18 Haziran 2013 Salı

Shahram Nazeri

sessizliktir burası, bir gömütlüğün koca kımıltısızlığı!
Öncellikle, Gezi’de ilk gün orantısız polis şiddeti uygulanması ile ahlaki üstünlüğü zedelenen hükümeti, daha sonra attığı demokratik adımların etkisini azaltan cumartesi akşamki müdahale kararı için “tebrik” etmek istiyorum. Hükümetten başladım, çünkü aklı hala başında kalan sağduyulu insanların gördüğü gibi, bu kaos eğer nihayetlenmezse, bundan en çok 11 yılda kazanılan demokratik haklar, ama daha da önemlisi, 30 yıllık kan banyosunu bitirecek ve çok olumlu giden çözüm süreci zarar görecek. Allah korusun, hele bunun bir iç çatışmaya dönüşmesi durumunda, ortaya çıkacak resmi hayal etmek bile istemiyorum.
Eğer birkaç gün veya bir hafta beklenebilseydi, apolitik gençler, radikal ulusolcu örgütler ile olaya diyalog kanalları ile yaklaşan hükümetin yaklaşımı arasındaki farkı takdir edebilecek ve alanı terk edeceklerdi. Daha sonra ise, küçük bir marjinal grup kalacaktı orada. Bu ayrışma süreci başlamıştı bile Gezi’de. Hükümetin bu kararında, hem Taksim Dayanışması’nın verdiği sözde durmaması, referandum konusunda Başbakan’la toplantıda konuştuklarını reddetmesi, hem de Taksim’e bir milyon kişi yürütme kararının etkili olduğu söyleniyor.
Hala aklı başında davranabilecek tek etkili adres hükümet olduğu için yazıya hükümeti eleştirerek başladım. Ancak Taksim Dayanışması’nın alanda kalmaya devam etme kararı, en ciddi şekilde eleştirilmeyi hak ediyor. Zaten açıklamanın diline baktığınızda, değişmeyen sekter zihniyeti açık eden 1930’larin Stalinist jargonunun hakim olduğunu görüyorsunuz. Bir yanda gençlerin enerjisine akbabalar gibi göz diken faklı farklı kesimler, bir yanda siyasetten çok çatışmadan medet uman tarih dışı kalmış bir örgütçülük… Arada tüm gri renkler kaynayıp gidiyor haliyle.
Hiçbir şey için geç değil. “Ya hep, ya hiçe” sıkışmak zorunda değiliz. Ortalığı sakinleştirmek hükümete ve herkese düşüyor. Zaman sinip kenarda bekleme zamanı değil. Ama kim olursanız olun, resmin bir parçasına odaklanıp öfkeyle davranacaksanız, ateşe odun taşıyacaksanız, varlığınız eksik olsun, kenarda durun. Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gollum’un paradoksu gibi, Gezi’de oluşan imaj rantının devşirilmesi, buradan en popüler isim olarak çıkma yarışını kazanmanın büyüsüne bir dur denmeli bence. Ama sanırım aynı dili konuşmuyoruz. Ve sanırım bu her şeyden evvel bir ahlak meselesi.
Hükümetin, basit bir çevre meselesinin, kendilerine yönelik bir komplo zeminine dönüştüğünü görüyorsa, tam da bu nedenle, soruna çok ciddiyetle ve sabırla yaklaşması gerekiyor. Ortamı gerecek, krizi kontrol edilemeyecek ve istismar edilecek hale getirecek her tuzağı boşa çıkarmak öncelikle hükümete düşüyor. Bin düşünüp bir yapmalı, kötücül “Türkiye bir diktatörlüğe gidiyor” kampanyasını destekleyecek hatalardan kaçınmaları gerek. Her halde bu sağduyuyu, ulusolcular ve kibirli, Erdoğan nefretiyle eleştirinin namusunu kaybetmiş aydınlardan bekleyemeyeceğiz. Eğer cumartesi bu müdahale olmasaydı, bugüne, 20 günlük kabustan önemli ölçüde kurtulmuş olarak uyanacaktık, belki. Belki diyorum, çünkü kaşıma gayretleri devam edecekti şüphesiz. Hepimiz çok üzüldük ve çok yorulduk. Ama hükümetin, haksızlığa uğradığını, aldatıldığını düşünerek duygusal davranmaya hakkı yok. Hepimizin geleceği ile ilgili bir kırılma yaşıyoruz. Buradan ancak daha fazla demokrasi ile çıkabiliriz. Ahlaki üstünlük ise sürekli olarak çözüm ve oyunları bozmak isteyen taraflarda olmalı.
Gelelim Gezi parkına. Ben Başbakan ve Vali ile yapılan uzun görüşmeler sonrası kendi aralarında toplanan örgütlerden eylemi bırakma kararı çıkmayacağından adım gibi emindim. Haksız çıkmayı o kadar dilerdim ki! Eğer, apolitik gençler örgütlü olabilseydi –bu bir oksimoron, biliyorum- ve karar alma gücü onlarda olsaydı, emin olun Gezi’yi terk etme kararı alırlardı. “Direnme” kararı ile, örgütlerin hiç umurunda olmayan siyaset yapma imkanı da harcanmış oldu. Oysa, buradan orta-uzun vadede özgürlükçü bir muhalefetin nüveleri ortaya çıkabilirdi. En azından, demokratik-özgürlükçü bir kent siyasetinin ilk anlamlı başarısı olarak tarihe geçerdi. Taksim Dayanışması bunu bencilce heba etti. Çünkü hayata hala 1970’lerden, devrim romantizminden bakmaktalar. Böyle ortamlar da, asla onların yaratamayacağı bir varolma-görünme rantı yaratmakta. Hem siyaseti reddetmek, hem de maksimalist taleplerin karşılanacağını ummak, bir şarkıcının, kalıcı eserler bırakmak yerine özel hayatı ve skandallarla ün yapma tercihine benziyor. Özgürlük taleplerinin siyasete tahvil edilmemesi, en iyi ihtimalle bir romantizm ile sonuçlanır. Ya da ergenliğe bile ulaşamamış bir tür nihilizm olarak algılanır, toplumun teveccühünü arkasına alamaz.
Tabii bu işin bir vehçesi ve benim “enerjiyi siyasete tahvil edin” önerimi olanaksız kılan başka ciddi meselelerimiz var. İlk günkü meşruluğunu, hükümetin attığı net demokratik adımları yok sayarak kaybeden Gezi hareketini, -cumartesi günü yeniden bir polis müdahalesine maruz kalsa da- “özgürlükçü” bir halk hareketi olarak yorumlamak ancak bir temennidir. Gezi ilk günden beri, Erdoğan nefreti ile malul bir çevrenin mahalle baskısı altında kaldı, domine edildi ve sömürüldü. Kentin geleceğinde söz sahibi olmak ve hükümetin bazı icraatlarına itiraz etmek isteyen –aslında en zayıf olan- halkanın üzerine, temel niyeti hükümeti “ülkeyi yönetemez hale getirmek” olanlar abandı, boğdu. Buna, “çevrenin” “merkeze” yürümesini hazmedemeyen elit öfkesi eklendi. Kimse, polis şiddetini, hükümetin veya Başbakan Erdoğan’ın eleştirilemezliğini veya yanılmazlığını savunmuyor, ancak ülkenin geldiği bu ortam, hükümetin veya Başbakan’ın yaptığı icraatlarla orantılı mı sizce? Burada, “gerçeklik algısını” ciddi bir bozma gayreti var ve bunu yapanlar ya nefretle, ya duygusallıkla, ya ergenlikle, ya da sınıfsal nedenlerle bunu yapmaktalar.
Bu bir koalisyon ve gençlerin samimi enerjisini ve onların hükümetin yaşam biçimlerine müdahale etme gücüne yönelik tedirginliği alabildiğince sömürüyor. Sokakta, 11 yıllık muhalefetçe temsil edilmemişliğe öfke duyan kesimler de bu enerjiye destek veriyor. Gezi’de karşı olunan şey Erdoğan; ve Erdoğan’a karşı olma nedenleri demokratik olandan operasyonel olana kadar çok geniş bir spektrumu ima ediyor. O nedenle de enerjisi hem çok yüksek, hem de olumsuz ve örgütlü olana yem olmaya çok açık.
Max Horkheimer, 1968 hareketlerinde sokağa inmediği için oldukça eleştirilmiş ve verdiği cevapla da çok konuşulmuştu. Horkheimer, şöyle diyordu:
“Günümüzün gençliğini harekete geçiren dürtülerin bir kısmını ben de paylaşıyorum. Ayrılığımız, gençlerin uyguladığı şiddetle ilgilidir, aslında güçsüz olan düşmanlarının işine yarayan, onları güçlendiren şiddetle. Bütün kusurlarına karşın, sarsak bir demokrasi bile bugün bir devrimin kaçınılmaz sonucu olacak bir diktatörlükten iyidir — bunu açıkça söylemek, doğruluk adına zorunlu görünüyor bana... Sınırlı özgürlüğü gittikçe artan tehditlere karşı savunmak, korumak ve mümkün olduğu yerlerde de genişletmek, … umutsuz eylemlerle onu tehlikeye atmaktan çok daha acil bir görevdir.”
Ben de aynen böyle düşünüyorum. Bu duruş, ortamın gerginliğinde, muktedire yakın durma, Stockholm Sendromu ile çarpıtılmaya müsait, olsun. Gezi projesini yönetiminde bulunduğum gazetede haber ve yazılarımla iki yıl boyunca eleştirmiştim. Hatta bizim gazeteden başka hiçbir gazete bu boyutta olayın takipçisi olmamıştı. Gezi ne halkın, ne de muhalefetin umurundaydı o sıralarda. Ağaçların söküldüğü ilk gün ben de oradaydım. Daha sonraki günler de gittim. Yapılan polis şiddetini, ölümleri, yaralanma olaylarını defalarca telin ettim ve ediyorum. Ama bu haklı itiraz alanı, ilk birkaç gün sonrasında, üzerinde akbabaların dolaştığı verimli bir kaos tarlası haline geldi. Tabii, alanın heterojenliği, oradan, haklı bir grubu, veya haklı bir itirazı seçip gözünüze sokmalarına neden oluyor. Bu durum ise, politik ve örgütlü olanın apolitik olana galebe çalacağı gerçeğini değiştirmiyor. “Sokağa çıkın” çağrılarının, ne kadarının adil, sağduyulu ve ahlaki bir yerden yapıldığı kuşkulu. Bu eylemlere samimiyetle katılanların da, daha sonra, haklı itirazlarının, yüksek enerjilerinin nasıl istismar edildiğini görerek üzüntü duymaları sürpriz olmayacak.
Hükümete dönelim ve yazıyı bitirelim. Hükümet etme bir aklı ima etmeli, duyguları değil. Yapılan her hata, “Türkiye diktatörlüğe gidiyor” kampanyasına malzeme taşır. Ciddi bir Erdoğan’ı yalnızlaştırma operasyonu ile karşı karşıyayız. Buradan kimseye fayda gelmez. Ancak sokağı fiştekleyenler, bunun komplo boyutuna dair bilgiler, hükümetin ayarını bozmamalı. Ahlaki üstünlük sürekli gözetilmeli. Çünkü siyasetin ahlaki üstünlüğü, yani demokratik olanı temsil etme ve uygulama gücü, bu krizden en az yara alarak çıkmamızı sağlayacak. Yönetemez hale gelme, sadece sokağın karışması ile değil, kutuplaşmanın taşınamaz hale gelmesi ile de mümkün. İki tarafı çok keskin bir bıçağın ucunda yürümek zorunda bu hükümet.
Bu çağrıyı sağduyusunu kaybetmiş tüm kesimlere yapmak isterim. Ama orası artık çok karışık ve ajite edilmiş duygular hakim. Görünen o ki, bu süreçte “aydınlarımızın” veya aydın sandıklarımızın da çoğunu kaybettik. Bu durumu toparlayacak tek aklıselim merkezi, yine halk ve hükümet görünüyor. Olanlardan ders çıkarmak, diyalogu hiç kesmemek, ölen vatandaşların sorumlularını hızlı bir şekilde bulmak en etkili cevap olur. Adalet duygusu zedelenmemeli. Sokağın neden bu kadar öfkeli olduğu, sadece komplolarla, kötü niyetlilerin provokasyonlarıyla açıklanmaya çalışılırsa, ölümcül bir kör nokta oluşur. Başbakan’ın tek bir sözünün bile çok şey değiştireceği bir ortamda, sağduyulu, kucaklayıcı yaklaşımlar, provokatörlerin her halde son arzusu olacaktır. Bunu da “camiye ayakkabılarıyla girdiler, camide içki içtiler, Gezi’deki çadırlarda kim bilir neler oldu” diyerek yapamazsınız. Hele hele mezhep kavgasının kaşındığı bu günlerde…
Evet, bu özgürlükçü bir hareket değil. Samimi insanlar bunu görmeli ve eve dönmeli. Buradan ancak bir kaos çıkar, 28 Şubat gibi hükümete darbe olmaz, ama hükümet ülkeyi yönetemez hale gelebilir. Bence en büyük risk de budur. Gelin sakinleşelim, demokrasi sorunlarımızı barışçı bir şekilde çözmeye çalışalım. Bu kaybet-kaybet oyununu, kazan-kazan haline getirmek bizlerin elinde.
Tüm farklılıklarımızla, birarada olmaktan daha güzel ne var ki şu hayatta?

Markar Esayan  17.06.2013, İstanbul

Beklemiş Bir Paket Cigaranın Son Umuduna

 

İşte suyumuzu kestiler ama masamda yine bir çiçek
bir çiçeğin akşamı elbet bir çiçeğe benzeyecek

nasıl güzel nasıl diri bir çiçek
dipdiri adamlardan biri bir çiçek

evet ben son ve kesin umuduyum bir paket cıgaranın
bir köhne câmekanda sararmış alıp içmemi bekleyecek

sonsuz bir camekânda
başlangıçsız bir çiçek

alırım seni tüttürürüm bir gün güzel tütün
söyle kim var bunu benden daha iyi bilecek

ey kalın duman gün senindir
kim var senden daha doğru tütecek


ben gelirim seni alırım büyük alanlara gideriz
seninle ben o kavruk biçim bir de o diri çiçek

ne sandın bütün alanlar bizimdir
biziz ne varsa kalan, biziz ne varsa gerçek

işte suyumuzu kestiler bu bir eylüldür ey teşrinievvel
geleceksin intihar özlemleri de kıraçlar da gelecek

nerden baksan bir bütün hüznümüz
nerden baksan sonunda o diri çiçek

ki hüznü bir mavilik duygusuna bozar gideriz biz
çünkü biliriz yılkılarımız serin yaylalarda üreyecek

yağmurlar yağar o serin yaylalara
çünkü serin yaylalarda otlar büyüyecek

bir çiçek bahçesinin elinden tutarız biz, biz olmasak kim ne
kim pundunu bulup paralara kötü pazarlıklara böyle sövecek

ey eski camekân ey diri çiçek
biz olmasak şunlara bunlara kim sövecek

ben seni alırım sakin evime koyarım sakin sonra gideriz
gözlerim mavi, senin dumanın mavi, yüreğimiz bir okka çiçek

suyun da denizin de mavi ve avuçların
biliyorsun bir gün gökyüzü değişecek

işte sürahiyi kırdılar suyumuz kesik hadi bakalım
ey camekân seninle biziz ancak bunları yenileyecek

hadi bakalım ey durgun çiçek
hangi ıslak mendil bunları söyleyecek

tatil bitti. güzel hasır şapkamı bir bıçakla değiştim
suyumuzu kestiler işte ama masamda o diri çiçek

tatil bitti şapkamı değiştim bir bıçakla
o bıçak bir güzel cıgara gibi işleyecek

-turgutuyar-