemem. Yağmur ben kapıyı çaldığımda yağdı, o an bir trenden düşsem iyiydi olmadı, iyide niye olmadı, burasını geçtim.geçtim gittim bir cennete, baktım hala ordasınız hala orda, orada bile hür  olamayacak mıyım diye sessizce bağırdım kendime, bağırdım bir kış filminin sesine karışsın diye sesim, ama nafile, bağırdım olmadı ama bağırdım gitti işte. Ki cennetin plazalarında hür kalsam ne kalmasam ne. Ki her şeyi bir yana bırakarak ve her şeyi kana bulayarak, kitaplardan birini aldım sonra raftan, baktım benim gibi huzursuz, baktım benim gibi okuldan korkar, baktım körkütük sarhoş, beni anlatan birkaç kelime çıkardım içinden, bana küstü mü ne bilemedim. Astı suratını ve ışıklarını bana kapadı, onu oracıkta bıraktım, gittim çok uzak birkaç aşk aldım terk edilmiş bir şehirden, sonra gittim bir bir ateşe verdim hepsini, ya da belki çekmeceye kilitledim bunu bilemem, etraf çok karanlıktı belki ondan.

Oradan çıktım size geldim, geldiğimde her yer karanlıktı, dünyada o kadar savaş vardı ki sizin orda, adam başına elli tane kılıç düşüyordu, ölmek denen şey şansa bırakılmamıştı, ve böylece uysallığın propagandasını yapıyordu iktidar, eli kılıç tutanlar sarhoş kalmış, yazı yazanların üzerine ağrı dağları düşmüş, yazılan her kelime başına bir söğüt dalı kırılmıştı, sanki çıplaktık, sanki bileğimiz burkulmuştu.

Sonra sizden çıktım, sonra her şeyinizden, ve bütün o yeşil ve mavi duvarlarla kaplı odalarınızdan çıktım, iyi mi ettim kötü mü ettim bilemedim. ve leyla’ya uğradım, ama bira içmeyerek.

Ne zaman ki yoktu etrafta bir Leyla, ben mecnunluğa davrandım,silahıma davrandım, sinemadan çıkar gibi yaptım, şarkı dinler gibi yaptım, yalnızlığın tüm odalarının müteahhitliğini almış, hiç bir operasını kaçırmamış gibi yaptım, ve hiç uğranılmayacak cennetler yaptım, öyle de hınzırım. Bunu kimseye söylemeyin yoksa mayınlarım patlar, bunu kimseye söylemeyin yoksa sürrealizm patlar, bunu kimseye anlatmayın yoksa eve gitmenin çaresini anlar babasız kadınlar.

Eskimiş bir ailenin fotoğrafları kadar siyah beyazlaşabilirim ben, kimi bekliyordunuz, tabii ki ben siyah beyazlaşabilirim başkası değil, ve siz bunu asla yapamazsınız sular döküldü şelaleden çoktan, siz bunu yapsanız yapsanız zaten iyi bir günde ve bayramda seyranda yaparsınız, ama bir dakika bekleyin beni sizin adınız ne diyeceğim, eğer hepinizin adı Selinse, eğer rabbim sizin tahtada yazılı adınızı tebeşirle üçüncü kez silmişse,  dünyadaki bütün on katlı apartmanlardan atlayabilirim, ve böylelikle bayramınız bile kutlu olmasın sayın estetik meraklıları, sayın çiğdemler ve kırlangıç ölüleri sizi. beni hatırlayacaksanız, bundan böyle sizin evinize gece girmesin lütfen, bundan böyle mucizeleri görebilin inşallah, ve durun, azıcık durun, şöyle adamakıllı durun, beni teslim etmeyin kendinize, beni teskin etmeyin kendinize, ve maşallah hepiniz de Aylasınız sanki, ha Nergis ha Özlemsiniz sanki, benim için pek fark edeceği yok artık bunların, bunların yani düş görünce samimiyeti bizden taraf kesenlerin adlarının anlamı yok benim için, sadece ve sadece istikrarımı sağlarsınız o kadar, ölmem o kadar, bir evim bir arabam olur o kadar, ve şirin şirin gülümserim o kadar, yani hiçbir şey ifade etmez yüzünüzü Amsterdam’dan getirmeniz falan. fark etmeyecek artık hiçbir şey nasıl olsa. yangını ben çıkardım, üflemek size kalmış…

13 Eylül 2011 Salı

dört büyük şey, ayrılık için yalnızlık ve karanlık ile ilk madde

şıvan perwer diye yazılır bu şiir, belki bahar gelmiştir farkına doyamadık

hoş geldin
büyüdün
eskidin
uzaklaştın, kumraldın sarışın oldun
döndün ve sabah oldu
yaklaşık beş gökyüzü değiştirdi yüzüm ismimi verdikleri yerde
bahçeler seraba çevrildi akıl karı değil
ve binalar sardı etrafımızı kaçamadım
hiç ağzıma almadım tek kelimesini Nazan öncel şarkılarının
balkondan seyrettiğim şehrin senle gittiğinin içini doldurmadım
yaklaşık beş ajandayı koyu hikayelerden doldurdum, yaklaşık beş sahilde
bilerek ve unutarak boğuldum
yaklaşık binyıl bağırmadım seni
sesini anlatmamak için duyanlara,
günahlarımı izleyen şeytanı şaşırtmamak için
mecbur kaldım oyunbazlık etmeye
kendimi sana hapsettiğim kafesi açtım
ve bunları bilenlerle aram bozuldu
vazgeçtiğim
sonra bir türlü bulamadığım
seni andırmayan ve sana çevrilmeyen sevgilileri kaybettim
harf öğretenleri kaybettim, sezen aksuyu kaybettim
beni bıraktığın yerleri kaybettim
yakınmanın neresindesin bunu bilmeliydim
bekledim, hep bekledim
sayılarla, gecelerle ve etrafı sakin yeşil bir evle bekledim
sersemletici bir anlayış tutturup durdum gitmek için uygun düşmeyen havalarda
bir yüzyıldan bir yüzyıla, bir yüzyıldan bir İstanbul’a ve
bir iskambil oyunundan telefondaki korkak sesine
ve de sana yetişmek için durduğum tüm duraklardan bir ilkokul öğretmeni olana kadar
sürekli olduğum yerde kaldım
bana ve sana doğru uzayan sessizliği astım duvarlarıma
ama bekleyene hep ihanet içindedir yıllar
bir takım insanlar gayet rahat edecekleri ihanetler giyerler durmadan
bense rüzgarın kovaladığı bir atlı değilim
ki tek başıma bu pasa dayanıksızdır bedenim
güneşi görmeye sabırsızlanmıyorum nicedir
oysa her şey ne kadar olabilir hale geliyordu sen burdaysan
oysa nerde kaldı bu otobüs, artık götürsün beni ona
o kim, gayrı ihtiyari söyledim bunu, pardon ve yani sen

geldin
güneş doğdu
çocuklar uyandırdı dünyayı
pencereler açıldı
ortalıkta her hangi bir deniz kalmamıştı geriye
ve bakmayınca görmüyordun tabi ki
bakmadığını duyan trenler çoğalıyordu önümüzde
kuşlar bize taraf göçlerini askıya alıyorlardı
arabalar hep kırmızıydı, kurban kesilmiyordu, sen yoktun da ondan
ve yine de kumbaramızda zor günler için sakladığımız efkarımız yerli yerindeydi
sanatçılar kadar hüzünlenebiliyorduk, işçilerin hayal kırıklığı vardı üstümüzde 
afrikalı bir açlık sarmıştı her yanımızı
genç yaşta ölmüş bir şairin annesi kızgınlığı içindeydik

durulmak yüklü bir gemiden atlar atlamaz,
sana bir hayat yaptım el bezinden, yünden, pamuktan, tahtadan, umuttan, umut adındaki şeylerden, 
artık bi zahmet gitme, belki de dön nereye kaybolduysan

sonra birden çıkıverdin, birden hoş geldin, birden sana ne kadar
muhtaç olduğumu görmesinler diye perdeyi kapadım
demem o ki
bu dünyada milyonlarca akrep yılı daha olsa, onları yaşatmaya hoş geldin
hoş geldin bedenimdeki mayınları patlatmak için düğmeye basmaya
hoş geldin gitmeye ve daha çaresiz daha çocuk kılmaya bizi
hoş geldin her hangi bir memete ölmek kapılarını ardına kadar açmaya
bizi güzelleştirmeye hoş geldin ya, bir daha da gitme, ya da inşaatlar dursun, ya da
mazhar fuat Özkan
martılar bitmez nasıl olsa, onların gideceği her yer var hala
hem biz nerde olduğumuzu bilemeyiz ki, böylece gitme
bir bakıma hiçbir kafiye istemiyoruz artık elin oğlunun şairinden, modern şiire alıştık
her şey olabilir hale dönüşmüş, seni başkan seçeriz belki, masum oluruz
yeter ki bi daha da gitme



11 Eylül 2011 Pazar

romantik


ille de şiiri sonbaharın anlamak
bünyeyi zorlar, hikmetli bir rastlantı değil
soğuk evde yalnız kalmak,
soğuk evin balayısı romantik olacak
senfoni dinlemeye başlamaya ne dersin
ne demezsin fark etmez
bizimlesin, içten ol, hazreti makbul
marifet et bari perdelerini açmaya
bilirim bana anlatacağın bir koy var
duymadım, orası ediz hun, ben yeşilin tam ortası
portakal suyu amcandır, sıranı bekle bilmek için
sıranı bil beklemek üzre
sıfatlara uyan ismin, ismine uyan ejderha
notunu açıklayacak
o zaman
vurma beni aynaya, korktuğumuzu görmeden yaşarız ancak
peki delirmek vazifesi kime kalacak, zor
çünkü zor bütün gücünle aşk olmak
yakışıncaya dek kostümü olmak bir delinin
görürsün yolda.

yürüdün mü
sen delirmek üzere olan yosma?
o köşebaşlarının sokağında?
o mu, kiminle konuşuyorum ben, demek o
peki bunlara rağmen sevgilim
o
hasta olduğuna karar verene dek
bizimle yasta, fiilen başarılı, mevzuat bilmez
ille de şiiri sonbaharın bilmek ister allah'a
delirmek katında ille de barışık
ve romantik
romantiği görmezden gelmekse
bilimciliğimizin nezaketi

burada kaldı, deniz açtı yağmur sonrası




burasına kadar hayatın hep tesadüf idi
bu tesadüf için kim bilir kaç yıl yaşadı abi
kırık camlardan yapılma bir kentte
koşarak uzaklaştı kendinden
inanmanın beşiğinden kaçmadı
elleri çamurdan işçiler gülümseyerek boğuldu
herkesin tesadüfü herkese kaldı
unutmakla yer değiştiremeyeceği acıları vardı onun
sahilde değildi, ıslıkları duymadı, en başa döndü
önce tayini çıkmadı
sonra berbere uğradı
her şey bitti dediği anda
bir sandalyesiydi artık hayatın
aynı dünyanın tepesinde

kimse onu beklemiyordu
bıçağı kalmamıştı ölülerin
biraz ayrıldı ve duruldu
bu yüzden herkese sarıldı
sarılışından esir düşmeyi bekleyecek kadar
zaten oldukça sarılıydı
yeminlerini etti, çizmelerini giydi
günahları için hazırlanmış kışları
şimdi atlatacaktı
ben hazırdım, o hazırdı, portakallar başlamıştı
odalardan daha karanlık kapıları
teker teker çaldı
dedik ya kimse onu beklemiyordu
rüzgar boyun eğdi
yalnızlık boyun büktü
sanki anahtar deliğinden görülecek diye icad edilmişti
göçebeliği mecburi, sevmesi edepsiz
çelişenin ta kendisi durmak bilmeden
dövüşlerde dövülür, tutuşturur yangını
öfkelenmede haklı susmakta şampiyon
üstelik yaslanabilecek omuzları olur
dizi başlarsa


burada kaldı, denizler açtı yağmur sonrası
ekim geldi, içkiler bedava, takım tutmayız bi daha
azıcık bakınca balkondan aşağı
bir sandalyesi olarak yani hayatın
gökkuşağını bilmede iddialı olmaz mıydık sanırsın
veya sanırlar, veya sansınlar, bizi ayağa kaldırmasınlar
bize gökkuşağını şairlerin sandırdılar
şairleri dövmenin meraklısı değiliz
burada yaşamaya devam etmek için
burada ölmeliyiz bir kazada ölerek
buranın kaldırımsız taşlarını görmeye devam ederek
evlere açılmayan sokaklarında
türümüze uygun bir şıklıkta 
sıkıntı çekmenin ormanlarında
o yağmurları kurtaran şemsiye olmaya
başlamalıyız
burada kaldı, denizler açtı yağmur sonrası
karşımıza çıkamadı göçlerini tamamlayanlar

8 Eylül 2011 Perşembe

kürtçe bilmeyenler için son ilahi

bir Pazar günü çıktık yola
en çok öpülecek dudakların zamanlarına denk gelmiş diyelim bu yolculuk
unutarak da edilmiyor ki, yeni baştan doğuyor sanki rüzgar güneş ve görüntü                                      
illaki şarkı dinler oluyoruz ağlamak için,yabani 
ve nerden bulduksa bulduk o izbe, sokaksız köşebaşını          
tuttuk biraz yağmur ısmarladık gibi olduk yani
biz büyüğüz, tekerleklerin altında eziliyoruz
ve nerden bulduksa o izbe, tutulmuş köşebaşını
sevdiğimiz her şeye artık bir müddet duruyoruz

öyle çok durduk ki şimdi, öyle çok durmak hele bu köprüde
yeşil bir ev yaptılar bütün denizleri biz görmedik
günün bitişiyle başlıyor perde kapatmalar, yaman
ya bu kırlangıçlar nereye sokuldular yangındaki halleriyle
sahil de nerden çıktı, duraktayız biz durakta,
seyretmediğimiz güz filmlerini hatırladığımız yerde
yani biz tam ortasında bir baharın falan
uçmaya kıyamayan kuşlar kadar göç edebiliriz elbette sevgiliden
buradayız, yalnız biz değil, lütfen,
yalnızlık  gider ama uzaklara, kalırız yine burada
sonra yine bir bahar, seni düşünmekten sarıya boyanır dağlar
yeşil olabilir bir çok akdeniz aniden

zira çok eskiden diye bahsedilen yerlerdedir adlarımız
gitmeliyiz ile kalmalıyız arasındaki bir şarkının en nakarat yerinde
bekleriz biz ama otobüs kalkar artık seni götürmeye


diyelim ki durmadan Pazar günleri yaşıyorduk
ıssız, susuz ve paramparçalanmış mevsimlerde
bir kırlangıç çok ağlıyordu sessiz, perdeler asılı her zamanki evlerde
gemiler batıyorsa batsın, zaten bizde hep kahır, üstelik filiz beni sevmiyor
sevmek ancak bir gazete kağıdına sarıp eve götürülen ecza
yoksa o adam kırlangıcı ne yapsın yatak odasında
ve kadına diyeceği var ki bunu ,yolda unutulmasın diye sık sık tekrarlamakta
arabanın bagajında, sonra yeri çok sağlam, sonra vatan, sonra harikulade vatan
bari bu gece bizde kalsın bu aşk be adam dedirtme bana demesin mi kadın
hani yıldız kaymıştı ve domates ekecektin bahçeye böylece diye devam etti
ama sahiller kırlangıca dönüşmüştü bir kere
bahçe yok, domates marketten alınmış, çocuklara dayak atacak bissürü polis yetiştirilmiş
bilmez misin? dedi


ama yağmur öyle yağıyordu ki 
nerdeyse aşıktık, nerdeyse Pazar değildi, nerdeyse kadın kırmızı bluzunu giymişti  
biz de çarşıdaydık, üstümüze olan uçakları düşürüyorduk                             
bir şeylerin farkına vardığımıza başlamaya inanıyorduk
ve
ve meğer bir gömleği nerden aldığına bağlı olabiliyormuş mesela
diye fark ediyorduk hemen aşkı
etrafta kırlangıçların dolaşacağı kadar Pazar değildi henüz
belki de yatakları toplamamıştık ondandır,
ama ne yapsak da kurtulamıyorduk çarpışmaktan doğan bir gemiye
buzdağı olmaktan
yine de
vakit gelmemişti o mersedesten inmeye
inme sen, ciddiye alınmayan sevgilerin ev hanımlığına benzer
bu şarkı, bu inmek, bu mersedes
çaresini tükettiğimiz ağrıları çalıyor bak şarkı,
çünkü doğal olan bişey vardıysa şimdi karnı bıçaklıdır, hissedemeyiz
ancak şarkılarda olabilir bundan böyle kırlangıçlar
nerden beri, kimden sonra, hangi sapakta kaldı yağmur
bilir misin?



bana nerden bulacaksın o yağmuru o pazarı o köşe başını sen
hep düşer gibi uçacaksın bir daldan bir dağa
kendinin öyle güzel zamanlarda oynamadığı bir film bulursan göster bana
ben saçakaltı, ben hikaye, ben düne razıyım tekrar yaşlanmaya
dolaşıyorum yerden çok yüksek ipler üstünde
beni tut, beni bir uçak kadar büyükçe tut, büyüklük artık sende kalsın
al o sonsuz büyüklüğü ki yaşat, dağılmadan yaşat beni
ki bulabilesin baharın izini madem ki bahar şu sıralar 
unutabilesin, unutmak el yapımı birşeyken henüz, kafam karışıkken 
görebilesin diye o sahneyi, ödüller aldıracak rahatlıkta yapmışlar zaten bu hikayeyi
sen duyma, sen hep son katlarında intiharın, sen burada uzun uzun bekle
beklemenin yakışmadığı kimse yok ki
biraz daha ekonomi, biraz daha trajedi, sonra kimseyi kıskanmadan sana birkaç dakika
bir bahçe bul erik koparınca daldan, seni çocuk sandıkları, gülerek kovaladıkları
çocuklar da yaşlanır deme, kitapların ayracıdır umut, hangi hazirandan başlamalı ölmeye
ey sen, ey seni boğmamış eski denizler, ey görmediniz mi gemileri geçerlerken
neden yağmurlu bir öğleden sonrası, kaplamamış tüm bedeninizi
elinizdeki kanlı bıçakla sizi gören olursa bunları ona anlatın
içeri alan olursa kapılardan içeriye girmelisiniz
''kimi bekliyorsunuz da bizi beklemiyorsunuz böylece'' diye bağırın bütün içerilere
sokaklara, bulvarlara, tek mevsimli küçük şehirlere

hazırolda durun


yeşil yaprakların, tertemiz güneşler eşliğinde çıktığı bir kasabada 
panzerlerin ezdiği yollar biziz, hep terk ediliyoruz, hep bir kat daha asfalt dökecekler kapkara
yalnızlığımızın hırkası var tepelerin sırtında, biz tepede olmayı hiç hak etmeyecek miyiz
sorusuna gayet şık cevap verirdi oysa general bir Pazar ayininde
general pazar ayininde
ama artık mutluluğu sehpa dağınık görünmesin diye yere seriyorlar
bunun için almayı düşündüğüm atkıyı da yaktım özenle, ses çıkaran ormanı da
bu yüzden serçe parmağımı bir kuşa ödünç vermek gerektiğini bile bile
özenle unuttuğum dağlarımın bile ardına serdim uzunca
uzunca bir süredir görmedim seni, köprüyü yıktılar burunlu bir hikayede
devasa bir fırtınaya rağmen okula parmak kaldırmaya gelen çocuklara bakmak için
avare avare dolaştığım sokaklardan ve lambalardan ayrıldım
ayrılırken gece değildi, ve ben 60 yaşına varmış bisikletlere artık binemeyeceğim