14 Haziran 2013 Cuma

rüya gördüm, çağların duvarı uzuyordu
önümde. granitle etten bir yığındı bu.
bağrına uğultusu sinmişti milyonların
endişeden kaskatı kesilen o duvarın
loş oyuklarda vahşi gözler parıldıyordu,
yığınlar, kabartmalar, nakışlar oynuyordu,
zaman zaman önümde açılıyordu duvar.
yeşimden somakiden ve altından saraylar.
uluların, bahtiyarların otağ kurduğu,
cihangirlerin kandan, buhurdan kudurduğu
inler görünüyordu, seher yeliyle nasıl
ürperirse bir ağaç, o duvar da muttasıl
öyle ürperiyordu. alınlarında burçlar,
alınlarında altın başaklardan sorguçlar,
muammanın üstüne bağdaş kuran birer sır
gibi çöreklenmişti sur’a binlerce asır..
sanki temel taşları canlıydı da, bu mahşer
göğe yükseliyordu… sanki binlerce asker
gecelerin fethine çıkan koca bir ordu
birden taş kesilmiş de orada uyuyordu
kayan bulutlar gibi dalgalanıyordu sur
o hem canlı bir yığın hem bir hisardı. çamur
kanıyor, toz göz yaşı döküyordu. mermerin
elinde bazen kral asası, bazen keskin
bir kılıç pırıl pırıl yanıyordu. duvardan
taş değil de kelleydi sanki her yuvarlanan..
insanlığı önüne katan o meçhul rüzgar,
şekilden şekile giren adem, dalgalar kadar
oynak havva, vahdette sonsuzlaşan insanlık,
ecelin eğirdiği esrarengiz karanlık
yumak: alınyazısı, çırpınıyordu orda..
bazen şimşek duvarı aydınlatıyordu da,
yüz milyonlarca çehre pırıldıyordu birden,
bizim hep dediğimiz o hiçlikti beliren:
tanrılar, tacidarlar, kanun, şeref ve zafer,
çağların ırmağında akıp giden nesiller,
ufukları kuşatan karanlık bir silsile
misali, gözlerimin önünde binbir çile,
binbir acı, cehalet, açlık ve hurafeler,
ilim, tarih… uzayıp gidiyordu. bu mahşer,
çöken bir kainatın enkazıyla yoğrulan
bu duvar karanlıkta gittikçe daha yaman,
gittikçe daha yalçın, daha sarp, daha mağmum
yükseliyordu ama nerede bilmiyorum

***
ne adetleri saran muamma, ne göklerin
sis perdeleri insanoğlunun sakin, derin,
inatçı bakışına set çekebilir.. demin
kaypak, karışık görünen, şekillerin
sinesinde dalgalar gibi yuvarlandığı,
gözlerimin heyula, serap, duman sandığı
o duvara dikkatle bakıyorum.. bulanık
göz bebeklerim berraklaştıkça, o karanlık
tecelli yavaş yavaş sisten sıyrılıyordu

***
girdaplardan göklere yükselen mahşerdi bu!
her hücresinde bir dev vardı. uğursuz asır,
nankör asır, pis asır… gerçeği kuşatan sır,
bulut ve dünya: şimdi tarih ardına kadar
açmıştı kapısını… bu rüyada uluslar
zaman merdivenine yaslanmışlardı set set…
hayalden sütunlara dayanmıştı her mabet..
bir yanda kahramanlar bir yanda peygamberler
ve membreye gaipler aleminden haberler
fısıldayan dodon, teb, raphidim, kutsalkaya,
arzı-ı mev’ut, musa’nın kolları semaya
kaldıran harunlar hur, cenkler ve tih sahrası
amos’un kasırgasıyla çalkalanan arabası;
sonra bütün o yarı haydut yarı hükümdar
masal kahramanları, melekler, nim-ilahlar
adları kah sevgiyle, kah kinle bayraklaşan,
efsanelerin gümrah ışığıyla kaynaşan
insan avcıları: hint, iskandinav elleri
ispanya ve destanlar: hem de en güzelleri
iradeleri çelik mızraklar gibi yalçın
yiğitler, hatırası karanlık asırların
sessizliği içinde eriyen kafileler
talut, davut, delf şehri, endor mağarası, her
akşam altın makasla kesilen mukaddes mum…
ölülerin arasında nemrut’u görüyorum.
başaklara yan gelmiş booz. işte tiberler
tanrısal ve muhteşem başlarında efserler,
tasit’in kaleminde laleleşen o parlak
gerdanlıkları dört bir yana ışık saçarak
capree, forum, ordugah dolaşıyorlar. tahtın
karanlık zindanlara kadar uzanan altın
zinciri… dağlar kadar yalçındı bu garip sur..
bu tecelli her şeyi kucaklıyordu: çamur,
işık, madde, ruh bütün şehirler: teb, atina,
tir’in ve kartaca’nın heybetli enkazına
dayanıp da yükselen roma… bütün nehirler,
sezarlığa özenen her zıpçıktıya: yeter!
yeter! vatandaş kalmak istiyorsan, dur artık!
diyen rubikon, esko, ren, nil ve ar. karanlık
bir iskelet misali göğe set çeken dağın
zirveleri sislerle örtülüydü. o kalın,
o hayalet bulutlar ay’ı aralarına
almış sürüklüyordu. ve meçhul bir fırtına
hisarı zaman zaman ürpertiyordu. işık
sisle kucaklaşıyor, esrarlı bir aydınlık,
çağdan çağa, taçlardan kalkanlara akseden
gölgelerle oynuyor, kaynaşıyordu. derken
almanya oluyordu birdenbire hindistan,
süleymanın nurundan bir parıltıydı şarlman:
beşerin muzlim, garip, sonsuz mucizeleri
hürriyetin maddeyi canlandıran zaferi..
zümrüt yamaçlı pindus; yanık yamaçlı sina
uzaklardan newton’u müjdeleyen hiseta…
keşifler: ummanları aydınlatan meşale!
fulton vapura binmiş jason yelkenlisiyle.
hem marseyyez, hem eşil… tayf da orda melek de..
elektr’in kapısında capanee beklemekte,
ve lodi köprüsünde bonapart ayaktadır;
neron alkışlanmakta, mesih kıvranmaktadır.
işte tahtın uğursuz, korkunç kasvetli yolu
terle, çamurla, kanla, gözyaşıyla yoğrulu..
sonra muzlim bir tepe ve gölgeler: uluyan,
homurdanan, küfreden, tepinen, cana kıyan
şuursuz yığın.. heyhat! bu ne derin uçurum!
boğuk sesler ve canhıraş çığlıklar duyuyorum:
sefalet hıçkırıyor, o şifasız hançere
durmadan, dinlenmeden sızlanıyor, boş yere:
zaman zaman buğulu bir aynaya benziyen
bu garip, bu esrarlı manzaraya akseden
hem benim varlığımdı, hem bütün bir kainat.
dal dal ve yaprak yaprak fışkırıyordu hayat.
şehvet de oradaydı, ölüm de, felaket de,
ten değiştiren ruh da, ruh değiştiren et de:
insanlaşan tanrılar, tanrılaşan insanlar
geçiyordu önümden dalgalandıkça duvar.
ve sonra varlıkların karanlık mahşerinde
gözleri alev alev, dudakları hande,
muzlim, mağrur, müstehzi biri dolaşıyordu.
biraz dikkat edince tanıdım: şeytandı bu.
tanrının ormanında kurnaz kaçakçı şeytan.

***
sonsuz karanlıkların bağrına hangi titan
çizmişti bu tabloyu? bu kabuslu rüyayı
hangi heykeltıraştı işleyen? bu binayı
kuran kimdi? hangi el sefaleti, dehşeti,
matemi gözyaşını ve binbir cinayeti
kanla, çamurla, sisle, ışıkla yoğurmuştu,
hangi el bu acaip silsileyi kurmuştu?
titriyordum. bu rüya insanlıkla hilkatın
muzlim kaynaşmasıydı. sütunlarından emin
fışkırıyordu. surdan göğe yükselen kollar
yumruklaşmıştı hınçtan! vücutlar bir canavar,
vücutlar gomore’ydi. ruhlar sahyun kadar saf,
dünle bugün yan yana dizilmişlerdi saf saf:
orda hayvanla insan tek varlık gibiydiler,
burası cennet miydi cehennemde miydiler,
bilmiyorum. günahlar korkunç gölgeleriyle
yerde sürünüyordu. orda çirkinlik bile
devasa nakışların korkunç azametiyle
hemahenkti. derinden süzdükçe bu duvarı
apaçık görüyordum hayal olan çağları.
nasıl kenetlenmişse sırtımızda kemikler,
orda da öylesine kaynaşmıştı hayır, şer.
mezar karanlığından bir yığındı o duvar,
dumanlı bir sabaha doğru yükseliyordu.
gecelerin göğsünde rüyalaşan asırlar
işıltılı bir fecrin koynunda eriyordu.
yer yer ağarıyordu bağrında ufukların,
bulanık ve yıldızlı sislerle haleliydi
günün kasvetli nuru soluk bir ter gibiydi
alnında o duvarın.

***
için için ürperen, dalgalanan, kaynaşan
bu tayflar dünyasını seyrederken, fezadan
bir uğultu boşandı, ezeli sessizliğin
bağrından kopup gelen iki korkunç ve derin
çığlık duydum. gök kubbe sanki aralanmıştı

ilk sayha tan yerinden kopup kanatlanmıştı,
orestinin ruhuydu sisleri delip geçen.
aynı anda gecenin karanlık sinesinden
apokalips uçtu. bir küsuftan fırlayan
kara bir ifrit gibi korkunçtu, tehditkardı.
yaklaşan o iki ruh gölgeden iki şar’dı
bir gelişleri vardı sisleri yırta yırta,
çok geçmeden ezilip gidecektim mutlaka.
titriyordum.
geçtiler bir sarsıntıdır koptu;
kader, diye haykırdı birinci ruh. uğultu
cevap verdi ikinci ruhun ağzından: tanrı!
bu iki vaveylayı dehşetle tekrarlardı,
meş’um yankılarında karanlık ebediyet.
ürperdi, çalkalandı ve dalgalandı zulmet,
bu korkunç naralarla titredi sur.. hükümdar
miğferine el attı, put tacına.. ve duvar
bir cam gibi sarsıldı, kırıldı, parçalandı,
karanlığa karıştı. o ne korkunç bir andı!
iki ruh kaybolunca hayalin sislerinde,
iki büyük kuş gibi.. karanlık perde perde
aralandı ve duvar ayan oldu. bölmeler
çatlamış, parçalanmış, zedelenmişti yer yer
sütunları muhteşem, cidarları perişan
yıkık mabet gibi ulu yamaçlarından
girdap görünüyordu.

***
ruhlar geçtikten sonra
bir hayli değişmişti önümdeki manzara…
sur’u parçalamıştı iki kanat darbesi,
varlığı kucaklayan o hayal mucizesi
o dört başı mamur sur, sinesinde kaderin
sonsuzla kaynaştığı; en eski devirlerin
çağımızla yan yana otağ kurdu bu duvar,
bağrında asırların, teftiş gören ordular
gibi hep bir ağızdan: “buradayız” dedikleri
tekmil mevcutlarıyla nöbet bekledikleri
o hisar yoktur artık ortada. o kıtanın
yerinde adacıklar belirmiş, o cihanın
sinesinde mezarlar yükselmişti: sütunlar
hala heybetliydiler, hala ayaktaydılar,
ama üstleri boştu.. asırlar darmadağınık,
asırlar parça parça uzanıyordu artık.
hepsi de yaralıydı, sakattı, perişandı..
gölgeler bir bataklık gölgeler bir ummandı,
yıkılan asırları kucaklamıştı gece
sislerle sarmaş dolaş, bulutlarla iç içe,
bir rüyanın perişan enkazıydı bu mahşer,
viran, uçsuz bucaksız bir köprüydü… kemerler
birer birer çökmüştü. neredeyse uçuruma
karışacaktı.. yahut muazzam bir donanma
bozguna uğramış da batıyordu.. fırtına,
zirveleri dolaşan o kekeme boyuna
aynı söze başlar da bitiremez, bocalar;
o kesik, o karanlık, o garip cümle kadar
müphemdi, perişandı, bir acaipti bu sur.
yalnız gelecek günler, soluk bir fecrin mahmur
pırıltısı içinde dal dal ve çiçek çiçek
açılıyor, bulutlar arasından geçerek
bir yıldız gibi mağrur yükseliyordu, insan
yıldırım görmüyordu ama, o ihtişamdan
tanrının varlığını seziyordu.

***

o kaypak
o loş pırıltıları yer yer ve yaprak yaprak
aksettiren: atiyi, maziyle aydınlatan
bu kitap o esrarlı, o karanlık rüyadan,
o canlı heyuladan doğdu.
fevza, kafamda mısra mısra billurlaşırken
doğum sancılarıyla kıvranırken şuurum
başucumda bir hayal belirdi: vakur, mağmum,
tarihin hemşiresi efsaneydi bu… sonra
o gitti tarih geldi… ikisi de sırayla
bir şeyler karaladı, önümdeki deftere…
maziden, uçurumdan, karanlıktan bir esere
intikal eden nedir? soluk bir takım izler...
hakkın iradesiyle fırtınalı denizler
gibi coşkun kabaran devrimlerin yankısı,
zelzeleden sonraki o enkaz yığıntısı,
istikbalin bulanık fecriyle parıldayan
molozlar… insanların kırık dökük, perişan
yapıları.. bağrında karanlıklar barınan
çağların harabesi.. ve gökte zaman zaman
yıldızlaşan bir fikir.. korkunç bir salhane bu,
ölümün barındığı uğursuz kaşane bu.
duvarlarını kader örmüş bu viranenin,
ama saçaklarında bazen şuh bir güvercin,
bazen de bir ışık var.. o kuşun adı:ümit
o yıldızın adı: hürriyet. ve sonra vakit vakit
iğrenç taş yığınları arasında sürünen
ifritler, ejderhalar ve sislere bürünen
hudutsuz, hailevi bir enkaz silsilesi..
kadim babilin tüyler ürperten bakiyesi
perişan kulesidir bu kitap varlıkların,
hayrın, şerrin, matemin ve fedakarlıkların
hazin abidesidir.. ufuklara hükmeden
o yalçın, o serazat, o mağrur silsileden
bugün ne kaldı? dağınık, kırık dökük, derbeder,
karanlık vadilerde seraplaşan şekiller,
çirkin yığınlar, garip harabe azmanı;
beşerin yavuz, sonsuz, perişan dasitanı.


victor hugo

çeviri:cemil meriç

Hiç yorum yok: