13 Aralık 2013 Cuma


şşşşşşşşşşşşşşşşşşşşş




vay canına, o kadar güzelsin ki
yağmur başladı

ah, marcia,
uzun sarışın güzelliğin liselerde...
ders olarak okutulsun istiyorum,
çocuklar tanrı'nın, müzik gibi, ten altında yaşadığını
ve güneş ışığından bir klavsen gibi ses verdiğini
öğrensinler diye.
liselerdeki karnelerin
şöyle olmasını istiyorum:

kırılgan sırça şeylerle oynamak
pekiyi

bilgisayar sihirbazlığı
pekiyi

sevdiklerine mektup yazmak
pekiyi

balıkları öğrenmek
pekiyi

marcia'nın uzun sarışın güzelliği
yıldızlı pekiyi!

Richard Brautigan

27 Kasım 2013 Çarşamba

BÜYÜK EV ABLUKADA

(Ekmek vardı tereyağı vardı utanılacak bir şey yoktu
Bir şey daha yoktu ama kavrıyamıyordum)
İşte böyle olmak en iyisidir olmakların...
Bir küçük çocuğu tuttum otobüsten indirdim

(İndirmiştim
Yok olan önemli bir şeydi Allah kahretsin)

Tüm kavgasız tüm duruk tüm başıboş
Üç sayı kötü bir sayı iyi şiir dinledim
Çıkıp okudular durup dinledim
Bitmeseydi daha dinlerdim kötü mötü
Saat kaç diye sordular birisi beş yani dedi

(Ha kavgada ha aşkta
Bu gök bomboş ha kavgada ha aşkta)

Göğe baktım yerli yerinde
Haydutlar dalavereciler yerli yerinde
Vurguncular hayınlar vurdumduymazlar öyle
İyi dedim içim rahatladı
Düzen bozulmamış dedim sevindim
Tenhaca bir bölgelerinden şehre girdim

(Ben herkese varım
Başka türlü olmuyor inanmayın)

Bakın bu şehri ben kurdum ben büyüttüm ama sevemedim
(Ekmek vardı tereyağı vardı söylemiştim önemlidir
Utanılacak bir şey yoktu kime anlatmalıyım)

Ben sevemezsem sevmek kimselerin elinden gelemez
Bizi tutkulara çağırdı otobüse sosise buzdolabına
Telefona sinemalara radyolara bir sürü kancık sevdalara
Sürü sürü mutsuz alışkanlıklara
Yalana dolana itliklere keten elbiselere

(Sonra karısı öldü o çocuğun
Yalnızdı güçsüzdü herkesler gibiydi
Kirlendi kötülendi sarhoşladı pis karılara dadandı
Anladık onu ölenden başkası kurtaramaz
Ölen de kurtarmamıştı)

Bak ben seni nerenden kurtaracağım şaşacaksın
Şimdi bu taşları biz çektik değil mi ocaklardan
Bu asfaltı biz döktük biz onardık değil mi
Bu yapıları oniki kat yapmak bizim aklımızdı
Biz kurduk istersek umursamayız ya
(Abluka burada başlıyordu çünkü)
Ekmek yiyelim tereyağı yiyelim çocuk büyütelim
Sen beraber yatacağımız yatakları hazırla
Sen bir onu yap yeter bak göreceksin..

turgutuyar

22 Kasım 2013 Cuma

şehre durmadan otobüsler alıyorlar bu arada

Ne yazık ki manası kalmıyor sürdürmenin kendini
telaş içinde uyanıyorsun yağmurun bıraktığı duruluğa
Duruluk içinde uyanıyorsun ıssız caddelerde
bakmanın çivisi çıkmış, serbestliğin de
her şey görülüyor artık en net bir şekilde
kocaman menfaatler kuyruk sallarken
Kadıköylere Kadıköylerden vapurla geçerken
ikea’yla her şey daha çok anlamlıyken.
her şey ucuzluyor ama daha çok acıkıyorken
kötülük denen şeytanı öldürmüşken usta splinter
burada kalmaktan başka çaremizin olmadığı gibi bir bataklığa
saplanıp kalmak ve buna rağmen ‘’BURDAYIM’’ demek büyük harflerle
ez lıvırım, ve birkaç kez ı’m here
ve anlamından kaçan sesler yüzünden
ve görüntüsüyle tek başına kalma halleriyle benlerin
-bu benlerin yeryüzünde-
sığınacak tek bir gece kalmamış, sevilecek serin bir rüzgar sabahleyin
tutacak yüksek bir omuz
üzerine söz söylenecek tek bir yazı yazılmıyor bu arada gibi
bir hal kaplamış üzerimizi, bunu alışverişlerle örten maaşlarımıza
bişey olmasın diye, sürekli birilerine eğiliyoruz caddeler boyunca
sokak sokak, balkonlarda dahi
ceketleri ilikliyoruz, sakız çiğnemeyi unuttuk nerdeyse
habire
kılçıklı gece, donup bakıyor sana
üzerindeki ceket kışkırtıyor çünkü insanları
saçlar, güzel saçlar, güzel sarı saçlar, kışkırtıyor beni
ve yerin dibine yakışacak kadar esrarengiz bir biçimde
böyle tası tarağı toplayıp gitmenin cesur adamlarından değiliz ne yazık ki
böyle hani olur da, bir şiire ‘’ne yazık ki’’ ile başlayan
bunları tırnak içinde söyleyecek birine rastlayabilirsiniz bu yüzden her yerlerde
yani belki uzun uzun konuşuruz seninle ey yalnızlık
ey sabah sabah caddeler tükürükle nasıl da dolmuş
ey bakiyesi birazdan tükenecek müthiş umut
ey çehre,
iş güçten zaman ayırmadığımız hayat
sabah uyanıp işe gideceksin diye otobüsler alıyor bu şehir habire
ıssızlık da bir kalabalık yapıyor gibi kaba bir gün
şehir habire otobüsler alıyor bu arada
bu arada sen nasılsın ey hayat, ey başıboş güzellik
ve senin beraberindekiler


yağmur lekeliyor bardakları, biralar dolaplarda artık
kimse yeteri kadar sarhoş değil
yerin dibinden bağırmanın sesi geliyor
bir ses geliyor ki biliyoruz
biz ‘’bilmenin’’ ‘’bilmelerin’’ tırnak içindeki özneleri
Sokağa atılmaların, üstünde gri bir kazakla bile
pencere açmaların perdeleriyiz sanırım
bilmeden bazı şeyler olabiliyoruz işte,
işte ki görülsün açık açık kumarbazlığımız
kimlere oynadığımız
dersimize hangi öğretmenin gireceği yazıyor işte tahtanın köşesinde
nöbetçiler ve diğer nöbetçiler işte bak köşelerde
Halbuki bir sokak aşağıda manavda satılıyor elmalar
Kibritler ilk sigarasını içen çocukları Üniversitelere hazırlıyor halbuki
Mutlu olmak gelip geçiyor bir kadının bahçesinden
Bir balkonda oturup iyilik güzellik düşünenler unutmasınlar ki
hastalanacaklar az kalsın, ve sevdikleri çok sevdikleri
unutmanın, unutuşun, geçiştirişin yılanlarıyız artık
ve dilimizde kelimeler yerine
ormanlara yetecek yangınlar
Ama hiçbir anlamı yok ayrılışın veya unutuşun
Ateşle kirlenmiyor geceler pek
Bunun da bir yeri vardır hiçlik meselesinde
Fakat vapurları takip eden kuşlara benzemiyor
Umursanmadıklarımız, yaprakların düşüşü
Bulutlu bir günden geçen nehirler bir fona dönüşüyor yalnızca
Karanlıkların esamesi okunmuyor karanlıkken bile
Bir isim düşüyor dilimize, hüznümüz bundan ibaret
Halbuki insan üzülebilmeli, filmlere gitmeli
Sevmeli, sevip otogarlara çekilmeli, telaşla sokağa atılmaktan
Bıkıp usanmıştır ayaklar
Gündüzlerin gerektiği kadar yaşanılmaması
için bitip tükenmiştir mürekkebi kalemlerin
bu arada şehre otobüsler alıyorlar yine

27 Haziran 2013 Perşembe

size,
bu odanın alacakaranlığından,
okyanusundan, beni boğan dalgalarından,
tenimde kalan tuzundan ve
yastıklarda kuruyan gözyaşından
hiç bahsetmedim.

size,
nasılsın diyerek başlayan telefonlarınıza
(garip, tuhaf aslında)
beyaz bembeyaz tabiatımla
‘iyiyim’ diyorum.
yani aslında korkuyorum
bütün bunlar kıyamet
bütün bunlar cinnet
bütün bunlar cinayet demeye
bir daha düzeltilemeyecek sözler
söylemeye korkuyorum.

telefonla birlikte ışığı da kapatıp
bol şanslar deyişiniz, şanslar deyişiniz, deyişiniz
çınlarken içimde,
bunun beni ne kadar kırdığından
hiç bahsetmedim.
bahsetmediğim çok şey var daha
yaz çiçekleri, cam çiçekleri ölüyor
akşamın altını, gümüşe dönüyor
bunlar da önemli elbette
en az,
bana ihaneti öğrettiğiniz
bana kanatlarımı bıraktırdığınız kadar.

-Birhan Keskin-

22 Haziran 2013 Cumartesi

başarısız boktan bir kış geçirdik





yine de kötü bir kış geçirmedik sanıyorum

altın düştü örneğin
karlar beyaz yağdı, direndi uzun zaman
geleceğin sevgisi bir aklık olarak başladı
sevgilim senin ellerin bir keçisever kadar taze
sevgilim kolera yavaşladı
üstelik birkaç kez de aya gidildi
gelindi bile

şimdi ey benim badem gözlüm
su çiçeği, kızamık boğmaca geçirmişim
ancak ölünce hatırlanan sarışınım
altın sarısının beyaza dönüştüğü şu günlerde
sabah sabah aç karnına ölünen şu günlerde
kararlı yüreğin bir manşeti yadırgarken
silah kullanmayı isterken ellerin şu günlerde
-sana onu da öğretirim-
yüreğin kıpır kıpır yerinde duramazken
saçını taramamaktan aktardığın sıkıntı
sarı bir boya halinde parmaklarına yayılırken
öyle bir sarı boya ki kanlardan damıtılmış
ve kanların bağışlamaz dirimini taşıyan
sana bir türkü söyleyeyim
güzel olmasın gerçek olsun
beklet kendini hazır dur
adı belirsiz bademlerle birlik dur
söğütlerle birlik dur
kağnı güdenlerle birlik dur
şehir kuşatanlarla birlik dur
ölen ve yara alanlarla birlik dur

bir tarihte bir dağ yamacında
onikibinsekizyüzelliüç kişi öldü
yamaç yeşildi çünkü bir bahara başlıyordu
ölenlerin bir kısmı, tüfeksiz, onların bir kısmı
tüfek müfek bir yana donsuz gömleksizdi

sayı bilmezlerdi toptandılar
böylece bir yerlerde toplandılar
yürekleri uzun bir süre atmadı
aslında
çoğu da insan olduğundan yüreksizdi

bir sürü alan ve ova bir sürü ağaçaltı ve orman
ölmemeye bir sürü bahane
örneğin suyu görünce hemen ayaklarını soktular
çünkü gölgeli bir su her zaman
bitmemiş bir yapıda eski bir zaman
çünkü sonu buysa
ölmek elbette gereksizdi

bilirim hoşuna gitmiştir bu ilkel türkü
ilkelliği bütün bir yaz ve kış yaşanan
çünkü sağlıklı bir güneşe taparsın sen
her bir ışını şiir yazanlara umut ve hüzün veren
bir karanfil olarak sürer gider belleğinde
atı ve insanı doyuran çavdar
sevgilim hazırlığın tamdır
ve şiire artık saygın yok
üstelik ben de seninleyim bu konuda
pazardan karsız dönen köylüler gibi

kanın ateşin ve seslerin böyle cömertçe kullanıldığı
böyle sorumsuzca kullanıldığı bir dönemde
herkesin şimdilik hakkı vardır hüzünlenmeye

yukarda dediğime bakma aslında
başarısız boktan bir kış geçirdik
kanımız bile doğru dürüst akmadı
bir sürü çocuğu öldürdüler

turgutuyar / kıştan kalan soğukluk

www.ruzgarsurucukursu.com

 
 
www.ruzgarsurucukursu.com    0212 495 0 555  -  0546 493 0 555 


21 Haziran 2013 Cuma

ve açık bir pencere mi? -ve açık bir pencere

ve açık bir pencere mi?
-ve açık bir pencere.
ve açık pencereden gördüğün her şey mi?
-ve açık pencereden gördüğüm her şey.
ve o açık pencere önündeki her şey mi?
... -ve o açık pencere önündeki her şey.
ve o açık pencere çerçevesine sığmayan şeyler mi?
-ve o açık pencere çerçevesine sığmayan şeyler.
ve açık pencere önünde oldukları için dokunabildiklerin mi?
-ve açık pencere önünde oldukları için dokunabildiklerim.
ve açık pencere ötesinde oldukları için uzanılamayanlar mı?
-ve açık pencere ötesinde oldukları için uzanılamayanlar.
ve yakındakilerle uzaktakiler mi?
-ve yakındakilerle uzaktakiler.
ve açık pencere?
-ve açık pencere.
ve açık olmayan ama açılabilecek bir pencere mi?
-ve açık olmayan ama açılabilecek bir pencere.
ve açık bir pencere mi?
-pencere açık değil, açılamaz da.
ve önündeki bir pencere mi?
–ne pencere açık ne de arkasındayım.
ne pencere açık ne de açık pencere gördüm.
ne de açık pencere ardında bir şey gördüm.
ne de açık pencere ardındaki bir şeye
dokunabilirdim, çünkü ne pencere açıktı
ne de bir an bile olsa pencereydi.
sonuç olarak, ben açık bir pencereden söz etmek
bile istemiş değilim.
ve açık bir pencere mi?
-ve açık bir pencere.

Zvonko Makovic
Palyaço

i.

kaç kişiyi öldürdüm düşlerimde
kaç kilo çekerdi yalnızlık
kaç kere ezildim altında
yaz yağmurlarının

belki de palyaçolar ağlardı pazartesi sabahları
her sirk geldiğinde ağlamaklı olurduk
hep ağlamaklı olurduk gülünecek halimize

kim sevmezdi çiçekleri filan
”ben sevmezdim” dedim, “yalan” dedi

bunu palyaço söyledi,
palyaço söyledi ben yazdım
yazdım, yazmasam ağlayacaktım

herkes ağlarmış biraz, ben de ağladım
sırf bu yüzden mi ağladım
alçaklık gibi bir şey oldu bu biraz

biraz birazdım her şeyden
dün biraz sinirlenmiştim mesela
yarın bir kadını seveceğim biraz
biraz biraz kör oldum bügünlerde

ama rakı kadehlerini boşaltmayın
eksilmesin hiçbir şey
hiçbir şeyden dahi olsa
kalsın biraz

ii.

umursamıyorum yılgınlığımı filan
çünkü sessizce yaşanmalı her şey
bir devrim sesszce olmalı mesela
ve her sözcüğüne inanmalı bir palyaçonun

bir palyaço neden yalan söylesin ki
ben palyaço olsaydım söylemezdim
marangoz olsaydım da söylemezdim
ben insan olsaydım yalan söylemezdim!

hem nereden çıkardınız palyaçonun yalnızlığını
kaç kilo çeker ki bir palyaço
hem neden yüzüme vuruyorsunuz
bir çirkin ördek yavrusu olduğumu

gocunmam ki ben, ben gocunmam
bir palyaço ne kara gocunmazsa
o kadar, o kadar gocunmam işte

rakı doldurun! eksilmesin

iii.

bitmedi, yazacağım daha
yazmazsam ağlayacağım çünkü
alçakça olacak biraz

hem biz o zaman kimdik ki, nerelere giderdik
her sokakta biraz daha eksilirdik
bilirdim, geceleri puslu puslu olurdu bazen
bazen birisi fısıldarmış gibi olurdu
”duyamadım”, derdim, “tekrar et!”
sessizliğe bürünürdü o vakit her şey
sokaklar daha bir puslu
palyaçolar daha bir ağlamaklı olurdu
ve ben daha bir alçak olurdum
ağlardım biraz

hem sen kimsin, çekiştirme diyorum
hatta kuyruğuma basma diyorum
acıyor, tırmalarım,-
diyorum

kahrol, kahrol!
diyorum

iv.

geçen gün yüzüme rastladım bir ilan panosunda
korktum birden, kusacak gibi oldum
”olur öyle” dedi palyaço,
”herkes alçaktır biraz”
”otur ulan!” dedim, bağırdım ona
ben bazen bağırırım biraz

”rakı doldur!” dedim, “eksilmesin!”
ben bazen eksilirim biraz
aslında hepimiz eksilirmişiz biraz
bunu sonradan öğrendim

ben aslında her şeyi sonradan öğrendim
herkes herkesi sonradan öğrenirmiş
bunu da sonradan öğrendim

örneğin;

geçen gün bir kadınla seviştim
biraz değil çok seviştim

ya işte öyle palyaço
diyorum ki,
bunu da yeni öğrendim
sevişmek de eksilmekmiş biraz

v.

kim sevmezdi ki kuş ötüşlerini filan
”ben sevmezdim” dedim, “yalan”
dedi
bunu palyaço söyledi
palyaço söyledi, ben yazdım
yazmasam, alçak olacaktım
hem ben roman da yazdım biraz

bazen diyorum ki, palyaço,
sen olmasan ben ne yaparım
alçakça eksilirim belki biraz
her yağmur yağışında yerindi dibine girerim
hiçbir kadının kasıklarını öpemem belki
ya da unuturum sonradan öğrendiklerimi

biraz biraz anlıyorum ki,
yüzler eller, o terli vücutlar filan
her şey plastikmiş biraz

vi.

haydi sirtaki yapalım palyaço
rakı doldur, yine eksildik biraz

-turgutuyar-

18 Haziran 2013 Salı

Shahram Nazeri

sessizliktir burası, bir gömütlüğün koca kımıltısızlığı!
Öncellikle, Gezi’de ilk gün orantısız polis şiddeti uygulanması ile ahlaki üstünlüğü zedelenen hükümeti, daha sonra attığı demokratik adımların etkisini azaltan cumartesi akşamki müdahale kararı için “tebrik” etmek istiyorum. Hükümetten başladım, çünkü aklı hala başında kalan sağduyulu insanların gördüğü gibi, bu kaos eğer nihayetlenmezse, bundan en çok 11 yılda kazanılan demokratik haklar, ama daha da önemlisi, 30 yıllık kan banyosunu bitirecek ve çok olumlu giden çözüm süreci zarar görecek. Allah korusun, hele bunun bir iç çatışmaya dönüşmesi durumunda, ortaya çıkacak resmi hayal etmek bile istemiyorum.
Eğer birkaç gün veya bir hafta beklenebilseydi, apolitik gençler, radikal ulusolcu örgütler ile olaya diyalog kanalları ile yaklaşan hükümetin yaklaşımı arasındaki farkı takdir edebilecek ve alanı terk edeceklerdi. Daha sonra ise, küçük bir marjinal grup kalacaktı orada. Bu ayrışma süreci başlamıştı bile Gezi’de. Hükümetin bu kararında, hem Taksim Dayanışması’nın verdiği sözde durmaması, referandum konusunda Başbakan’la toplantıda konuştuklarını reddetmesi, hem de Taksim’e bir milyon kişi yürütme kararının etkili olduğu söyleniyor.
Hala aklı başında davranabilecek tek etkili adres hükümet olduğu için yazıya hükümeti eleştirerek başladım. Ancak Taksim Dayanışması’nın alanda kalmaya devam etme kararı, en ciddi şekilde eleştirilmeyi hak ediyor. Zaten açıklamanın diline baktığınızda, değişmeyen sekter zihniyeti açık eden 1930’larin Stalinist jargonunun hakim olduğunu görüyorsunuz. Bir yanda gençlerin enerjisine akbabalar gibi göz diken faklı farklı kesimler, bir yanda siyasetten çok çatışmadan medet uman tarih dışı kalmış bir örgütçülük… Arada tüm gri renkler kaynayıp gidiyor haliyle.
Hiçbir şey için geç değil. “Ya hep, ya hiçe” sıkışmak zorunda değiliz. Ortalığı sakinleştirmek hükümete ve herkese düşüyor. Zaman sinip kenarda bekleme zamanı değil. Ama kim olursanız olun, resmin bir parçasına odaklanıp öfkeyle davranacaksanız, ateşe odun taşıyacaksanız, varlığınız eksik olsun, kenarda durun. Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gollum’un paradoksu gibi, Gezi’de oluşan imaj rantının devşirilmesi, buradan en popüler isim olarak çıkma yarışını kazanmanın büyüsüne bir dur denmeli bence. Ama sanırım aynı dili konuşmuyoruz. Ve sanırım bu her şeyden evvel bir ahlak meselesi.
Hükümetin, basit bir çevre meselesinin, kendilerine yönelik bir komplo zeminine dönüştüğünü görüyorsa, tam da bu nedenle, soruna çok ciddiyetle ve sabırla yaklaşması gerekiyor. Ortamı gerecek, krizi kontrol edilemeyecek ve istismar edilecek hale getirecek her tuzağı boşa çıkarmak öncelikle hükümete düşüyor. Bin düşünüp bir yapmalı, kötücül “Türkiye bir diktatörlüğe gidiyor” kampanyasını destekleyecek hatalardan kaçınmaları gerek. Her halde bu sağduyuyu, ulusolcular ve kibirli, Erdoğan nefretiyle eleştirinin namusunu kaybetmiş aydınlardan bekleyemeyeceğiz. Eğer cumartesi bu müdahale olmasaydı, bugüne, 20 günlük kabustan önemli ölçüde kurtulmuş olarak uyanacaktık, belki. Belki diyorum, çünkü kaşıma gayretleri devam edecekti şüphesiz. Hepimiz çok üzüldük ve çok yorulduk. Ama hükümetin, haksızlığa uğradığını, aldatıldığını düşünerek duygusal davranmaya hakkı yok. Hepimizin geleceği ile ilgili bir kırılma yaşıyoruz. Buradan ancak daha fazla demokrasi ile çıkabiliriz. Ahlaki üstünlük ise sürekli olarak çözüm ve oyunları bozmak isteyen taraflarda olmalı.
Gelelim Gezi parkına. Ben Başbakan ve Vali ile yapılan uzun görüşmeler sonrası kendi aralarında toplanan örgütlerden eylemi bırakma kararı çıkmayacağından adım gibi emindim. Haksız çıkmayı o kadar dilerdim ki! Eğer, apolitik gençler örgütlü olabilseydi –bu bir oksimoron, biliyorum- ve karar alma gücü onlarda olsaydı, emin olun Gezi’yi terk etme kararı alırlardı. “Direnme” kararı ile, örgütlerin hiç umurunda olmayan siyaset yapma imkanı da harcanmış oldu. Oysa, buradan orta-uzun vadede özgürlükçü bir muhalefetin nüveleri ortaya çıkabilirdi. En azından, demokratik-özgürlükçü bir kent siyasetinin ilk anlamlı başarısı olarak tarihe geçerdi. Taksim Dayanışması bunu bencilce heba etti. Çünkü hayata hala 1970’lerden, devrim romantizminden bakmaktalar. Böyle ortamlar da, asla onların yaratamayacağı bir varolma-görünme rantı yaratmakta. Hem siyaseti reddetmek, hem de maksimalist taleplerin karşılanacağını ummak, bir şarkıcının, kalıcı eserler bırakmak yerine özel hayatı ve skandallarla ün yapma tercihine benziyor. Özgürlük taleplerinin siyasete tahvil edilmemesi, en iyi ihtimalle bir romantizm ile sonuçlanır. Ya da ergenliğe bile ulaşamamış bir tür nihilizm olarak algılanır, toplumun teveccühünü arkasına alamaz.
Tabii bu işin bir vehçesi ve benim “enerjiyi siyasete tahvil edin” önerimi olanaksız kılan başka ciddi meselelerimiz var. İlk günkü meşruluğunu, hükümetin attığı net demokratik adımları yok sayarak kaybeden Gezi hareketini, -cumartesi günü yeniden bir polis müdahalesine maruz kalsa da- “özgürlükçü” bir halk hareketi olarak yorumlamak ancak bir temennidir. Gezi ilk günden beri, Erdoğan nefreti ile malul bir çevrenin mahalle baskısı altında kaldı, domine edildi ve sömürüldü. Kentin geleceğinde söz sahibi olmak ve hükümetin bazı icraatlarına itiraz etmek isteyen –aslında en zayıf olan- halkanın üzerine, temel niyeti hükümeti “ülkeyi yönetemez hale getirmek” olanlar abandı, boğdu. Buna, “çevrenin” “merkeze” yürümesini hazmedemeyen elit öfkesi eklendi. Kimse, polis şiddetini, hükümetin veya Başbakan Erdoğan’ın eleştirilemezliğini veya yanılmazlığını savunmuyor, ancak ülkenin geldiği bu ortam, hükümetin veya Başbakan’ın yaptığı icraatlarla orantılı mı sizce? Burada, “gerçeklik algısını” ciddi bir bozma gayreti var ve bunu yapanlar ya nefretle, ya duygusallıkla, ya ergenlikle, ya da sınıfsal nedenlerle bunu yapmaktalar.
Bu bir koalisyon ve gençlerin samimi enerjisini ve onların hükümetin yaşam biçimlerine müdahale etme gücüne yönelik tedirginliği alabildiğince sömürüyor. Sokakta, 11 yıllık muhalefetçe temsil edilmemişliğe öfke duyan kesimler de bu enerjiye destek veriyor. Gezi’de karşı olunan şey Erdoğan; ve Erdoğan’a karşı olma nedenleri demokratik olandan operasyonel olana kadar çok geniş bir spektrumu ima ediyor. O nedenle de enerjisi hem çok yüksek, hem de olumsuz ve örgütlü olana yem olmaya çok açık.
Max Horkheimer, 1968 hareketlerinde sokağa inmediği için oldukça eleştirilmiş ve verdiği cevapla da çok konuşulmuştu. Horkheimer, şöyle diyordu:
“Günümüzün gençliğini harekete geçiren dürtülerin bir kısmını ben de paylaşıyorum. Ayrılığımız, gençlerin uyguladığı şiddetle ilgilidir, aslında güçsüz olan düşmanlarının işine yarayan, onları güçlendiren şiddetle. Bütün kusurlarına karşın, sarsak bir demokrasi bile bugün bir devrimin kaçınılmaz sonucu olacak bir diktatörlükten iyidir — bunu açıkça söylemek, doğruluk adına zorunlu görünüyor bana... Sınırlı özgürlüğü gittikçe artan tehditlere karşı savunmak, korumak ve mümkün olduğu yerlerde de genişletmek, … umutsuz eylemlerle onu tehlikeye atmaktan çok daha acil bir görevdir.”
Ben de aynen böyle düşünüyorum. Bu duruş, ortamın gerginliğinde, muktedire yakın durma, Stockholm Sendromu ile çarpıtılmaya müsait, olsun. Gezi projesini yönetiminde bulunduğum gazetede haber ve yazılarımla iki yıl boyunca eleştirmiştim. Hatta bizim gazeteden başka hiçbir gazete bu boyutta olayın takipçisi olmamıştı. Gezi ne halkın, ne de muhalefetin umurundaydı o sıralarda. Ağaçların söküldüğü ilk gün ben de oradaydım. Daha sonraki günler de gittim. Yapılan polis şiddetini, ölümleri, yaralanma olaylarını defalarca telin ettim ve ediyorum. Ama bu haklı itiraz alanı, ilk birkaç gün sonrasında, üzerinde akbabaların dolaştığı verimli bir kaos tarlası haline geldi. Tabii, alanın heterojenliği, oradan, haklı bir grubu, veya haklı bir itirazı seçip gözünüze sokmalarına neden oluyor. Bu durum ise, politik ve örgütlü olanın apolitik olana galebe çalacağı gerçeğini değiştirmiyor. “Sokağa çıkın” çağrılarının, ne kadarının adil, sağduyulu ve ahlaki bir yerden yapıldığı kuşkulu. Bu eylemlere samimiyetle katılanların da, daha sonra, haklı itirazlarının, yüksek enerjilerinin nasıl istismar edildiğini görerek üzüntü duymaları sürpriz olmayacak.
Hükümete dönelim ve yazıyı bitirelim. Hükümet etme bir aklı ima etmeli, duyguları değil. Yapılan her hata, “Türkiye diktatörlüğe gidiyor” kampanyasına malzeme taşır. Ciddi bir Erdoğan’ı yalnızlaştırma operasyonu ile karşı karşıyayız. Buradan kimseye fayda gelmez. Ancak sokağı fiştekleyenler, bunun komplo boyutuna dair bilgiler, hükümetin ayarını bozmamalı. Ahlaki üstünlük sürekli gözetilmeli. Çünkü siyasetin ahlaki üstünlüğü, yani demokratik olanı temsil etme ve uygulama gücü, bu krizden en az yara alarak çıkmamızı sağlayacak. Yönetemez hale gelme, sadece sokağın karışması ile değil, kutuplaşmanın taşınamaz hale gelmesi ile de mümkün. İki tarafı çok keskin bir bıçağın ucunda yürümek zorunda bu hükümet.
Bu çağrıyı sağduyusunu kaybetmiş tüm kesimlere yapmak isterim. Ama orası artık çok karışık ve ajite edilmiş duygular hakim. Görünen o ki, bu süreçte “aydınlarımızın” veya aydın sandıklarımızın da çoğunu kaybettik. Bu durumu toparlayacak tek aklıselim merkezi, yine halk ve hükümet görünüyor. Olanlardan ders çıkarmak, diyalogu hiç kesmemek, ölen vatandaşların sorumlularını hızlı bir şekilde bulmak en etkili cevap olur. Adalet duygusu zedelenmemeli. Sokağın neden bu kadar öfkeli olduğu, sadece komplolarla, kötü niyetlilerin provokasyonlarıyla açıklanmaya çalışılırsa, ölümcül bir kör nokta oluşur. Başbakan’ın tek bir sözünün bile çok şey değiştireceği bir ortamda, sağduyulu, kucaklayıcı yaklaşımlar, provokatörlerin her halde son arzusu olacaktır. Bunu da “camiye ayakkabılarıyla girdiler, camide içki içtiler, Gezi’deki çadırlarda kim bilir neler oldu” diyerek yapamazsınız. Hele hele mezhep kavgasının kaşındığı bu günlerde…
Evet, bu özgürlükçü bir hareket değil. Samimi insanlar bunu görmeli ve eve dönmeli. Buradan ancak bir kaos çıkar, 28 Şubat gibi hükümete darbe olmaz, ama hükümet ülkeyi yönetemez hale gelebilir. Bence en büyük risk de budur. Gelin sakinleşelim, demokrasi sorunlarımızı barışçı bir şekilde çözmeye çalışalım. Bu kaybet-kaybet oyununu, kazan-kazan haline getirmek bizlerin elinde.
Tüm farklılıklarımızla, birarada olmaktan daha güzel ne var ki şu hayatta?

Markar Esayan  17.06.2013, İstanbul

Beklemiş Bir Paket Cigaranın Son Umuduna

 

İşte suyumuzu kestiler ama masamda yine bir çiçek
bir çiçeğin akşamı elbet bir çiçeğe benzeyecek

nasıl güzel nasıl diri bir çiçek
dipdiri adamlardan biri bir çiçek

evet ben son ve kesin umuduyum bir paket cıgaranın
bir köhne câmekanda sararmış alıp içmemi bekleyecek

sonsuz bir camekânda
başlangıçsız bir çiçek

alırım seni tüttürürüm bir gün güzel tütün
söyle kim var bunu benden daha iyi bilecek

ey kalın duman gün senindir
kim var senden daha doğru tütecek


ben gelirim seni alırım büyük alanlara gideriz
seninle ben o kavruk biçim bir de o diri çiçek

ne sandın bütün alanlar bizimdir
biziz ne varsa kalan, biziz ne varsa gerçek

işte suyumuzu kestiler bu bir eylüldür ey teşrinievvel
geleceksin intihar özlemleri de kıraçlar da gelecek

nerden baksan bir bütün hüznümüz
nerden baksan sonunda o diri çiçek

ki hüznü bir mavilik duygusuna bozar gideriz biz
çünkü biliriz yılkılarımız serin yaylalarda üreyecek

yağmurlar yağar o serin yaylalara
çünkü serin yaylalarda otlar büyüyecek

bir çiçek bahçesinin elinden tutarız biz, biz olmasak kim ne
kim pundunu bulup paralara kötü pazarlıklara böyle sövecek

ey eski camekân ey diri çiçek
biz olmasak şunlara bunlara kim sövecek

ben seni alırım sakin evime koyarım sakin sonra gideriz
gözlerim mavi, senin dumanın mavi, yüreğimiz bir okka çiçek

suyun da denizin de mavi ve avuçların
biliyorsun bir gün gökyüzü değişecek

işte sürahiyi kırdılar suyumuz kesik hadi bakalım
ey camekân seninle biziz ancak bunları yenileyecek

hadi bakalım ey durgun çiçek
hangi ıslak mendil bunları söyleyecek

tatil bitti. güzel hasır şapkamı bir bıçakla değiştim
suyumuzu kestiler işte ama masamda o diri çiçek

tatil bitti şapkamı değiştim bir bıçakla
o bıçak bir güzel cıgara gibi işleyecek

-turgutuyar-

16 Haziran 2013 Pazar


Çinlilerin güneşi çoktandır sönmüşOrda insan yıldız görmekle nefes alıyor tükenmişliktenBir nehir akmayagörsün, nehir görmeyenler de çıkıyor biraz sonra
s
onra efendim, o meşhur  biraz sonralar da geçip gidiyor
Pazartesi gününe uğruyor zaman, ve bir Çinli de çıkıp demiyor ki
Teknoloji ve Amerika var yakınlarda, bak buzdolabı ne kadar güleç yüzlü
duruyor sen bana bakınca
yakında her eve birkaç güneş girmesi amerikanın tesadüdüfüdür
bir pardon deyişi var ki görmelisiniz avrupayı

rusyayla ne vakit fotoğraf çektirsem aynı kızıllık aynı kızıllık
ama babası durur mu şu çinlinin, çekirdek çitlerken hüzün de duyabilmesi için
poposu mankenlerinkine benzerken helali de bilmesi için
tiyatrodan anlar iken türbanı hor görülmesin için
süpermarketlere her gün bir kaç uğramalı
hayata karşı hazır bulunmalı, fukişimacılığa karşı rahat davranmalı
gözlükleriyle her gördüğüne inanmamalı

Kızı felsefeye yatkın ama kimi aldatacağını hala karıştırıyor
çünkü,

Yoksa dışarı çıkması yeter de artar da ademoğlu için
Görmeye deliliği, unutmazlığın su renkli bidonunu, sevincin kanı bozuk insanlarını

 
 
Delilik ama çok ağır ve arabaya sığmayan cinsten
Birisi olsun ne çinden ne de buralardan
Yani akşamüstülerden ve çiçekleri kolaj çalışmaları için sevenlerden
Birisi olsun hoşlanmıyor utanılacak sade şeylerden
Oysa ben deliysem veya da çindeki deliler deliyse
şeytanı deli edenler ve otobüsleri iyi kullananlar
okçuluk yapanlar ve randevusuna iki saat erken ulaşanlar
Da deli sayılmalıdırlar polislere kimlik gösterirken
cepçilik sanatını postmoderniteye uyarlayanlar da
hanımlarına iyi baksınlar işte, akıllıca ve akılları sıra

Hanım evde bekliyor fotoğrafları dolmalıdır ev içlerine
Gözlükler takılmalıdır
Kim anlar patlıcanın içindeki kötülüğün
Büyük bir kıtayı doyurabilecek kadar sadeleşebileceğini
o halde kim kim oluyor, ne oluyor şeyler, bütün bu şeyler,
bildiklerimizle anlatabiliyor muyuz içimizdekini de
dışarı çıkmak için seferberlikteyiz

leş gibi gördük bize akseden sedamızı, başkasıyla beraber gezen
kaşık çatal ile yapılan romantizm dolu

Hareketler, hararetler, dana yoğurtları ile

Uyumlu hale dönüşebileceğini çinlilerin
bize benzedikleri ve benzemedikleri için
nihayet küçük gözlerle görebildikleri için şeyleri, herkesleri ve tütün
içtiklerinden sımsıcak boşluklarda
çinlilerin aklından geçenlerle içlerinden geçenler
aynen bizlerinki gibi
diye ayırt etmek zavallı bir denkleme karşılık geliyor
darmadağınık bir ordunun aynı zamanda
dörtlü sırada olduğunu unutmaması aynı zamanda
ev önlerinin bahçesizliğinde
ve bizi ikna etmesi gibidir yaprakların
Allahtan geldiğine
ama bizim içimizdeki  kamyonlar son sürat geçiyor kaburgalarımızdan
arabalar ezip geçiyor içimizi hiç durmadan maalesef
ve karakollar baskın düzenliyor oramıza buramıza

içimizin biryerleri acıyor fakat bu, dünyaya karşı sadakatsiz oluşumuz ile
açıklanıp hor görülüyor yine de
yine de nerden baksan sefil değiliz
nerden baksan misafirlik etmişizdir şimdiye dek
o kalın çeperlerinde hayatın

aklımız yani acıyan, yani sürekli sancı edip duran kafamızda
nereye koyup terketsek acaba diye bi türlü terkedemediğimiz

ve bunun üzerine, konuştuğumuzda düşünüyor gibi yapıp
onu yavaş yavaş kaybediyor gibi konuştuğumuz


başımızdaki bela, ağaçların ne işe yaradıklarının, amaçlarının, şekillerinin diyalektiği
yeri gelince saplandığımız koca bir kedere ve kadere benziyor
o değerli taş
birden yahut birdenbire
atının üstüne binip tüm ülkeyi ev ev hane hane dolaşıp
bütün çini ev ev hane hane dolaşıp
bizi maceradan maceraya sürüklemeye
ayaklarımızı yerden kesmeye
yerden göğe kadar haklı olmaya hızını alamadan
hızını alamadan haklı olmaya devam ediyor hala
bir mantığa bürüyor tükenmişliğini, tükenmişliğimiz, tükenmişliğini çinlilerin
ve çin ulusal ordusunun

kimsenin zavallılığı kimsenin zavallılığıyla karıştırılamaz
kimsenin yalnızlığı kimsenin yalnızlığıyla dövüştürülmez
kimsenin kutsalı ve öteberisi başka kutsallar ve öteberileriyle sidik yarışına tutulmaz
kimsenin çinlisi başka çinlilerle değiştirilmez
ama ortada bir gerçek var
ortada koskoca ve sert söylenmedikçe önemi yeterince anlaşılmayan
ve azalmayan da aynı zamanda, bir gerçek ve bu gerçeğin
yanında bulunmak suretiyle kendilerini gerçek addedecek durumlar
ortada dünya kadar insan ve dünya kadar yalan
ortada borca sıkışan ve borca sıkışanları avlayan
yani ortada bunca sarışın alem varken
yakalatan, bozuk para misali bozduran bir kişi gibi bir kişi var
bir kişi var, bir böcek, bir böcek ineği gibi
ara ara karaktersiz bir sülüğü de andıran
ve tamamen kedi boku kokan, fare leşini hatırlatan
bir kişi olarak daha sayılamayacak bir kişi
hatrı sayılır yavşaklığı bulunan
evlenmede birinci
bir kişi
ki bu herkesin kendisi

ikinci el acılar ve solmazlıktan bıkmış usanmış güller
solmayı bekleyen diri adamlara benzemişler
zaten bu gidişle karıncayı bile incitmekten itina eden
deyuslar türemişse
bu ahlak karmaşasının gülen ve ağlayan ortak yüzü
kime acıyıp kimi tokatlayacağımızı net bir şekilde
göstermezken
hangi çağa düştüğünü nerden bilecekken
uyum sağladığımız kederler ve hüzün
pratikte yoklar aslında
ve içindeki ceviz ağacını bir çeşit hastalık şeklinde tanımlayan
yine kendi kendimizdir tabii ki,
biz ki günah çıkarmaya giderken yakalanmış
ortaçağ vapurlarına atlayıp orda kaybolmuşiken
dikenler iken ellerimizi uzatmayışımız yakındakilere
kovboy filmleri daha özenli çekilirse
bir sürü kovboy türeyebilecekken
devrimlerin muhteşemliğine övgüler yağdırmadığımızdan mıdır nedir
nerdeyse kavgaya tutulmuşluk
nerdeyse sarı odalarda kavrulmuşluk en az çinliler kadar
hayret uyandırmıyor mudur tanrılarda.
içimizde neşesi en yerinde olanlardır
parfümlerini karıştırabilip yeni kokularla hayata karışanlar
ve bir şiir çıksın meydana, hemen alır gelirler
dua etmesini bilmedikleri için mi yargılayacağız onları.

yetişmez bir ciğara şimdi, evde umulmadık bir misafir temizliği
hassasım bu konuda, en azından kendimi kendim hariç birisine açıklamaktan
aşırı derecede imtina edeyim ki, hala sokağa çıkacak kudret  heyecanımda saklı kalsın
işte sırf bu yüzden, delirmemek konusundaki becerililikliğimi nasıl başardığımı
yazmak istiyorum bir gün kendime, nasıl oluyorsa biliyorsunuz işte, kalem buz tutuyor
balıklara dinamit atılmış gibi ben sandalda ve gölün merkezinde tek başınayım sanki
üç el ateş ediyorum, kimse ölmek bir yana dönüp bakmıyor bile
herkes şarkıyı dinledikten sonra herkes neden şarkı söylemek istiyor ki
hemen yer değiştirmek arzusu peydah oluyor zihnimde, cereyan çarpmış gibi kafamızı
altüst olmuşuz gibi, oturduğumuz  ama bulunmadığımız yerlerde, ve hiç kalkmadığımız ama orda bulunduğumuz için kaybolmuşluğumuzu gördüğümüz yerde
öfke içinde ve dertler içinde yemin edebiliriz, ama ben hala burdayım tüm düşündüklerime ve hayalettiklerime rağmen, elimle teşbih sallayışım ise, rastlantı değil, bir uğraş değil
pozisyonumu kabule yanaşmasam da, bir şeylere uyum sağladığımın kanıtı şeklinde özet çıkartıyor
demekki: birşeylere uyum sağlamanın rahmidir insanlar
hayatım seyredecek seyrinde muhakkak, devam edecek devam eden şeyler muhakkak ve  on yıl sonra elimde tesbih görmezsem bile, deliremeyeceğimi aklımdan çıkaramadığımdan,

deliririm belki de.

ve neyse ki, misafir karşılamaya yetecek yaştayım, gevezelik etmiyorum
aksine gevezelik beni sıkıştırıp durmasına rağmen, elimin tersiyle itiyorum
 şarkıları, görüntüleri, resimleri ve yazıları, yenilikleri ve gerilikleri unutmaya kalkıştığımı bile hissediyorum o anlarda ve neticesini de alıyorum bu kalkışmalarımın,
maksat benim umrumda olmayan şeylere dört elle sarılan kimselerin
duyumun arttırıp, ne halde bulunduğuma dair etiketler edinmemeleri, bu çeşit
gösterileri sizin de yaşadığınıza eminim, kimseye koz kaptırmamak derdi bir yana
maçaları biriktirmek ölüm kalım meselesi haline geliyor bir süre sonra. böylece siz
ayrılıyorsunuz kendinizden, başka yerdesiniz ve ölmek nedir bilmiyorsunuz işte.

 

14 Haziran 2013 Cuma

kaçtım telefon gurbetinden temmuz topraklarına


(nehir şiir)

«geldi geçti ömrüm benim, şol yel esip geçmiş gibi
hele bana şöyle geldi, bir göz açıp etmiş gibi»

yorgundu yel. yoktu hava. pisti karanlık.
kucakta kaldı ölü.

sen, korkak sabır!
sen, renksiz umut!
sen, yönsüz öfke!
defolun!

acımak, sen de!
alışmak, sen de!
sen de, yatalak acı!
defolun!

daha mı?
yine mi?
ne vaktedek?
kucakta kaldı ölü
kucakta kaldı ölü
heeeey
kucakta kaldı ölü!

tören kuklaları, yıkılın siz!
iğreti bayramlıklar, siz de!
siz de, göstermelikler! defolun!

dışındayım alkışların. dışındayım bulvar şenliklerinin.
benimle konuşmuyor artık, gümüş leğenlerde fırtınalar kağıt gemiler

varoşlar işte orda! bu çözük kokusu bulvardan varoşlara.

kucakta kaldı ölü. büyüyor yalnızlığım. ey ateşler nerdesiniz!

nerdesin barışmazlığım!
nerdesin çelik gözlüm!
nerdesin kınına sığmayanım! kahpelik
işte burda!
karanlık işte burda!
gözyaşı işte burda
ey ateşler nerdesiniz
nerdesiniz eeeey

kucakta kaldı ölü!

Bıraktım oburkenti. kaçtım telefon gurbetinden temmuz topraklarına.

soluyan dağ, yaratan yeşil, bezirgânsız sabah, ve çıplak gülüştü özlediğim.

karıştım harman sarılarına, oğul arıların kızgın şenliklerine.

yalansız acı, yalansız umut, yalansız ağıt, ve yalansız yoksulluk

daldırdım ellerimi dağ sularına otlara dikenlere aşka ve yoksulluğa

yaşadım kaç bin yılın ağrısını o ilk yıldızların altında

yaşadım bir eskizaman heykelinin direnen yalnızlığını:

renkli tırtılların kızgın kelebekler halinde
savrulduğu o çoksesli yaz gecelerinde uzak
pınar ezgilerinin yaprak ve yıkıntıdan kal-
kıp yaprak ve yıkıntıya konup pırnal kü-
melerinde cırcırböceklerinin sular gibi coş-
kunluğuna dönüştüğü o çoksesli çağıran

yaz gecelerinde bir eskizaman heykelinin
direnen yalnızlığıyla dikilip o insan toprak-
larda dokundum zamanın soğuk etine
seslenen kim?
gelen ne?
kan mı gelincik mi ateş mi gül mü
nedir ayrılık?
nedir bu som kayalardan geçen
[bu gölge?
gölgeler
gölgeler
ve tuz dağı gözyaşı
ağlasun ayşafağı
ağlasun ayşafağı
ayşafağı

mektuplara el sürmeyin iğreniyorum
kırkayaklar gezinmesin kitap sayfalarında
vurmayın kanlı ellerinizi ak sabahlara
çekin gölgenizi güzelliğimden
güzelliğim kaç bin yıl
güzelliğim kaç tûfan
kaç yıkım kaç kurtuluş kaç umut güzelliğim
körpe fidan kahkahası
tepelenmiş körpe fidan
bu benim güzelliğim
çekin gölgenizi güzelliğimden
çekin ve çekilin umutlarımdan
silâhlarla oynamayın
ürkütmeyin dalımızın bir avuç mavisini
yeşiline kıymayın bu bahçelerin
silâhlarla oynamayın
silâhların ardı korku
korkunun koldaşı zorba
susarım göl göl amma
akarım alttan alta
bulanırsam durulmam güç

silâhlarla oynamayın
ürkütmeyin dalımızın bir avuç mavisini
ateşlere ateşlere itmeyin ellerimi
çağ açıp çağ kapatan
şu korkunç ellerimi
ateşlere ateşlere itmeyin ellerimi
yükseltmeyin duvarları
çoğaltmayın kilitleri
demirlerle kilitlerle duvarlarla gelen akşam
karnında getirir karanlık sabahları
gül açan bülbül öten o yağma görkem şimdi
silâhlı atlı itli köşkler konaklar şimdi
köleli câriyeli saltanat şimdi
birer bostan korkuluğu
birer iskelet şimdi
silâhlarla oynamayın
ürkütmeyin dalımızın bir avuç mavisini

yok mu şuralarda bir su bir pınar
yok mu, içim yanıyor!
yok mu bir ses bir soluk
gören göz duyan kulak
yok mu, içim yanıyor!
ağıtlara ağıtlara akıyor sevdiklerim
yaklaşıyor adım adım
yaklaşıyor, gören yok mu
tek düşmüş acıların
teke tek kavgaların
kaçınılmaz kargaşası
yaklaşıyor, gören yok mu!
taş kızgın
damla tek tek
yaklaşıyor, gören yok mu!
taş kızgın
damla bulut
ey benim göre göre gökleşen gözüm
hani, nerdesin?
gelsin mi gölgecesine
vursun mu kahpecesine
kucakta mı kalsın ölü
hep mi böyle damlarda
hep mi böyle karayerin altında
ey benim göre göre gökleşen gözüm
hani, nerdesin?
evet, korku.
evet, zulüm.
evet, ihanet.

şimdi bir kan şeridi bulvarda gece
şimdi bir kopuk kol gecede bulvar
yok mu şuralarda bir su bir pınar
yok mu, içim yanıyor!

hasan hüseyin
O köhne düzeni bu sefer de sen sürdüresin diye mi yetki verdi, sana bu millet?

namık çınar
rüya gördüm, çağların duvarı uzuyordu
önümde. granitle etten bir yığındı bu.
bağrına uğultusu sinmişti milyonların
endişeden kaskatı kesilen o duvarın
loş oyuklarda vahşi gözler parıldıyordu,
yığınlar, kabartmalar, nakışlar oynuyordu,
zaman zaman önümde açılıyordu duvar.
yeşimden somakiden ve altından saraylar.
uluların, bahtiyarların otağ kurduğu,
cihangirlerin kandan, buhurdan kudurduğu
inler görünüyordu, seher yeliyle nasıl
ürperirse bir ağaç, o duvar da muttasıl
öyle ürperiyordu. alınlarında burçlar,
alınlarında altın başaklardan sorguçlar,
muammanın üstüne bağdaş kuran birer sır
gibi çöreklenmişti sur’a binlerce asır..
sanki temel taşları canlıydı da, bu mahşer
göğe yükseliyordu… sanki binlerce asker
gecelerin fethine çıkan koca bir ordu
birden taş kesilmiş de orada uyuyordu
kayan bulutlar gibi dalgalanıyordu sur
o hem canlı bir yığın hem bir hisardı. çamur
kanıyor, toz göz yaşı döküyordu. mermerin
elinde bazen kral asası, bazen keskin
bir kılıç pırıl pırıl yanıyordu. duvardan
taş değil de kelleydi sanki her yuvarlanan..
insanlığı önüne katan o meçhul rüzgar,
şekilden şekile giren adem, dalgalar kadar
oynak havva, vahdette sonsuzlaşan insanlık,
ecelin eğirdiği esrarengiz karanlık
yumak: alınyazısı, çırpınıyordu orda..
bazen şimşek duvarı aydınlatıyordu da,
yüz milyonlarca çehre pırıldıyordu birden,
bizim hep dediğimiz o hiçlikti beliren:
tanrılar, tacidarlar, kanun, şeref ve zafer,
çağların ırmağında akıp giden nesiller,
ufukları kuşatan karanlık bir silsile
misali, gözlerimin önünde binbir çile,
binbir acı, cehalet, açlık ve hurafeler,
ilim, tarih… uzayıp gidiyordu. bu mahşer,
çöken bir kainatın enkazıyla yoğrulan
bu duvar karanlıkta gittikçe daha yaman,
gittikçe daha yalçın, daha sarp, daha mağmum
yükseliyordu ama nerede bilmiyorum

***
ne adetleri saran muamma, ne göklerin
sis perdeleri insanoğlunun sakin, derin,
inatçı bakışına set çekebilir.. demin
kaypak, karışık görünen, şekillerin
sinesinde dalgalar gibi yuvarlandığı,
gözlerimin heyula, serap, duman sandığı
o duvara dikkatle bakıyorum.. bulanık
göz bebeklerim berraklaştıkça, o karanlık
tecelli yavaş yavaş sisten sıyrılıyordu

***
girdaplardan göklere yükselen mahşerdi bu!
her hücresinde bir dev vardı. uğursuz asır,
nankör asır, pis asır… gerçeği kuşatan sır,
bulut ve dünya: şimdi tarih ardına kadar
açmıştı kapısını… bu rüyada uluslar
zaman merdivenine yaslanmışlardı set set…
hayalden sütunlara dayanmıştı her mabet..
bir yanda kahramanlar bir yanda peygamberler
ve membreye gaipler aleminden haberler
fısıldayan dodon, teb, raphidim, kutsalkaya,
arzı-ı mev’ut, musa’nın kolları semaya
kaldıran harunlar hur, cenkler ve tih sahrası
amos’un kasırgasıyla çalkalanan arabası;
sonra bütün o yarı haydut yarı hükümdar
masal kahramanları, melekler, nim-ilahlar
adları kah sevgiyle, kah kinle bayraklaşan,
efsanelerin gümrah ışığıyla kaynaşan
insan avcıları: hint, iskandinav elleri
ispanya ve destanlar: hem de en güzelleri
iradeleri çelik mızraklar gibi yalçın
yiğitler, hatırası karanlık asırların
sessizliği içinde eriyen kafileler
talut, davut, delf şehri, endor mağarası, her
akşam altın makasla kesilen mukaddes mum…
ölülerin arasında nemrut’u görüyorum.
başaklara yan gelmiş booz. işte tiberler
tanrısal ve muhteşem başlarında efserler,
tasit’in kaleminde laleleşen o parlak
gerdanlıkları dört bir yana ışık saçarak
capree, forum, ordugah dolaşıyorlar. tahtın
karanlık zindanlara kadar uzanan altın
zinciri… dağlar kadar yalçındı bu garip sur..
bu tecelli her şeyi kucaklıyordu: çamur,
işık, madde, ruh bütün şehirler: teb, atina,
tir’in ve kartaca’nın heybetli enkazına
dayanıp da yükselen roma… bütün nehirler,
sezarlığa özenen her zıpçıktıya: yeter!
yeter! vatandaş kalmak istiyorsan, dur artık!
diyen rubikon, esko, ren, nil ve ar. karanlık
bir iskelet misali göğe set çeken dağın
zirveleri sislerle örtülüydü. o kalın,
o hayalet bulutlar ay’ı aralarına
almış sürüklüyordu. ve meçhul bir fırtına
hisarı zaman zaman ürpertiyordu. işık
sisle kucaklaşıyor, esrarlı bir aydınlık,
çağdan çağa, taçlardan kalkanlara akseden
gölgelerle oynuyor, kaynaşıyordu. derken
almanya oluyordu birdenbire hindistan,
süleymanın nurundan bir parıltıydı şarlman:
beşerin muzlim, garip, sonsuz mucizeleri
hürriyetin maddeyi canlandıran zaferi..
zümrüt yamaçlı pindus; yanık yamaçlı sina
uzaklardan newton’u müjdeleyen hiseta…
keşifler: ummanları aydınlatan meşale!
fulton vapura binmiş jason yelkenlisiyle.
hem marseyyez, hem eşil… tayf da orda melek de..
elektr’in kapısında capanee beklemekte,
ve lodi köprüsünde bonapart ayaktadır;
neron alkışlanmakta, mesih kıvranmaktadır.
işte tahtın uğursuz, korkunç kasvetli yolu
terle, çamurla, kanla, gözyaşıyla yoğrulu..
sonra muzlim bir tepe ve gölgeler: uluyan,
homurdanan, küfreden, tepinen, cana kıyan
şuursuz yığın.. heyhat! bu ne derin uçurum!
boğuk sesler ve canhıraş çığlıklar duyuyorum:
sefalet hıçkırıyor, o şifasız hançere
durmadan, dinlenmeden sızlanıyor, boş yere:
zaman zaman buğulu bir aynaya benziyen
bu garip, bu esrarlı manzaraya akseden
hem benim varlığımdı, hem bütün bir kainat.
dal dal ve yaprak yaprak fışkırıyordu hayat.
şehvet de oradaydı, ölüm de, felaket de,
ten değiştiren ruh da, ruh değiştiren et de:
insanlaşan tanrılar, tanrılaşan insanlar
geçiyordu önümden dalgalandıkça duvar.
ve sonra varlıkların karanlık mahşerinde
gözleri alev alev, dudakları hande,
muzlim, mağrur, müstehzi biri dolaşıyordu.
biraz dikkat edince tanıdım: şeytandı bu.
tanrının ormanında kurnaz kaçakçı şeytan.

***
sonsuz karanlıkların bağrına hangi titan
çizmişti bu tabloyu? bu kabuslu rüyayı
hangi heykeltıraştı işleyen? bu binayı
kuran kimdi? hangi el sefaleti, dehşeti,
matemi gözyaşını ve binbir cinayeti
kanla, çamurla, sisle, ışıkla yoğurmuştu,
hangi el bu acaip silsileyi kurmuştu?
titriyordum. bu rüya insanlıkla hilkatın
muzlim kaynaşmasıydı. sütunlarından emin
fışkırıyordu. surdan göğe yükselen kollar
yumruklaşmıştı hınçtan! vücutlar bir canavar,
vücutlar gomore’ydi. ruhlar sahyun kadar saf,
dünle bugün yan yana dizilmişlerdi saf saf:
orda hayvanla insan tek varlık gibiydiler,
burası cennet miydi cehennemde miydiler,
bilmiyorum. günahlar korkunç gölgeleriyle
yerde sürünüyordu. orda çirkinlik bile
devasa nakışların korkunç azametiyle
hemahenkti. derinden süzdükçe bu duvarı
apaçık görüyordum hayal olan çağları.
nasıl kenetlenmişse sırtımızda kemikler,
orda da öylesine kaynaşmıştı hayır, şer.
mezar karanlığından bir yığındı o duvar,
dumanlı bir sabaha doğru yükseliyordu.
gecelerin göğsünde rüyalaşan asırlar
işıltılı bir fecrin koynunda eriyordu.
yer yer ağarıyordu bağrında ufukların,
bulanık ve yıldızlı sislerle haleliydi
günün kasvetli nuru soluk bir ter gibiydi
alnında o duvarın.

***
için için ürperen, dalgalanan, kaynaşan
bu tayflar dünyasını seyrederken, fezadan
bir uğultu boşandı, ezeli sessizliğin
bağrından kopup gelen iki korkunç ve derin
çığlık duydum. gök kubbe sanki aralanmıştı

ilk sayha tan yerinden kopup kanatlanmıştı,
orestinin ruhuydu sisleri delip geçen.
aynı anda gecenin karanlık sinesinden
apokalips uçtu. bir küsuftan fırlayan
kara bir ifrit gibi korkunçtu, tehditkardı.
yaklaşan o iki ruh gölgeden iki şar’dı
bir gelişleri vardı sisleri yırta yırta,
çok geçmeden ezilip gidecektim mutlaka.
titriyordum.
geçtiler bir sarsıntıdır koptu;
kader, diye haykırdı birinci ruh. uğultu
cevap verdi ikinci ruhun ağzından: tanrı!
bu iki vaveylayı dehşetle tekrarlardı,
meş’um yankılarında karanlık ebediyet.
ürperdi, çalkalandı ve dalgalandı zulmet,
bu korkunç naralarla titredi sur.. hükümdar
miğferine el attı, put tacına.. ve duvar
bir cam gibi sarsıldı, kırıldı, parçalandı,
karanlığa karıştı. o ne korkunç bir andı!
iki ruh kaybolunca hayalin sislerinde,
iki büyük kuş gibi.. karanlık perde perde
aralandı ve duvar ayan oldu. bölmeler
çatlamış, parçalanmış, zedelenmişti yer yer
sütunları muhteşem, cidarları perişan
yıkık mabet gibi ulu yamaçlarından
girdap görünüyordu.

***
ruhlar geçtikten sonra
bir hayli değişmişti önümdeki manzara…
sur’u parçalamıştı iki kanat darbesi,
varlığı kucaklayan o hayal mucizesi
o dört başı mamur sur, sinesinde kaderin
sonsuzla kaynaştığı; en eski devirlerin
çağımızla yan yana otağ kurdu bu duvar,
bağrında asırların, teftiş gören ordular
gibi hep bir ağızdan: “buradayız” dedikleri
tekmil mevcutlarıyla nöbet bekledikleri
o hisar yoktur artık ortada. o kıtanın
yerinde adacıklar belirmiş, o cihanın
sinesinde mezarlar yükselmişti: sütunlar
hala heybetliydiler, hala ayaktaydılar,
ama üstleri boştu.. asırlar darmadağınık,
asırlar parça parça uzanıyordu artık.
hepsi de yaralıydı, sakattı, perişandı..
gölgeler bir bataklık gölgeler bir ummandı,
yıkılan asırları kucaklamıştı gece
sislerle sarmaş dolaş, bulutlarla iç içe,
bir rüyanın perişan enkazıydı bu mahşer,
viran, uçsuz bucaksız bir köprüydü… kemerler
birer birer çökmüştü. neredeyse uçuruma
karışacaktı.. yahut muazzam bir donanma
bozguna uğramış da batıyordu.. fırtına,
zirveleri dolaşan o kekeme boyuna
aynı söze başlar da bitiremez, bocalar;
o kesik, o karanlık, o garip cümle kadar
müphemdi, perişandı, bir acaipti bu sur.
yalnız gelecek günler, soluk bir fecrin mahmur
pırıltısı içinde dal dal ve çiçek çiçek
açılıyor, bulutlar arasından geçerek
bir yıldız gibi mağrur yükseliyordu, insan
yıldırım görmüyordu ama, o ihtişamdan
tanrının varlığını seziyordu.

***

o kaypak
o loş pırıltıları yer yer ve yaprak yaprak
aksettiren: atiyi, maziyle aydınlatan
bu kitap o esrarlı, o karanlık rüyadan,
o canlı heyuladan doğdu.
fevza, kafamda mısra mısra billurlaşırken
doğum sancılarıyla kıvranırken şuurum
başucumda bir hayal belirdi: vakur, mağmum,
tarihin hemşiresi efsaneydi bu… sonra
o gitti tarih geldi… ikisi de sırayla
bir şeyler karaladı, önümdeki deftere…
maziden, uçurumdan, karanlıktan bir esere
intikal eden nedir? soluk bir takım izler...
hakkın iradesiyle fırtınalı denizler
gibi coşkun kabaran devrimlerin yankısı,
zelzeleden sonraki o enkaz yığıntısı,
istikbalin bulanık fecriyle parıldayan
molozlar… insanların kırık dökük, perişan
yapıları.. bağrında karanlıklar barınan
çağların harabesi.. ve gökte zaman zaman
yıldızlaşan bir fikir.. korkunç bir salhane bu,
ölümün barındığı uğursuz kaşane bu.
duvarlarını kader örmüş bu viranenin,
ama saçaklarında bazen şuh bir güvercin,
bazen de bir ışık var.. o kuşun adı:ümit
o yıldızın adı: hürriyet. ve sonra vakit vakit
iğrenç taş yığınları arasında sürünen
ifritler, ejderhalar ve sislere bürünen
hudutsuz, hailevi bir enkaz silsilesi..
kadim babilin tüyler ürperten bakiyesi
perişan kulesidir bu kitap varlıkların,
hayrın, şerrin, matemin ve fedakarlıkların
hazin abidesidir.. ufuklara hükmeden
o yalçın, o serazat, o mağrur silsileden
bugün ne kaldı? dağınık, kırık dökük, derbeder,
karanlık vadilerde seraplaşan şekiller,
çirkin yığınlar, garip harabe azmanı;
beşerin yavuz, sonsuz, perişan dasitanı.


victor hugo

çeviri:cemil meriç

9 Haziran 2013 Pazar

Zvonko Makovic şiiri

ve açık bir pencere mi?
-ve açık bir pencere.
ve açık pencereden gördüğün her şey mi?
-ve açık pencereden gördüğüm her şey.
ve o açık pencere önündeki her şey mi?
-ve o açık pencere önündeki her şey.
ve o açık pencere çerçevesine sığmayan şeyler mi?
-ve o açık pencere çerçevesine sığmayan şeyler.
ve açık pencere önünde oldukları için dokunabildiklerin mi?
-ve açık pencere önünde oldukları için dokunabildiklerim.
ve açık pencere ötesinde oldukları için uzanılamayanlar mı?
-ve açık pencere ötesinde oldukları için uzanılamayanlar.
ve yakındakilerle uzaktakiler mi?
-ve yakındakilerle uzaktakiler.
ve açık pencere?
-ve açık pencere.
ve açık olmayan ama açılabilecek bir pencere mi?
-ve açık olmayan ama açılabilecek bir pencere.
ve açık bir pencere mi?
-pencere açık değil, açılamaz da.
ve önündeki bir pencere mi?
–ne pencere açık ne de arkasındayım.
ne pencere açık ne de açık pencere gördüm.
ne de açık pencere ardında bir şey gördüm.
ne de açık pencere ardındaki bir şeye
dokunabilirdim, çünkü ne pencere açıktı
ne de bir an bile olsa pencereydi.
sonuç olarak, ben açık bir pencereden söz etmek
bile istemiş değilim.
ve açık bir pencere mi?
-ve açık bir pencere.

 

3 Haziran 2013 Pazartesi

Eleştirel Günlük: Gezi Park'ı Direniş Notları

Eleştirel Günlük: Gezi Park'ı Direniş Notları: Metin Solmaz'dan: 1. Çok haklıyız.  O kadar doğru bir yerde duruyoruz ki, Başbakanın konu üzerine yerleşik alaycılığı, gevrek gülüşü ...


Gezi Park'ı Direniş Notları
Metin Solmaz'dan:

1. Çok haklıyız.
O kadar doğru bir yerde duruyoruz ki, Başbakanın konu üzerine yerleşik alaycılığı, gevrek gülüşü örselendi. Birkaç gün önceye kadarki o özgüven abidesi şimdi olayı zavallı CHP'ye maletmeye çalışıyor. Nasılsa (yıllardır yaptığı gibi) kolay başa çıkarım diyerek. Yemezler. Direnişimiz hiç bir partiye, gruba, din yahut mezhebe yahut siyasete ait değildir.

2. DİKKAT:
a) İçkiciler: Çok basit. İçkiliyken nasıl araba kullanılmaz, sivil direnilmez de. İçki eğlence için içilir. Bu bir eğlence değil. Sizin bu şekilde eğlenebiliyor olmanız bu şekilde eğlenme hakkınız olduğu anlamına gelmiyor. Gidin evinizde için. Her hareketiniz zarar oluyor sonra. Hem itici görünüyorsunuz. Hem çevreye zarar verme, hem zarar görme potansiyeliniz artıyor. Hem de çok çirkin görünüyorsunuz. Bir elde Gaviscon, bir elde bira, ne bu?

b) Sağı solu tekmeleyen, taş atanlar: Bunlara tek kâr edecek şey civarı tarafından uyarılmaktır. Her kalabalıkta çok Die Hard seyretmiş birileri çıkacaktır. Bu ezik saldırganları uyarın. Direnişimize en çok zarar verenler bunlar. Polisin attığı gazı geri atmak kutsal bir harekettir. Ama taş ne iş? Dün Beşiktaş'ta onlarca arabanın camı kırıldı bu heyecanlı zibidiler yüzünden.

c) Nezaket, temizlik gibi sıradan insan özelliklerinin direniş esnasında da korunması gerekir. Biz insanlığımızı korursak bu direniş yükselir. Söylemesi bile ayıp ama: Yerlere çöp atmayın.

3. Sevgili kemalistler:
Heyecanınızı, bezginliğinizi anlıyoruz. Olayı kemalizme maletmeye çalışmayın. Siz de takdir edersiniz ki Atatürk bir sivil direniş önderi, bir muhalefet sembolü değil. O yüzden "Mustafa Kemalin askerleriyiz" gibi zırvalara kaptırmayın kendinizi. AKP'den kurtulup asker mi olmak istiyorsunuz? Demokrasi isteyen insanlarız. Hem bu iş cumhuriyet mitingleri gibi piknik fasilitesi değil.

4. Sevgili kürtler:
Sizi gayet iyi anlıyoruz. 30 yıldır "orada" olan üç beş gün "burada" oldu. Hem de düşük şiddetle. Yer yerinden oynadı. Ne yapalım ki İstanbul'a bulut gelmeden Türkiye yağış almaz. Yanımıza gelin. Sırrı Süreyya başta olmak üzere BDP'nin şimdiye kadar verdiği destekten memnunuz. Dahasını istiyoruz.

5. Sevgili dindarlar:
Sizin vicdanınıza ne oldu? Neden bu kadar azsınız? Daha fazla mütedeyyin arıyor gözlerimiz.

6. Sevgili AKP seçmeni:
Şu ana kadarki medeni davranışınızın devamını dileriz. Aramızda sizden epey insan olduğunu mutluluk içerisinde biliyoruz.

7. Polis:
Elinizdeki o gaz bombalarını TOMA hortumlarını kullanırken kime karşı kullandığınızı iyi düşünün. Şiddet göstermeyen birisine şiddet göstermek dünyanın en haysiyetli hareketi sayılmaz.

8. Asker:
Harbiye ve Gümüşsuyu'ndaki iyilikleriniz için teşekkürler. Ama daha fazlasını istemiyoruz. Askerin bugüne kadar ne getirdiğini çok iyi biliyoruz. Sizden gelecek yardım yardımcı olmayacaktır.

9. Sosyal medyacılar:

Hep sosyal medya başında olun. Sokaktakiler genellikle rahat kullanamıyor, sokaktakilerin haberleşmesine yardım edin. Amman her topa girmeyin. Zaten ortalık gaz dolu gaza gelmeyin. Teyit almadıkça ciddi haber vermeyin.

10. Medya:
Allah belanızı versin. Sizden bir bok olmaz.

kaynak: eleştirelgünlük veya http://elestirelmedyagunlugu.blogspot.com/

AMA HALA NE ARADIĞIMI BULAMADIM


 En yüce dağlara tırmandım,ovalarda koştum
Sadece seninle olabilmek için
Koştum,süründüm,şehir duvarlarını dümdüz ettim
Sadece seninle olabilmek için
Ama hala ne aradığımı bulamadım
Baldan tatlı dudakları öptüm,
parmak uçlarındaki iyileştirici gücü hissettim
Ateş gibi yanıyordu bu yakıcı arzu
Meleklerin diliyle konuştum,şeytanın elini tuttum
Gece ılıktı,bense taş kadar soğuktum
Ama hala ne aradığımı bulamadım
Kurtuluş gününün geleceğine inandım
O zaman tüm renkler birleşecekti
Ama hala koşuyorum
Bağlarını kopardın,zincirlerini gevşetin
Çarmıhı ve utancımı taşıdın
Biliyorsun inanmıştım,
Ama hala ne aradığımı bulamadım...

U2

1 Haziran 2013 Cumartesi

güldüğün zaman ne olur biliyorsundur

Sivasa kadı olsan da, fenere santrafor da
Biraz sürse de gözünün ışıllığı, yüzünün gözü
Ağır Aksaklığı kelimelerin, taranmışlığı saçlarının
Seni reklamlarla ayartan sevgili ihtiyaçların
Senin malborolarınla bir başınalığın
Bir başınalığının bir başınalığı hatta
Hatta bizim evlerin önü eskiden govendlerle
çiğnenip eskitilmiştir hatta
Pek uzağa kaçamıyorlardır bi türlü senden, seni bulup getirtiyorlar
Hızlı trenlerde, ağır aksak ve ağır aksak
Dedem geldi aklıma böylelikle
Bunlara şaşırmanın ağır aksak gülmesiydi dedem
Desem 1989 senesi için, desem kirli bir aynamız bile yoktur için
Öleceğimi anlamakta bu kadar uzun bekleyişim
Bir ceviz ağacından düşüşüme denk geldiği için
Bir kızın memelerini sıkmak için dört kere merhaba
Ve adı Tuğba olanlar için
Hem de öyle nasıl bir taş gibiydi için

Kısa pantolon giymeden çocukluk yapanlar da vardır
Ve öldürülmeye en müsait çocuklardır köylülerinki
bayram sabahı ve ezan, bayram sabahı ve ezan
Erkenden ve mecburen camiye koşanlar için
Daha bir manzume bile yazılmamıştır
Anlıyabiliyor musunuz beni yemin ederim?
Pek uzağa gidemez, eli kulağındadır seni bulmasının
Bizi bulanların, bizi kana ve biraz elma kokusuna bulayanların
Döğüşlerinin, en gizli pusulardan, en isabetli oklardan
Kurtulmanın olimpiyat şampiyonu, gezme tozma şampiyonu
Yani içindeki pisliğin, hamam böceklerinin
İçi puştluklarla doludur yemin ederim
Bir otobüse atlamış da geliyormuş gibi yapmadan geliyordur sanki
Senden çok hoşlanmıştır işte, ara ara aklından çıkmıyorsun
Bunu bil artık

Bu huzursuzluk, bu tükenmek bilmez, yazılmış kesinliğin
Kesinliğinin batısı, köy boşaltılırken düşünülen şehirlerin
aynısıdır yemin ederim.

Ben nereye nasıl geldim
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum
Kimi tanıdığımı ve neden koltukta oturan bir sigaraya dönüştüğümü
Neden bilmem gerektiği konusunda en ufak bir fikrim yok
Lazım da değil
Ve bir şey zaten beni çoktan,yani çoktandır bir şeyler zaten olmaktaydı
Biz, haberimiz, yokken
Ben yazılan biriyim, örneğin yazıyorlar ve benim çişim gelebiliyor
kadar Türkçem vardır
Örneğin kaderimiz olan o kırmızı
Dünyaya kırmızı renkli bakışlarımız yani
öylesine tuhaftı ki, bu tuhaflığımızı örteceğiz ve kimse görmesin için
ne kadar çok marş vardıysa hepsini teker teker okumak zorunda
olmak yemin ederim, şimdiye kadar hiç de zor değildi,
dedim ya geç anlamıştım öleceğimi anlamayı
yani sizin bütün Yazılarınızı okuyoruz ve saygı duruşları başlıyor maalesef
Marşlarla devam ediyor sizin çaresiz Müslümanlığınız

sonra sana kaçılabileceğine dair bir his bir şüphe
bir şehrin kirli bir damından atlayıp
sanki ,yağmurla beraber yağmur gibi, düştü üzerime
ellerim bu ıslaklığı şaşkınlık içinde
durup beklemek gibi anladı.
Kaçtım şiirlerle, uykularla ve açık kalmış pencerelerinle
Yağmurun yağışını kaçtım ve bütün perdeleri ben açtım
Otobüse atladım ve dünya serinledi benim neşem yüzünden
Yenilgi yenilgi büyüyen esmerliğinle, (bu arada güzelliğini esmerliğine borçlu olanlara
selam verdim, bu çok elzemdi benim için)
Facoult ne demiş, gazeteler ne demiş gevezeliğinin
Acıklı bir filme benzemesiyle
Bir erkeğin aklından geçenleri bilen kızların
Ne kadar oruspu olabilecekleri konusunda
Aklımdan geçenlerle
Manav bana uzun bakarken
neyi kastetmiş olabilir gibi hususi ve küçük dertlerimle
altüst olmuş kalmışken
çocuklara en fazla nasıl ağlayacaklarını öğreten sen ve dünya
sen ve köşede birdenbire karşılaştığın malum öfken
geçip gitmiyor ve geçip gitmiyorsa
kim daha çok yalan söylemiştir bilemedim
vallahi.

28 Mayıs 2013 Salı

richard brautigan


bazen hayat sadece bir kahve meselesi; ya da bir bardak
kahvenin ne kadar yakınlık getirebileceğinden ibaret. bir
keresinde kahveyle ilgili bir şey okumuştum. kahvenin sağlık için
iyi bir şey olduğundan bahsediyordu; içorganları düzenliyormuş.

önce bunun hiç de hoş olmayan, garip bir yaklaşım
olduğunu düşündüm; ama zamanla kendi içinde bir şeyler
ifade ettiğini anladım. ne demek istediğimi şimdi
açıklayacağım.

dün sabah bir kızı görmeye gittim. ondan çok hoşlanıyorum.
aramızda olan herşey geçmişte kaldı. artık beni
hiç umursamıyor. onu terk ettim, keşke etmeseymişim.

kapısını çaldım ve aşağıda beklemeye başladım. üst katta
dolaştığını duyabiliyordum. hareketlerinden yatağından
kalktığını çıkardım. uyandırmıştım onu.

merdivenlerden aşağıya indi. yaklaştığını karnımda
hissedebiliyordum. attığı her adım duygularımı
karmakarışık ediyordu ve kaçınılmaz olarak ona
kapıyı açtırdı. beni gördü ve buna sevinmedi.

bir zamanlar bu onu çok sevindirirdi, geçen hafta. bazen
tüm onlar nereye gitti diye safça soruyorum kendime,

"kendimi iyi hissetmiyorum şu an," dedi. "konuşmak istemiyorum. "

"bi' bardak kahve koyar mısın?" diye sordum, çünkü bu
o anda dünyada en son isteyeceğim şeydi. öyle bir söyledim ki
sanki ona acaip kahve içmek isteyen, başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen
başka birinden bir telgraf okuyormuşum gibi çıktı sesim.

"peki," dedi.

merdivenlerden yukarıya onu takip ettim. çok saçmaydı.
üstüne bir elbise geçirivermişti. elbise daha tam olarak vücuduna
intibak sağlayamamıştı. size sonra bir ara onun kıçından bahsederim.
neyse, mutfağa girdik.

raftan bir tane neskafe kavanozu çıkarıp masanın
üstüne koydu. bir bardak ve çaykaşığı çıkardı. ben de
bardağa ve çaykaşığına baktım. ağzına kadar suyla dolu
çaydanlığı ocağa koyup altını yaktı.

tüm bu sürede tek bir laf etmemişti. bu sürede elbiseleri vücuduna
intibak sağladı. ben artık sağlayamayacağım. çıktı
mutfaktan.

sonra merdivenlerden aşağıya inip hiç mektup falan
gelmiş mi diye baktı. ben gelirken görmedim diye hatırlıyorum.
tekrar yukarı çıkıp başka bir odaya girdi. üstüne
kapıyı kapadı. ocağın üstündeki suyla dolu
çaydanlığa baktım.

suyun kaynamasına daha yaklaşık bir
sene vardı. aylardan ekim'di ve çaydanlıkta çok fazla
su vardı. işte o yüzden. suyun yarısını
lavaboya boşalttım.

şimdi daha çabuk kaynardı. yaklaşık altı
ayda falan. ev sessizdi.

dışarıya verandaya baktım. bir sürü çöp torbası
vardı. çöplerdeki konserve kutularına, soyulmuş
kabuklara falan bakıp son zamanlarda neler
yediğini çıkarmaya çalıştım. hiç bir şey anlaşılmıyordu.

mart ayı geldi. su kaynamaya başladı. bu
çok hoşuma gitti.

masaya baktım. neskafe kavanozu, boş
bardak ve çay kaşığı önümde bir cenaze servisi
gibi duruyorlardı. kahve yapmak için gereken
malzeme bunlardır.

on dakika sonra evden çıkarken, içimde bir
mezar gibi güvende bir bardak kahve,
"kahve için sağol." dedim.

"bişey değil," dedi sesi kapalı kapının
arkasından. onun sesi de bir telgraf gibi
çıkmıştı. gitme zamanım gerçekten gelmişti.

günün geri kalanını kahve yapmayarak geçirdim. büyük
keyifti. sonra akşam oldu, bir restoranda yemek yiyip
bir bara gittim. biriki içki yuvarlayıp biriki insanla
konuştum.

bar adamlarıydık hepimiz ve bar şeyleri konuştuk.
hatırlanmayacak şeyler, bar kapanana kadar. saat
sabahın ikisiydi. dışarı çıkmam gerekiyordu. san fransisko
sisli ve soğuktu. sisi düşündüm; kendimi çok
insani ve çaresiz hissettim.

başka bir kıza daha uğramaya karar verdim. nerdeyse
bir senedir hiç görüşmemiştik. bir ara çok yakındık.
şu anda ne düşündüğünü merak ettim.

evine gittim. kapı zili yoktu. bu ufak da
olsa bir başarı sayılırdı. bütün ufak başarılarının
kaydını tutmalı insan. ben nasılsa yapıyorum.

kapıyı açtı. önünde uzun bir elbise tutuyordu.
beni gördüğüne inanamadı. "ne istiyorsun?"
dedi, beni gördüğüne artık inanmış bir şekilde.
direk içeri daldım.

dönüp kapıyı kapatınca vücudunu profilden
gördüm. elbiseyi tamamen üstüne geçirmeye
uğraşmamıştı.
sadece önünde tutuyordu.

başından ayaklarına kadar uzanan kırılmamış
bir beden çizgisini görebiliyordum. biraz
garipti. belki çok geç bi' saat olduğundan.

"ne istiyorsun?" dedi.

"bi' bardak kahve," dedim. ne komik
birşey, gerçekten istediğim yine kahve
değildi.

bana bakıp hafifçe profilinin çevresinde döndü.
beni görmek hoşuna gitmemişti. ssk istediği kadar
zaman herşeyi iyileştirir desin. bedeninin kırılmamış
çizgisine baktım.

"neden benimle bi' bardak kahve içmek istemiyo'sun?" dedim.
"içimden seninle konuşmak geldi. ne zamandır hiç
konuşmadık."

bana bakıp hafifçe profilinin çevresinde döndü. bedeninin
kırılmamış çizgisine baktım. bu iyiye işaret
değildi.

"çok geç oldu," dedi. "yarın erken kalkmam gerekiyo'.
kahve istiyorsan, mutfakta neskafe var.
benim yatmam gerekiyo'."

mutfak ışığı açıktı. koridordan mutfağa
baktım. içimden hiç gidip kendi başıma
bir bardak daha kahve içmek gelmedi. başka
birinin evine daha gidip de bir bardak kahve
istiyorum demek de gelmiyordu içimden.

bütün günümü çok garip ziyaretlere adadığımı
farkettim, bu şekilde planlamamıştım halbuki.
ama en azından neskafe kavanozu masanın üstünde
boş beyaz bir fincanla kaşığın yanında değildi.

bahar gelince bir erkeğin bütün hayallerinin aşk
üzerine kurulduğunu söylerler. eğer yeterli zamanı
kalırsa, içlerine bir bardak kahve de koyabilir.

Saçmasapan Bir Şiir

”Kedi Pepik”.
Evet, Kendisi bir çeşit bilgelik taşır
”Çuv Köpek” ise öldü.
Ömrümün yorgun kısımlarıdır
Aklımla ben birbirimizi oynatıyoruz

Tarlam yağmura esintiye deliliğe açıktır
Kaç gündür boş duran bir tabanca gibiyimİnsan şapkasız da delirebilir kumral ve sarışınsa

Aklımdan geçenler bugünlük bunlar
ve tabii birtakım hovardalıklar

Vergi ödemeden yaşıyor olmalıyım

Yüzüm de bir kedidir boş zamanlarımda
Kalbimde kuş kadar bir köpek havlar
Kafkas Haritasından Çerkes köylere indik biz

Atlarını vurdu ve gömdü, kente yerleşti
Gümüş eğerlerini karartıp sakladı
Ne diye homurdanır sanki Dedem
İğdiş geyik gibidir Çerkes tabanca olmayınca
Çaresi arada kovboy sinemaları
Kamu düzeni ile aramda fark var

Şakayla öfkeyle geçti şu son beş on yılın delilikleri
Bir köpektir Çerkes aklı, ağzından bulutlar akar
Ben maymundan falan türemek istemedim
Kediden, köpekten ve attan gelirim
Evde herkesten daha iyi yazarım

Arada bir pencereden bakarım ve daha eğlencelisi
Yokuştan ilk çıkanı öldürmektir işim

Tuhaf bir adamım arada tabancam tutukluk yapar

Aklımdan geçenler bugünlük bunlar
Ben asılırken bile gülen adamım
Sevr ve Lozan bana vız gelir

Çerkesler bile eskir zamanla Fakat
Şimdi anladım ki bende Ölüm kokan bir dalgınlık yaşar

Kaç kere söyledim evdekilere
”N’olur bir kedi alalım, n’olur bir köpek alalım
”İnsan boş bir tabancadır ama bakarsın bir gün patlar!

Komşulardan çekinmesen hüngür müngür ağlarsın
O zaman da hergele gazeteler yazar

Aklımdan geçenler bugünlük bunlar
Oğlum Ergin sen galiba üzüntülü adamsın
Tanrı bile baksana senle oyalanıyor

Çerkesce konuşmayı bilmezsin, Lazca bilmezsin
Unuttun bıçak atmayı ve saplamayı
Adam olsan bir köpek ve bir tay edinirdin
Ellerini yalar keçilerin sabah esintisinde

Bana kalırsa kendinden boşan
Bir celsede boşanırsın

Yeter artık bu kadar yabancılaşman!


-ergin günce-

26 Mayıs 2013 Pazar

jürgen kloppi


Düşün ve düşünmek, ne ala
Nereye geçeceksen artık bu karanlıkta
Kimi göreceksen işte
Süpermarketlerde dolanıp
Yeni çıkan yoğurtların yanında
Unutuyorsun ya az sonra
Nereye yazarsan yaz silindiğini
Bir şeylerin, güzelliğine baktırmayan
Bir şeylerin, senden saklanan.
Kıştan sonra yaza gireceğini
Bir elmanın tadının
Yendikten sonra biteceğini
Öğrenerek büyüdün sen.
Oysa sen
Bir ad bırakmanın peşindeydin
Oysa bu fırıldak dünyanın çocukluğunu da bilirsin
Oysa sigara almaya çıkmıştın sanki dünyaya
Ve Ceplerinde bir kalabalık
Sokaklarda kalabalık, anılarda öyle
Otobüsler tıklım tıklım yetişmek adına
Çorban fasulyen, tanıdık ekmekler yaşamak adına
Oturmalarla düşünmelerle
Hayaller ve ipliklerle
Pantolonlar memelerle
Sürüp geçiyor ya dünya
Hem sürsün hem de bitsin diye
Çektiğin bir tesbih olsa
Dayanmaz iki güne, çekilmez birisin
Bir ileri bir geri çekerek
Bir yalnızlık bir gürültü çekerek tespihten
Kanatırsın gül gibi ipliğini
Kopar tespihin kıyameti, tespihin kıyameti kopar iki kere
Bir ileri bir geri
Akşamın esmerliği ve serinliğin eski yeşil gözleri
Muradın inceliği, zararın neresinden dönüleceği
Hepsi çekilir senin yalnızlığına
Sobanın külü kalır ortalıklarda
Sevincin ve sigaraların külleri kalır
Ateşin rengi biter ortalıklarda
Ve Sonra ortalık da biter
Birileri ortalığı süpürmeye gelecektir oysa
Bunun gibi bir yanlışlık affedilmez belki
Nasıl garip karşılanacağının huzursuzluğunu
Ararsın gogolün paltosunda, kitapçılarda.

Bıçak gibi kesmeden seni düşünmek
Düşünmelisin, düşünmekten kurtulmak için düşünmelisin
ebrunun çıkagelmesi için, oturması sevişmesi için
ve ansızın gidivermesi için.
Ah düşünmek, Ah yine o çatışmalar, yeni kavgalar
yetmiyor hayat bile, seni avutmaya,
Ah düşünmek, Ah yine çatışmalar, yeni kavgalar
Kendi kendinin içindeki,
yine kendine dolanmalar topaçlar gibi.
Sonra vazgeçmek kendinden
Gidip yeni meyveler yapmışlar mı manavlar
Gidip bir film galatanın orda
gidip raflarda dolanmaktan başka
mutlu etmez kimse bizi.

Onun içindir ki
Çikolataları sevmeye çalışmağa
Perdeleri açık olanların zenginler olduğunu anlamaya
Evlere yeni eşyalar almaya
Bayılırsın.
Şiir yazmakla büyütürsün kendini küçük bir çocuk gibi
Şımartılmaya ihtiyacı olan
Ve dayak atılmadan mutlu olamayan.
Ebleh seni. Günahkar mızmız.

24 Mayıs 2013 Cuma

şaşırdınız mı yo
bir içki içmeye geldik
cinlerimiz tepemizde
gömleği sonuna kadar kapattık
söylemesi ayıp
hep gelip geçtiğimiz bir yer
ararken sizinle birlikte
şaşırdığımızı iddia ettiniz.

şaşırdık mı yo
henüz değil
sigaralar bittiğinde
ayışığı yetmediğinde
bir kulp buluruz yine de
sürmeyişine caddenin
ararken sizinle birlikte
ceplerinizde sakladığınız
ellerinizi.
görmedik, görmesekte olur
gerçek yüzünüzü
bekleyişlerde.
öfkemize dar gelen
kutuplara gidip gelen
aşkların açılmayan kapılarında
beklettiniz hem de.

23 Mayıs 2013 Perşembe

vladamir mayakovskiy

Böyleydi Eskiden
insanoğlu doğduğunda getirir seviyi
ama iş güç
para pul
ve buna benzer bir sürü şey
kurutur gönlünüzün verimli toprağını
yüreğin üstünde beden giysisi vardır
bedenin üstünde de gömlek
ama iş bu kadarla kalmaz
adamın biri
bir salak
bu gömleğe kol kapağı takmış
göğüs kısmını da kolalamıştır
insanoğlu yaşlandıkça görüş değiştirir
kadın süslenir
müller eğitimine başlar erkek
ama çok geç
deri kırışıklıklarla dolmuştur
sevi çiçeği açar
açar
ve solar
ben de bol bol getirdim sevda verisini
ama insanlar
daha küçücük yaştan başlayarak
çalışmaya göre koşullanır
bense
rion kıyısında koşar
sürterdim
hiçbir şeye aldırmadan
kızardı anacığım:
"ah korkunç haylaz, ah!" diyerek
kırbaç gibi şaklatırdı kemerini babam
bense
cebimde üç düzmece ruble
üçkağıt oynamaya giderdim erlerle
ne sırtımda bir gömlek
ne ayağımda bir pabuç
kutaissi fırınında kavurur
ya da güneşe verirdim sırtımı
ve işkembemi
içim bulanana dek
kendinden geçerdi güneş:
"üst üste konmuş üç elma gibi mübarek!"
bu oğlanda var besbelli
altı okka bir yürek
ve hınzır, anasını belliyor bu yüreğin
baksana a canım
nasıl oluyor da sığdırıyor
beni
ırmakları
ve uzayıp giden kayalıkları
o kuş kadar yüreğe?"
şarkısı çalarken yeşil dolaplara bakışımın
sokağa çıkışların pencereleri açılmışken
duyguların aferin bekleyen hortlamalarına
 yarım hatırlayan biri olarak
beklerim salınsın zaman,
hatırda kalmanın yöntemleri konusunda iyi
ve çok iyi
ihtisas yapmış kadınlara yapılmış bir şarkı
ne zaman çalsa
kapıyı aklımda tutan zaman
bir tarafından yırtılan bir tarafından
durup birşeyler mırıldanarak durmaya devam eden
bir ısrar
söz konusu  ‘’alıp başını gitmeyi’’ yeniden konuşmaya başlar
bir matematik dersi esnasında bile olsa.
olsa olsa
bir küpe düşerse yere kulaklarından yaratılmışlığın
eğilmişliğin kralı önünde dizlerim bağlanırsa
gurur denen ahlaksız ve korkusuz mahkum
öcünü almak için
tamamlanmayacak bir inşaatın
henüz bitmemiş damlarından atlayıp
yakama yapışırsa
işte o zaman işte o zaman
bir ceketin beni giydiğini hissettiğim zaman
rüzgar kokan balkonlar kadar kısacık bir anda
kısa kollu ve acelesi olan birisiyle tanışırım içimde
randevusuna yetişen ve iyi atışlar yapan


bir söz beni konuşmaya başlar
laf açılmışken
yalnızlıktan
bir  ‘’alıp başını gitmek’’ 
korna seslerine hep komşuluk yapan
birden nerede durabilir
bi söylesenize
kim makilerine kavuşmuştur ki
şimdiye dek.
bu dünya alıştırmıştır bizi kaba şeylere
bu yürek bitişik kılmıştır kendini acıların tazesine

20 Mayıs 2013 Pazartesi

turgut uyar

Sabaha karşı oturup ağladınız
Ama mesela şimdi ben
Ne aradığımı bilmiyorum
Sabaha karşı oturup ağladınız
Çünki sizin aşkınız vardı
Kurumuş çiçekleriniz vardı
... Aşina yıldızınız gökte
Oturup çok çok ağladınız
Ağlayıp iyi ettiniz
Size imreniyorum çünki
Çünki ölümsüz gibiyim yalnızlığımda
Çünki yalnızlığımda öyle güzelim
Üç beş kalem insan gelip geçtiler
Biliyorsunuz bu dünya bana yetmez
Biliyorsunuz bütün kapıları omuzladım
Kimini açtım kimini açamadım
Bütün gemileri dolaştım limanlarda
Hepsi rıhtımlara bağlıydılar
Bütün adalar yitikti
sabah karşı oturup ağladınız
çünki siz bulup da yitirdiniz
ben yitirmem bir bulsam
bütün kayaları üst üste korum
ama biliyorsunuz her şey gelip geçecek
süslü kadınlar gibi oymalı arabalarda
iki vakit arasında sessiz bir çiçek
Bir dökülecek bir açacak
Sonunda cılız köprülerin öte başında
Bir benim bulamadığım kalacak
Sabaha karşı oturup ağladınız
Ama mesela şimdi ben
Ne aradığımı bilmiyorum

 

insanları ne kadar benzetirseniz birbirlerine, farklılıklarını ne kadar azaltırsanız, Hazları da o oranda benzeşmeye başlayacaktır, tüccarların asıl istedikleri şey tam da  bu şekildir. çünki ellerinde belirli mallar vardır, ve birileri bunları beğenmiyor diye almayacaklar olmalarına katlanamazlar, birilerinin zevkleri, hazları, seçimleri, farklı diye, onca zahmete katlanıp ürettikleri malların, veya üreticilerden satmak için onca paraya aldıkları o ürünlerin, satın alınmayacağı fikriyle baş edemezlerdi, bu yüzden bu farklı duygulanmaların veya farklı duygulanmaların sahiplerini bi şekilde yok etmelilerdi,


peki bu benzeşmeyi nasıl becerdiler veya becerecekler? şöyle ki: bundan 100'lerce yıllar önce, bu tüccarlar veya hem üretip hem ticaretini yapanlar, artık zenginlikleri pekişmiş ve ayrıcalıklı bir sınıf haline gelmiş olmaktan dolayı zevkten dört köşe olup bütün zamanlarını içmekle sevişmekle, bütün zamanları eğlenmekle bitirmemişlerdi, çünki bir tüccarın en büyük zevki aslında satmaktır, daha çok satmak. peki ne yapmışlar yüzyıllar önceki o gürültülü yalnızlıklarında, tabii ki, insanları birbirlerine nasıl benzetiriz'in cevabını aramak için, bilginlere alimlere daha da olmadı medyumlara filan danışmışlardı.
ve milliyetçilik icad olunmuştu.

 

ama şunu da söylemek gerek ki, milliyetçilik, 19. yüzyıllara kadar kapitalizme çok büyük destek olmuşsa da, kapital, yani sermaye sahipleri olan tüccarlar, (hem çoğaldılar hem de gözleri daha fırıldak hale dönüştü (dönüşüm)) daha çok istemenin ayıp olmadığı- hatta bırakın eleştirilmeyi- pohpohlandığı bir devirde olduklarından, daha çok istemekte birbirleriyle yarışmaya başladılar, zaten insanlık bu şekilde önce hastalanıp, sonra yoğun bakıma alınıp, ve sonra feci bir şekilde öldü, atkısını hala dolapta saklarım, iyiydi insanlık, neyse.

ve artık bu hazları, seçimleri, zevkleri tekleştirmekte, tekelleştirmekte, milliyetçilik kapitalizme, zarar verdiği için, tarihin çöplüğüne doğru atılacak gibi görünüyor. televizyondaki güzel bir reklam, dünyada şimdiye kadar yapılmış bütün milliyetçilik çeşitlerinin etkisinden daha etkili olduğu görüldü çünki, hele cem yılmaz oynuyorsa, anna kournikova, felan filan

12 Mayıs 2013 Pazar

Pazar Pazar / Aslı Serin

artık zamanı gelmiştir
yani sanırım
1 Kitaplık düzenlenecek
2 Yatağın yeri değiştirilecek
3 Halıya basılacak
çünkü Pazar günleri patronlar mahsusçuktan ölür
sosyalleşmek sıkıntı verir insana

günaydın demeyecek olmanın
eşofman paçalarına vurmuş rahatlığı
tekel bayilerinin iyi ki açıklığının huzuru
elektrik kesilse de telefon çalışır –bunu geç öğrendim
bunu geç öğrendim demeyi ve
pazarlıksız olduğunu Pazar’ların çok sonra
anlamanın mesela çok sonra
anlamış olmak dışında bi halta yaramadığını
zamanı geldiğinde bunu anlatırımher böyleliğin bir öyleliği varsa
uyumanın ödülü yalnızca rüya
yatağa kendini bastırmak
kendini kendine bastırmak
kendi kendini astırmak durduk yere kendine
boşluğa kondurulmuş ev içlerinde
arka bahçesi içinde olan ev içinde
elma dersem çık bir ev içinde
duvarları ayna olan ev içinde
zamanı gelip gelmiştir artık ev içlerinde
her şeyi hiç olarak tasarlamak

ben bir Pazar daha gördüydüm korkunçtu
içimde yedi başlı ejderha büyüyordu korkunçtu
önce sola baktım korkunçtu
sonra sağa sonra tekrar sola
baktım ki halıya basıyorum
baktım ki muntazam bi’yalnızlıkla
baktım ki her şey ertelenebilir
yatak burada kitaplar dağınık saçlar
saçma bir duyarlık büyür büyüdükçe
terliklere bakıp ağlayabilir insan büyüdükçe
keşke Pazar’ın göbek adı ve
her şey bir kadının ofsaydı anlamaması kadar doğaldır
hiçbir şeyin yeryerinden olduğu eviçlerinde

uykunu tam almışsan bir de üstüne rüya
bunun bir bedeli varsa
her Pazar kendini hamile bırakabilir insan
her Pazar doğurabilir
hiçbir korunma yöntemi %100 değildir

yüz yüze geldiğimde yüzümle
ki böyle durumlarda ne denir bilmiyorum
ki çoğunda bu denir biliyorum
okulu asmış çocuk edasıyla
bir daha yapmıcam yemin ederim
ben böyle olsun istemedim

şimdi pakette son üç sigara
hatırlıyorum da yine böyle bir Pazar’da
divan altlarından çekmece arkalarından kitap aralarından
bitirmiştim kötü günleri

neyse ki tekel bayileri hep açık