30 Mayıs 2011 Pazartesi

Bir işe girdim, insanlarla beraber. Ne görüyorsam; yalnız ve kederli saçlarımla görüyorum, bizi bir takım yerlere alıyorlar, alıyorlar ve içeri her girdiğimde aynadan günleri gösteriyorlar, makaslardan bir şeyler kesiyor birileri, kuşların sesi geliyor tok karınlarıyla, bir masa var ortamızda, yalnızlık masada da var, yükseltiyorlar güneşi batmış izlenimi vererek,

Herkesin haklı olduğu konular farklı, insan othello’suna nasıl da benziyor, ya da bir pergeli olsa adamın, ona da benzeyecek ya, neyse ben bir işe girdim,  ---ve bitti, bunu demeseydim ölecektim(ki aslı yoktur bunun)---, merdivenli, bazen herkesin kendini beni dinliyor olarak bulduğu, kağıtlara durmadan bir takım mesajlar yazdığım, parfümlü görünmenin ıssızlığında, kimsesizliğinde duran bir iş, öyle durmadan çoğalan, çoğaltılan, paralatılan, öyle hiç durmadan sonsuza dek içini sahici bir şekilde boşalttığımız bir iş, bir İstanbul gibi, bir gemi gibi. Seyircilerimiz var onlardan uysal televizyon seyircileri yapıyoruz, kan dökmesinler diye çok uğraşmaktan gayrı, pergel tutmasını bilmelerini istiyoruz, onlardan net olarak konuşmamalarını, konuşamamalarını bekliyoruz, gazinoya gidince – ki burası Türkiye, gider mi gider- konsometrise bu şarkı ikimize gelsin diyebilene kadar içki sofralarında, okuma yazmasını emredip dövebilmemiz gerekebiliyor, gömütlerini istiyoruz, yeteneklerini istiyoruz, zamanlarını istiyoruz, her zamanlarını, ve bunları yangında yakmak hoşumuza gitmiyor, patron öyle istese bile.

Hatalarımdan ders çıkarıyorum, çünkü ben bir işe girdim, ve anlamadığım hiçbir şeyi anlatmayacağım bi terslik çıkmasın için, eski argümanlar yağmurlu günlerde teselli etmiyor, bu evde yaşlanması, bu işin sürmeyeceğine güzel tanıklık eder, ismimi tanık listesine aldırmazsam eğer,


Bu işten sandığım sürede çıkamayacağım, bu işte sandığım kadar kalamam, öyle işte zaten ben pek kalamadığım da bile sarhoşluğumun yeri başkadır. Umursamadığım aslanlar korkutmuyor beni, ağzını açıyor bana bağıracağı varsa. Ve ben bilmem köşe başlarını, bana ne olduysa şu masanın yanında sizi seyrederken oldu, ben bilmem elebaşlarını, başıma ne geldiyse sizin yüzünüzden geldi, çünkü ben bu işe girdim, ben bu işe girdiğimde siz tahterevallide sallanmıştınız, ağzıma alamayacağım bir şekilde tahterevallide sallanmıştınız, bizim yerimize ve kimsenin gönlünü almadan, bir gram acıma hissetmeden arlarınızda, başkalarının kaldığı yerden, tahterevallide sallanmıştınız. Aşk olsun biz bunu hak edecek kadar iyi miyiz? Aşk olsun biz buraya nasıl da hüzünsüz çıkagelebilmişiz? İzimizi kaybettirdiğimiz yerden başlıyordu soluk almak, ve izini sürdüğümüz yere kadar hazırol’daydık, biz mütemadiyen her koşulda, öyle hep buna benzeyen bir hal ve vaziyette, zaten demir gibi hazırol’daydık, ve çok fazla teyzemin olmasında evrim rol oynamamıştır.

Seni sevdiğim yerlere kadar bisikletle götürüyorum, yani tanınmamak için cinayetler işleyen birine çiğ tavuk bile yedirsen, evrakları polise çoktan ulaştırılmıştır, (-habire -pasif vois-), kendisi o mendebur ve edilgen suratıyla, ancak bu kadarını başarabilirdir. Ben geldim ve geldiğim gibi işe girdim, bir işe girmek için iyi film çekmiş olman gerekmediği için, bir iş gire girmez filmleri takip etmedim, film izlemeye başlamaya gerek görmedim, açtım birkaç kitap okudum mekanikle ilgili, sonra biraz daha okumamın gerekliliğini keşfettim, ilk birkaç ay çok çalıştım, ilk birkaç ay çok okudum, ilk birkaç ay çok iyiydi. Gemiyi batırmamakla ilgiliydi tüm endişem, postu deldirmemek veya siz nasıl diyorsanız, her neyse işte, kaptanlık pazu bandı bana yapıştırılmıştı, buna alışmak bir balina tarafından yeneceğine inanmak için dualar etmek gibiydi, hazırlıksız ve temkinli, sofradaki en tuzlu küçük balıkmışsıncasına, göze batıyordum, çabuk çabuk tüketilsin istiyordum bu tür zamanlar. Alev alıyordum azar azar, işte çabuk tüketilsin istediğim yüzünden,

Bütün nesillere yetecek bir titanik, soruyu sormadan batıyor daha, eğik el yazılarıyla batıyor, şarkılarıyla ve ebeveynlerine çektirdikleriyle batıyor, bütün nesillerin Plevne’sinde,  üstelik meteliksiz ve kurşun yemişti az evvel…

28 Mayıs 2011 Cumartesi

KORKMA BEBEĞİM

Sırf perdeleri açıktı diye evlere baktım, olacağı buydu, bomboştu her yer.

Akşamdan başlamalı ağıtları söylemeye, yoksa adlarımız yeterince vurgulu söylenmez bir dahasına, çakmağın gazını doldurdum, kış bitmişti, çöpleri henüz almıştı Adnan, borcunu da zorla bıraktım. Artık tabancaları çocuklardan saklamanın gerekçeleri ortaya çıkmıştı, büyükler adam öldürüyor çünkü, ki ekmekler ıslatılırdı o zamanlar, yağmur yağardı o zamanlar, güzel, hadi kalk söz ver, küllüğü boşalt,  ıslık çal, çayı demle, iki hap at, seninle işimiz zor bundan böyle, ve yanı sıra bize söz ver, neler geçiyorsa içinden söz ver, sabah bi daha olacağına göre söz ver, başımıza ne geldiyse bu sebepten geldiği için söz ver, hadi kalk biraz söz ver, faturalar duruyor masada, poşeti yırtılmamış selpaklar, işler güçler, yerdeki terlikler, terlikler boyunda diğer her şey, ütüsüz her şey, kollarına kadar kapalı her şey. Siyah şaşırtmıyor bizi, fabrikaların üç katlı olanından bahsederekten, bir mahallenin önünden geçmemize yarıyor otobüs, o da hoş gelmiş, bizi aynı çizgilerden götürdüğü için hoş gelmiş, bizim kendi çizgilerimizse boyumuzu aşıyor, eskisi gibi tenekeden kutularla alınmamış erzaklar, doymaya müsaade etmiyor kapital, bu yüzden hava kapalı, böylece ağıt yak bize, söz ver, ayağa kalk ve misafirlerini ağırla, büyüdüğün yaşlarındasın,  borcunu öde, kalabalığa çık, altmışına dayanmış ama hiç yaralanmamış insanların üstünü ört. Sandalye, evet sandalye, tek başına bekleyip duruyor tüm gün beni, sehpanın üstü kırıntılarla dolu, anlaşamıyoruz bi türlü, renkleri için hiç teşekkür edemedim şimdiye dek ona, hala şansım var, beni asıl kurtaransa büyük uzun , bedeni kavrayan banyo havlusu, gece yarısı ansızın suya girip, sarılıyorum evlat yetiştirir gibi, evlat yetiştirir gibi sarılsak herkes odtü’ye gider, sırılsıklam sevsek her şeyi, ki sevgi bambaşka, fotoğraflardan bile belli oluyor kimin kimi sevdiği. Pilavın dibi tutmaz bizde, dolayısıyla balıkların da yüzgeci var, bir adidas şiiri yazasım var, dilbilgisini kimse net açıklayamıyor, üzerine kolsuz bir bluz giymiş ve açıklayamıyor, gözlüğü en kalınlarından açıklayamıyor, televizyonda ve her yerde açılayamıyor.  Yürüdükçe eve varılır zaten, öyle yaptık, bağırdık ve vardık, ekmek alması sırası da yok, ev olduğu gibi tek kişi, yani alıp başını gidesi var mıdır bilemem, kürt olmak için yetiyor bunlar hali hazırda, alıp başını gidiyorsan, garanti otobüstesin, açlık açıklık bulaşmıyor, hep sende.


 her şeyi açıklayan kelimelerden yapsalar keşke, anneler tandırlarda, işyerlerinde de yapsalar geri kalan kim varsa aile fertlerinden, forvetler bunu yapabilirler mi bilmedik, onlara da zaten kızılmaz, formunun zirvesinde kelimeler, ışık onları gösterir göstermez başlasalar anlatmaya, nedir ne değildir bütün bu olanlar, biz kimlerden yapılma fantastik manyaklarız ve falan filanlar niye bize bu kadar yakın komşudurlar hala, hepsini teker teker aynı seslerle açıklayacak ruh haline ulaşmış kelimelerle söylesinler, ota boka kelime bulmak saatlerinin durduğu zamanları düşünün, ve burada biraz dinlenip ıslık çalalım hep beraber, sonra hepimiz otobanın göbeğinden çıkıp devam edelim, peki, şimdi onlarla yastık yapabildiğine göre insanlar, yalnız insanlar onlardan yastık yapabildiğine göre, yani yastıkları bile onlardan yaptığımız için mesela, daha az pahalılarını kullanıp, kendimize uygun adları, paylaşalım, herkes eşit olsun, sermaye olmasın, böylece kelimesi yoktur da onun için olmasın, güneşle ayı ayırt etmemizin kimsenin umrunda olmaması şart bu halde, bariz bir şekilde şart, yasak, zor, kaldırılmalı.


Maalesef korkuyorum, sonumuz aynı, çok yukarılarda diyor mavi sakal, biri beni aldı, mavi sakal ezbere biliyordur muhakkak balkondan tanımadığım insanları gördüğümü, ki mavi sakalı dinleyince içim eriyor. cesur değiliz biz, kelimeler kalksın yürürlükten, herkes sevdiğiyle olsa, bazısı elli kişiyle yatmış olur, bunun mantığını açılayamazsın annen babana, kadın olmak bir nevi erkek olmamaktır, öyle kalsınlar yoksa ben intihar derim celladıma, gülümserken celladıma, ismet merhaba, sandalyelerini taşıdığın salonlarda, kimse sana karşı boş değil, herkesin bir yerleri tıklım tıklım.  kelimeleri mahvetmeliyiz, boğmalıyız daha ilk rauntta, bir serseri gibi argo seslerle seslenmeliyiz üzerlerine, maça yetişmek için bunları yazmak zorundaydım ahbaplar, nasıl ki siz bişeyler olmadığında çok şey olmuş ama hepsini kaçırmışız gibi anlatıyorsanız öyle, ağzınız bi açıldı mı durdurana aşk olsun, sizden tamamiyle özür dileyerek hastalığıma biraz vakit ayırmaya kalkıyorum, hoş çakalın ve hoş gelmelisiniz…

25 Mayıs 2011 Çarşamba

yıldızların kopuğu

BU KARANLIK SENİ ÖZLEYECEK

akacak pınarı olmayan kasabanın yağmur bastığı kahrını
kendilerimizin uzantısı olacak bir trenin Amasya’sından geçmemek kaydıyla
ve geçmemesi üzerine, ve  geçerken edilmiş bütün yeminleri bozarak

düşman işgaline uğradığımız bu kentlerde görüp görülecek bütün tehlikeleri

nüfuslarımıza aldırmış gibi sakin sakin atlatabiliriz, annabel lee makilere alışık değilken henüz
hem zaten kasabadan göçüldü göçeli kimse sakin değil, yaralarımız çok okunaklı çıkmış mektupta

ve hepimizin bir olup imzalattıracağı izler var, birkaç yara izi, birkaç şiir izi 
birkaç kundak, birkaç selam sabah ve birkaç gözlüksüz çıkmak sahnelere.
küller dökülecek başlarına, vay ki bekçiler sure okumayı bilmediğine göre

ve bu kadar yası tek başlarına ninelerimize çektireceğiz diye küller elbet dökülecek
umarım bize sığacak bir deniz vardır şu salıncaktan bakınca şu kızılca kıyamette, şu perde arkasında felan

yoksa külahları değişecek hoca, geç saatlerde bir oğlu var, ellerinizden öpmeyecek kadar modern şehirlerde büyüdü
ki maveraunnehir de dedikleri kadar tatlı değil zaten, paraşütten düşen her on kişiden birini martılar pekala yiyor

sokaktan geçerken boş yere telaşlanıyor hırsız, doğum günlerinde artık herkes apartmanlardan atlıyor

ve sırf bu sebepten pencere kenarlarına tapanca koymuşlar atlamayı bilmeyenler için

belki de hala doğmadığımızı bile bile ölmekteyiz allah'a 
ya da düşerken rol icabıdır diye susmaktayız sevgiliye




ne elalem kırbaçlanır ne gözler yaralıdır ne de inanılması gereken mısır çarşıları kalmıştır seherde
aşık olmayı bilmemek demektir sanat, seyredilmeye seyredilmeye damdan yıldızlar kaymış  
ve çıkar mermerden cami önlerinde en iyi bildikleri rüyaları dinler benim büyük halklarım

demek istediğim bu zatürreelik işlerle karıştırılmasın diyedir sanat, ölesiye bağlılıkla ve kırmızı bir yılanlar görerek
zaten müdür ve başkan olacağını sanan her delikanlıda vardır bi zatürrelik

çünkü hesaba katmadıkları adamları mecburen sokak çocuklarına dönüştürüyor artık tanrılar
burada tanrıların cesaretinden söz açmanın tam da sırası değil mi cemal süreya, çek kılıcını artık yaralandığımız yerlere 
ki o anlarda benim ciğerim sizde olsa o kılıca bir beden,bir kın olur
yukarı doğru akmaya mecbur kalır şelaleler, şemsiyede kbirikmiş  yağmurlardan yapılır tekrar bir şelale,
sonra yalnızlık benim yaşıma gelir, yalnızlıklar akar iltihaplı bedenlerden
o anlarda memet taklidi yapan bütün ihtiyarlar benim yaşımdadır, gençler benim yaşımdadır, bütün anneler benim

ve benim yaşımı görmeyen şairlerin
29 yaşını görmüş tinercilerden pek farkları olmamıştır, yani miktar olarak örneğin, yani delicesine, yani bütünüyle timsahlaşmadan biz

yalnızlık çeşmeden dönen kadınları eve döndüren oğullarıdır
yalnızlık şarabı içmeyi bilmeyenle tanrının hesaplaşmasıdır




bugün mesela keyfim kaçsın, kılıç batırılmadık yerim kalmasın savaşta

ciğerim kalmadan da bu öküzü dövebilirim
çünkü benim saçlarım annem görmesin diye düzenlenmiştir

beni sandala bırakacak bir neyim bile yok zaten, bir violinim, bir katilim
alternatif kahırlar ezberleyenleri kaldıracak suyum da hala kovada, beni yıkanacaklardan sayıyor sayın genelkurmayım

ve dökemeyince çiçeklerin ezilsin diyecek bir padişah ta gerek, kanyona gitmemiş harikulade pir badişah

üstelik ben olsam bu şehirde birkaç tur atıp, lale’yi ve Ruken’i görmeye giderim anneleri yarışmalardayken
böylece ara sokaklar tenha olur, böylece ara sıra intikamlarımı temizlerim

ve seherde şarbon içilmiş dünyalar kadar ukala
bir ömrü hükmen mağlup saysınlar diye intikamlarımın yerine

söktüğüm eşyaların sahiplerine boynu küçüğüm

22 Mayıs 2011 Pazar

kurtul

üç aşağı beş yukarı kazanıyorduk, fare deliklerindeki generallerin kupayı bizlere göstermeden yaş günlerini, yıldönümlerini ve diğer bütün zıkkımın köklerini kutlamalarından iyice seçilmeye başlamıştı heykellerinin kırılmaya başladığı, onlara epeyce sadık olarak inananların konuştuklarıyla geviş getirmelerinden de gözükebilmeye başlamıştı şampiyonluğun kime geçeceği, ne de olsa eksik taraftar da bir şanstır, kendi vişne bahçelerinde kendi vişnelerinin bittiğini kanıtlayacak yeterince senyör yetiştirdiler bile, örgütleyecek daha çok budalalarının varlığından kaynaklanıyordu bu uzun sürme halleri ama, sınavlar gelmiş çatmış, lokmalarımız daha iriceydi, olduğu gibi aşağıya sarkıtmışlardı bizleri balkondan, ama çırpılmıyorduk bi türlü, neyimiz var neyimiz yok üstümüzde çıkıyordu böylelikle polis sorgusunda, böyle buyurulmuştu bize, herkesin birilerinin kanaatine ihtiyacından kaynaklı olarak, herkes birilerinin gözünü istiyordu gözünde, ilk bakışta rüzgarlı bir havadaydık diyebilirdiniz herhalde, ve tırnaklarımızı koparmanın heyecanıyla gözyaşlarına yenik düşmüşlerdi bazıları, hazır korkma bebeğim diye söylenesim varken birilerine, eksiklikler alel acele giderilip, başka çocuklar üzerinden dövülüyor, onların yerine azarlar işitiyorduk, ve nereye yaslanacağımızın tabelaları çok güzel planlanmıştı, ne bir eksik ne bir fazla, binlik banknotlarla kandırılabiliyorlardı, ve birdenbire üniversite yıllarını aklıma getirmenin daha iyi yollarını aradım o sokakta, çıkmaz sokaklar ve sokak lambalarının sonu aynıydı, çok yukarılarda birisi daha vardı, o sallandırılıyordu, madem elimizde içkilerimiz kalmıştı, öyleyse elimizde kalanları sevmeye mecburduk, yoksa eve içmeye nasıl gidebilirdik ki hem, ve eve gidince ev bomboştu, komşunun çocukları hala çocuktu, bir gösteride ne gösteriliyordu sorularıyla tıklım tıklım idim, tanıklığımın hiçbir işe yaramayacağından kuşku duymayı bilmiyordum, ilerde kesinlikle çok protest olacağım içime sinmeye başlamıştı, çünkü o büyük kalabalıkla tanışmaya can atıyordum, sevinçlerin ve ölümlerin paylaşıldığına dair sıkıca bir şeyler söyleniyor gibiydi, sokaklardaki pencereler ağzına kadar doluydu, anlaşılan bazılarının şarkı söylemesine duyulan istek, şarkı söylerken ölmesine kadar gidiyordu, hele hele bağırarak gittiyse ne mutlu türküm diyene, verhasıl ağzımıza ne geldiyse söyledik biz de, çok ağır laflarımız duyulmadığı için sayesinde bizi almayabilmiştiler ve fakat, eli kulağındaydı kundaklanacağımızın.

ama kurtulduk, sana gitme demiştim belki bu yüzden yüze yüze kurtulduk, şimdi sen ona kadar sayınca kurtulduk…

bir bakışın kolera yanığı görüşündeyim şimdi, şarkılar o kadar saydam ki içine alabiliyorlar beni, taşıyorlar uzaktan akraba hüzünlü amcalara. O beni amcalarıma taşıyan putlarım! Vişnelerimi almayın, çünkü elleriniz çok büyük sizlerin, ama çocuklar nerdeyse gördükleri her yerden el sallıyorlar bana, ne yazık bir kadının lazımına gelen ne varsa çocuklar kırıp döküyor, çok şişmanlar hatta, hatta o bakışların altında ne büyük evler vardı deprem görmeyen dudaklarıyla söyleyemedikleri, insan olan utanır bu putluğundan, hani bizi hep biraz daha veremli gösteren, hani olmadık zamanlarda göğe bakmayla sevdaya bakma arasında bi yerlerde kalanlar için hep göğe baktıran, gözlüğü icad edip otobüsü kaçıranlar için aynı parantezi açan, yani nerdeyse hep iki yol vardır, mesela ya gözyaşı ya da yatağı toplamak gibi, ya birdenbire bir perde örtülüdür ya da insan ağzından kaçırdıklarıyla hep yanmalı, ve işte son, ve işte son, işte son,                                                                                                   nereye gideceğimizi gitmemizi isteyen putlarız bizler asıl, büyük başlı kır yamaçlı dağdan düşen…

denizler görebilir seni, okşandıkça saçlarından kırmızılar dökülür, sen zuhretmiş bir yıldız gibi kokuyorsun hatta, hatta belki bir film gelir, bir film bile izleyebiliriz şimdi, şimdi bir katmer ekmeğinin arasına çilekler konmazsa eğer, bizi ortasına alan camlar çatladığında dahi kaçamazsın, kıpırdama kaçamazsın- atlılar henüz gelmedi, baştan aşağı kandan ibaretsen dahi, şu elimdeki kitaptan birkaç paragraf daha beklemelisin, yoksa yalnızlığı boğarsın kendi derinlerinin böceklerinde, yoksa utana sıkıla girdiğin o ev, çillerinle boyanır, dur kaçma ve kıpırdama, kıpırdamazsan sana çilek alırım, böylece çocuklar hep el sallar ikimize,

she is my rushmore max !

çiğdemlerin adı olacak o zengin kentlerin küllerine batarak, yine de tertemiz sakallanmakta güvercin kokuşlu sahipleri.  ışık, biriktirilmiş hüzünlerin bir sağdıcı sanki, tutuyor ve beslendiriyor tüm ağrıları, yorgun düşmeyeceği için ayakkabılarını çıkarmadan edemiyor sofraya oturtulduğunda, gerçeklerin nefis kokusuyla arıza yapmış ruhları götürüyor kumsala, sıcaktan bayıltıyor orda herkesi, hatalar yapılıyor, ölmeye bakılıyor uzaktan, yalanlara kızılıyor, sevmeye kızılıyor, yakınlara kızılıyor, ve koşuluyor evdeki kendilerine olan tahammülsüzlüğe yetmek için, çantanın sapından tutuyor avcı ama yakalayamıyor sınırları, kitapta geçen adların hepsini temizleyip eve çıkarıyor, kıl payı kaçırıyor sevilmeyi bir başkasından önce, ki balkon demirleri kilitlenmiş, kum saatleri akmıyor artık, güneş gölgeden bir çamaşır askısı, dün mü bugün mü bilemediğimiz, adını pek hatırlamadığımız bir karanlıkla buluşmuşluğu suçlarının örtbas olmasından önceye denk gelmiyor , denk gelmediği için hala esrar taşıyor ceplerinde, kırılmış pençelerini kırıldıkları yerlerine alıştırıyor, sigarasının köpüklerinden yaptığı kara dumanların hışırtısı olmadığı için sade seyretmekle kalıyor ona ait olan sahneleri, ki dinlemekten seyretmeye  imkanı olmamıştı şimdiye dek,


Büyük ırmağa akmasıyla başlar çocuğun gözlerine değen sular, ne lazımsa giderir dağlar aşağıya doğru, küslüğünden perdeleri havalandırabilirdir artık, artık nerdeyse bir bahardır ve kızarıyor gözler, polenler var hastaları hastaneye götüren, torpili uygun gördüklerinden olacak ilaçlar yazılıyor işten çıksınlar bahanesi olmayan erlere, bir sürü daha diğer şeyler oluyor ama kapıdan içeri alan kalmamış onları, halbuki bir yangın çıkabilirdi döküntü ormanlarda,- kızıyor ve gülümsüyor ahşaptan yaptıkları kalelerden pencerelerinde herifleri o kadınların, içeri girdikçe kravatlarını gören, kadife mor ceket yerine koyu siyah dar ceketleri olan, durmadıkça sallantılı olabiliyorlar, akıllarına gelseydi intihar söyler dururlardı, ve bakakalmaktan daha iyi ederlerdi geçmeyi ve gitmeyi çok iyi yapanlar, sadece gece sandıkları odalarının loşluğunda iyi geçinebiliyorlar hiç kimselerle, ey diyecek kimseleri de yok halbuki. nihayet bahçeye çiçekler asmışlar kadınlar evdeki tek tencereden, çilekleri alkışlamak lazım bu sayede onları hayatlaştırabiliyorlar, gazete ilanlarına benzeyen laf değiş tokuşunu beğeniyorlar, denizleri olan kıyılarda koşmayı kaçırmıyorlar, imdat çağrısı gelmişse dört elden birden sarılıyorlar tren soygunlarını dinlemeye haberlerden çıktığı kadarıyla, bize ellerinden geldiğince, insaf edebildikleri ölçüde gülmeyi başarabildiklerine göre, birazdan akşam olacağı garanti ediliyor, Pakize hanım da çok şişmanlamışsa kırıtamaz böylece, ama bu yalnızlık da nerde çıktı, çok zor bize, kiralık olsa iyi giderdi, oynuyorum ve nerelere assam kendimi sigaram söndürüyor oyunları, zıkkımın dibine ulaşmağa birkaç viraj kalmışken haberimiz oluyor telefonun az duyulan sesinden,


 itaat edeceği duyuluyor ta yarından çıkmış bir tonda,  körkütük yürürken, saygı almış başını gidiyor, ortada henüz fol yok yumurta yok ve buluşulmadan bu kadarını edebiliyorsa günahları bize yazılsın artık yazık, insan bir kere filmlerde gördüklerinin de tekrarlanacağını bilmese, ağlar ağlar ağlar, o yolları yürüyemez, bir rehbere ihtiyacı olacağından değil, karşılıklı hissedilmesi gereken şeylerden bıkıp usanmadığı ve tekrar düşününce de hemen bıkılası şeylermiş gibi olduğundan yaşayacakları, bunu biliyor ama söylemiyor, yorganın altında, güzelliğinin iftarı bozulacak, bu bir taşıt bulmaya kadar sürmeli lazım gelen şeylerden birisidir, yağmur yağmıyor, açız, sıklıkla kocalar ve karılar, caddeler ve erikler, sıklıkla kapıların açılması ve sevinç çığlıkları, belki bir dansa kaldırılması gelinin sıklıkla, anlamın bile kayıp tutulduğu bir korkak sevimlilik, işte bu hepsi, sıradan ve egoyu doyurmaktan öteye olmayan, duvar her zaman ki yerinde, bir kıvılcım yetiyor ayağa kalkmaya, teferruatını bilmesek bile yarıyor o patlama gözbebeklerini kaldırmaya uykulu zamanlardan,


madem sarılması yok bize, dağılmamız takdire şayan, ki onun da aşağı kalır yanı yok özlemeye, şahıslar çoğalıyor gördüğünüz gibi, önler ilikli, gergeflerinden yapılıyor sanki kadınlar, çocuklar herkese eller sallıyor, çocuklar bana el sallıyor, gelecekten de esinlenebilir diye





Hakir

İçimin canına okudum

Bu yüzden sadece ona


Yine de kalktım gezdim dünyada
Beyaz!
Güya bembeyaz şeylerden bahsedecektim
Lirik parmaklarıma dökülen mürekkeple canıma bulaşan ağu mesela
Madencilerin elindeki demirin ağrısı ya da
Tam ortasındayken bir ömrün
Bulaştı canıma dinmez bir masal
Bir kalmak acısı


Aslında bembeyaz şeylerden bahsedecektim
Bir güle kırmızı davranmanın hikayesinde kaldım
Toydum ve hakir
Dedim bileye bileye ettiğimiz bu heykel ne kadar da çirkin
Ne kadar da sakar şu ettiğimiz akıl
Şu dalgın merhamet
Şu yol yordam


Yine de kalktım yürüdüm dünyada
Leke bir kalbin kenarındaki yavaşlık
Soğuk bir yüze bulaşmış masal gibi
Yuvarlaktır dediler dünya
Yanlış ve uzundur anladım


Kalktım ben de yürüdüm bir sürü yanlış fotoğrafta
Zehir zehir çevirdiğim sayfanın kalbinden edindiğim leke mesela
Toydum ve hakir
Dedim dilerim sokak öldürsün sokağa seslenenleri
Sonra umur vurulunca bir kalbin ara sokağında
Sanki dünya iyileşmez anladım
Dünya ve doğu iyileşmez asla


Üç çizik attı kalbime doktor
Her sabah aç karnımla üç kere seni unutmalıyım sandım
Kalktım bıçak çektim dünyaya
Toydum ve korkunç hakir
Yine de kaldım
Kaldım ve sandım
İçimin canı yokmuş
Kapkara bir kelebeğe acilen kiralıkmış kalbim


Sonra sessizce alnından indim
Bıçak çektim dünyaya


Seyyidhan Kömürcü

16 Mayıs 2011 Pazartesi

kitaptaki nazlık

kahvaltı daha mükemmel olsun diye güneş bir aydır parladığından bin kat daha üstün bir çeviklikle devralmıştı karanlıktan nöbeti, etrafta kağıtlar ve elbiseler ve poşetler, peçeteler peçeteler peçeteler, yemek artıkları, kitaplar, hoparlörler, ve peçeteler, ve sanki peçetelerden yapılmış her şey, bir sürü her tarafa yayılmış kablolar, ve bir daha o olağanüstü karmaşık ve kirli düğümden hiç çıkarılamayacakcasına, çözülemeyecekcesine kabloların oluşturduğu tuzaklar, -toz, halının üzerinde bir yerlerde, özellikle de uzun sarı koltuğun balkon kapısına yakın olan köşesine yakın tuz kalıntısı, ve daha bir sürü şeyle kirletilmeye gerek kalmadan da yeterince kirli sayılabilecek bir Pazar sabahında sere serpe ve açıkça bu hallice olan her yer burdaydı, çünkü Pazar sabahı nerdeyse her yer bu küçük, bu  üzerinde çoğunlukla çatlakların sırıttığı, kalın kalın çivilerin üzerinde hiçbir poster afiş vs.’nin -yeni kiracı olan bizlerin bütün o Galatasaray ve onunla ilgili diğer tüm ıvır zıvır resimleri nerdeyse yakacak denli nefret edip de sadece çöpe atıp uyuştuğumuz günden beridir-, artık bulunmadığı yeşil boyalı duvardan, hiçbir işlevinin olmadığı küçücük ekranlı bir televizyondan, masa olarak hariç başka her şey olarak kullanılan masadan, yalnızca birinde oturulup, sigara içilip, uyku uyulup, yemek yapılıp bir koltuk ve üzerine oturulmayan diğer bütün koltuklardan, kırmızı eski bir halıdan ibaret oluyor ve oluşuyor desek yalan söylemiş olmayız, Perşembe günleri ve Salı günleri de bundan farklı sayılmazdı, ama o gün evde pek kimse olmadığından, cenazesine hiç kimsenin gelmediği, sevilmemesinden değil de, hani yeryüzündeki bütün tanıdıklarını atom bombası yüzünden kaybetmiş bir Çinli ve arnavutun mezarlığına da kimsenin gelmeyeceği endişesi pek olmazdır, buna binayen bizim kirli odamızın da bazı günler bizlere hiçbir rahatsızlık vermemesi de iyiden iyiye gönlümüzde taht kurmasına sebep olabiliyor,

orada kalmamalıydım, sabahtan akşama kadar güneş evin her tarafını kıştan çıkarken yaptığı gibi ısıttığında dahi kalmasam iyi ederdim, ve dışarıya çıkarsam küçük çocukların bağrış çağrışlarıyla hemen hemen her tarafımdan ısırıldığımı kesinkes hissedeceğimi adım gibi biliyor olsam bile, keşişler evin içine kutsal kitapları gömmüş olsalar da, televizyondan haberlerden herkesin meydanlardan bizi beklediğine dair türlü martavalı, kendilerini her türlü bilginin alimi addeden seks, alkol, ölüm ve türlü türlü diğer puştlukların bağımlısı oruspu çocuklarından dinledikten sonra bile gitmemeli ve, çıkmamalıydım, elime almamalıydım daha geçenlerde evin bir nevi ortağı olan bir orospu çocuğunun sırf beni hayal kırıklığına uğratmak için epeyce didinerek, taşınırken evden çıkardığı fırça nedeniyle son zamanlarda iyice temizleyemediğim, iyice eskimiş bir surata yavaşça bürünen, kirli ve uçları baya aşınmış ayakkabılarımı, sonra çıktım, sonra yeni bir hapşırık nöbeti.

önce siliyorum, sonra tekrar oluyorum, kelimesi kelimesine aynen böyle taşıyorum her dokusunu zamanın, devrik krallıklar çökünceye kadar yeni Atlantislerin oluşmasını istiyorum, sofrayı kaldırmadan bunu yapmış olmanın tadını alıp yere bırakıyorum, üstüme başıma bir daha dikkatlice tükürüyorum, bir de bakıyorum akşam oluyor kanser olamamamdan hemen önce, ben sürekli böyle doğup çoğalırken çevrede, sınıfta kalıyor çocuklar örtmenimlerine pek tatsız yolculuklar dileyerek göçlerine doğru, oysa Konya çok muhteşem yapılmış bir kuşağın, ilk farikalarıydı nerdeyse, illa ki silahlara veda edeceklerdi paranın üzerine daha şanlı bir asker katılınca, yine de az mı gelirdi topraklarında yaşamış Tevfik fikret’i müdür etmeleri, ….  neyse;;;  güzel , kurtulduk oralardan, şimdi de kışı bekleyeceğiz, munzuru bekleyeceğiz, varto’yu ve adı daha konulmamış başkentlerin napolyonlarını, gittikleri yerden getirebildikleri kadar hafriyatla döksünler içimi bile, -hani Konya vardır halsa, hani kim kırdı gözlerini, ve efsun kelimesine de pek yakışmıyordu zaten buralar, kerametini bildikleri bütün intiharlardan sağ çıkıyorlardı allahını seversen niye,   

hiçbir şeye rıza göstermeyenlerin kulübünden içiyorum, içki parlaklığımı aydınlatan kaçışlarıma mevzilendiğinden beridir iddialı yarınlar görüyorum, ve sinirimden bir şeyler fethedeceğim gidiyor aklıma, anlatacağım çilekler mevsiminden önce içmeye devam etmeye tenezzül alsam bile biyerlerden ve biyerlerden, bir çek koyuverdiklerinin mevsiminden de ötede bi yerlerden, bir kuş var görüyorum ama nazik, portakal deyince porakal olmuyor sanki su, nasıl elim silah tuttuğunda öksüz kalamadıysak, yani yaralıdır her yer, tabaktaki üzümler, kattıkler, çünkü her kaçış mesafesi, onları yakalayabilmemizin süratini verir, domates kırmızı olmadan da yeşildir,

bize yolları tarif ederken kızıp bağıran yabancıların uğraşıp bulamadıkları hallerini sordular o odalarda, hala kaçmalıydık denilen bir emir vermişti içimizdeki düşmanlardan büyük bir ses, ve çok, ve öyle çok benzer sesler karıştırılması ile görülmüş değişik çarpışmalarla duyduk ki seslerimiz birilerin kelimelerini derken, ,

13 Mayıs 2011 Cuma

kullanılacak klavyelerin yazıldığı yalanlar

seni kaybetmeye de tahammül gösteremeyeceğim için, yaklaştığım an, hısımlarını görünce hemen başka bir sokağa dönmeye çalışan asfalt işçilerinin yaptığına benzer artislik bir hareketle, sağıma soluma veya seni göremeyeceğim herhangi başka bir yöne doğru kanun tanımaz bakışlarla hızla kaçıyor, seni görmelerin taksimetresini durdurup, renksiz yollarımın en kestirmesinden veya en uçarcasına kaybolduğumkinden bile daha hızlı olan bir hızla, müfettiş görünce ceket düğmelerini bile kapatmaya yetişememiş memur kılığıma bürünüyor, seni özlemenin tadını bir daha alıyorum bu sessizlikte, evet sessizlik; çünkü kimseyi duyacak kadar duyarlı değilim bu kızılca çilleri olan bir vakitte, herhangi bir kimsenin intiharını özlem içinde beklerken kendi intiharımı motive ediyor diye ölümler seçecek ve bekleyecek denli de hınzır değilim, eşyanın verdiği bütün hazları algı körlerini bile kıskandıracak bir duyarsızlıkla, bananecilikle başımdan savıyorum, kahrediyorum maddeyi , evden işe götürüyorum seni, işten eve getiriyorum sonra, sen ki yeni yeni ezberlemeye uğraşıyorum yüzlerinin kıvrımını ve kızıl kıyamet izlerini, çantama bakıyorum sen, polisten kaçıyorum sen, ve uyuyunca senle başlayan bir sürü sahtesinden pek ayırt edilemeyen tuhaf ama bir o kadar tatlı gerçeklerle yüzleşememenin verdiği ıstıraplara sardığım kağıtları çekiyorum enfiyemden, ki aşk tek kişinin baş edemeyeceği bir beladır, Karadeniz uçurumlarında giderken binbir parçaya bölündüğünde kaza sonrası, nasıl bir araya getirileceğini hesaplayamazsın ki, uygun bir dönor bulunana kadar hem çok kırılgan bir ruhun olur şafak patlayana dek, hem de kimsenin rahatsız etmesini felan dileyemeyeceksin kadar tozlanmamıştır henüz kafan, olay anında ezilirkenki durumda iken daha fazla umudu olmamıştır hiç kimsenin ya, bu yüzden aşklar da hiç bitmez, biterse umudun kalmaz hiçbir sefere, kahvede oyun oynadığına benzemez bu, yenildiğinde siktir çekip bir daha oturduğun masaya bir deste daha getirirler sen bir dahasına sol diye, yeniden siperler çektiğin hayatlara rağmen gelip misafir konağında düğümlenmiştir aynı hikaye, yazdıklarından ve söylediklerinden ara sırada olsa mühim şeylere denk geliyor olmamız senin lütfun değil yani, bizim onları buluyor olmamızsa ibadetimiz gereğidir, yoksa biri bir tufan yazdı diye bir sonraki emre kadar kimse mayosunu üzerinden çıkarmasın diyen generallere de aşinayız aslında, ve şunun şurasında kaç kıyamet kaldı ki bizi kafaladıkları, biliyoruz epey yaklaştık sona ama, yetiştirmemiz gereken onca aşkın evrakları, muhasebeleri felan kalmadan elimizde, buruşturulması için kötü bir senaryoya ihtiyaç duyulmayan suratlarımızdan düşecek her parçanın hesabı sorulacakmışçasına idare ediyoruz şimdilik platonik ve tek kişilik oyunlarımızı, bi zahmet perdeyi deşmeyin, çünkü orda dünyadaki en naif canavarlarımızla cebelleşiyor durumunda bulunmamız sizi az da olsa kıskandırıyor bilmekteyiz, sakın ama sakın bulmayın bizi, bizim yol kenarlarında ölü taklidi yapan dilencilerin asalarıyla nehirleri parçaladıklarını kitaplardan okumuşluğumuz var, ve de ısınma hareketlerini yapmadan da transa geçebilen hurileri de sevebilmişiz en nihayetinde, seni kaybetmeye lüksüm yok, yaşlıyım, kafamı çok ütülediler, tinercilerle aynı rüyayı yaşıyorum, cinnetim kenar mahallelerde bütün kardeş ve topal halklara pay edildi, bunun için seni sevmenin her türlü maksadını taşıyorum çuvallar dolusu yüreğimle, bunun için biraz kızabilirsin bana, hem bu kış uzun sürmedi mi ki beni bırakıp gitmeyi koymuşsun aklına, hem ki sana nasıl olsa çıkar piyangosunu parkın tekinde bırakan bir yarı çapkın yarı çıplağın piyangosu, işte sana son sözümü de en pahalı şaraplardan içince söyleyebiliyorum, en çok yıllanmayı hak eden hayatların jeanne darc’ı olalım senle, elini kaçırmadan bu yalnızlıktan bile.

12 Mayıs 2011 Perşembe

ellerini çekmeden yalnızlığından

seni kaybetmeye de tahammül gösteremeyeceğim için, yaklaştığım an, hısımlarını görünce hemen başka bir sokağa dönmeye çalışan asfalt işçilerinin yaptığına benzer artislik bir hareketle, sağıma soluma veya seni göremeyeceğim herhangi başka bir yöne doğru kanun tanımaz bakışlarla hızla kaçıyor, seni görmelerin taksimetresini durdurup, renksiz yollarımın en kestirmesinden veya en uçarcasına kaybolduğumkinden bile daha hızlı olan bir hızla, müfettiş görünce ceket düğmelerini bile kapatmaya yetişememiş memur kılığıma bürünüyor, seni özlemenin tadını bir daha alıyorum bu sessizlikte, evet sessizlik; çünkü kimseyi duyacak kadar duyarlı değilim bu kızılca çilleri olan bir vakitte, herhangi bir kimsenin intiharını özlem içinde beklerken kendi intiharımı motive ediyor diye ölümler seçecek ve bekleyecek denli de hınzır değilim, eşyanın verdiği bütün hazları algı körlerini bile kıskandıracak bir duyarsızlıkla, bananecilikle başımdan savıyorum, kahrediyorum maddeyi , evden işe götürüyorum seni, işten eve getiriyorum sonra, sen ki yeni yeni ezberlemeye uğraşıyorum yüzlerinin kıvrımını ve kızıl kıyamet izlerini, çantama bakıyorum sen, polisten kaçıyorum sen, ve uyuyunca senle başlayan bir sürü sahtesinden pek ayırt edilemeyen tuhaf ama bir o kadar tatlı gerçeklerle yüzleşememenin verdiği ıstıraplara sardığım kağıtları çekiyorum enfiyemden, ki aşk tek kişinin baş edemeyeceği bir beladır, Karadeniz uçurumlarında giderken binbir parçaya bölündüğünde kaza sonrası, nasıl bir araya getirileceğini hesaplayamazsın ki, uygun bir dönor bulunana kadar hem çok kırılgan bir ruhun olur şafak patlayana dek, hem de kimsenin rahatsız etmesini felan dileyemeyeceksin kadar tozlanmamıştır henüz kafan, olay anında ezilirkenki durumda iken daha fazla umudu olmamıştır hiç kimsenin ya, bu yüzden aşklar da hiç bitmez, biterse umudun kalmaz hiçbir sefere, kahvede oyun oynadığına benzemez bu, yenildiğinde siktir çekip bir daha oturduğun masaya bir deste daha getirirler sen bir dahasına sol diye, yeniden siperler çektiğin hayatlara rağmen gelip misafir konağında düğümlenmiştir aynı hikaye, yazdıklarından ve söylediklerinden ara sırada olsa mühim şeylere denk geliyor olmamız senin lütfun değil yani, bizim onları buluyor olmamızsa ibadetimiz gereğidir, yoksa biri bir tufan yazdı diye bir sonraki emre kadar kimse mayosunu üzerinden çıkarmasın diyen generallere de aşinayız aslında, ve şunun şurasında kaç kıyamet kaldı ki bizi kafaladıkları, biliyoruz epey yaklaştık sona ama, yetiştirmemiz gereken onca aşkın evrakları, muhasebeleri felan kalmadan elimizde, buruşturulması için kötü bir senaryoya ihtiyaç duyulmayan suratlarımızdan düşecek her parçanın hesabı sorulacakmışçasına idare ediyoruz şimdilik platonik ve tek kişilik oyunlarımızı, bi zahmet perdeyi deşmeyin, çünkü orda dünyadaki en naif canavarlarımızla cebelleşiyor durumunda bulunmamız sizi az da olsa kıskandırıyor bilmekteyiz, sakın ama sakın bulmayın bizi, bizim yol kenarlarında ölü taklidi yapan dilencilerin asalarıyla nehirleri parçaladıklarını kitaplardan okumuşluğumuz var, ve de ısınma hareketlerini yapmadan da transa geçebilen hurileri de sevebilmişiz en nihayetinde, seni kaybetmeye lüksüm yok, yaşlıyım, kafamı çok ütülediler, tinercilerle aynı rüyayı yaşıyorum, cinnetim kenar mahallelerde bütün kardeş ve topal halklara pay edildi, bunun için seni sevmenin her türlü maksadını taşıyorum çuvallar dolusu yüreğimle, bunun için biraz kızabilirsin bana, hem bu kış uzun sürmedi mi ki beni bırakıp gitmeyi koymuşsun aklına, hem ki sana nasıl olsa çıkar piyangosunu parkın tekinde bırakan bir yarı çapkın yarı çıplağın piyangosu, işte sana son sözümü de en pahalı şaraplardan içince söyleyebiliyorum, en çok yıllanmayı hak eden hayatların jeanne darc’ı olalım senle, elini kaçırmadan bu yalnızlıktan bile.

1 Mayıs 2011 Pazar

akşamların devamına

uzaklardan geldik ta buralara kadar, parmaklarımızda nasırlardan yer kalmadı yüzüklere, yüzümüz ekşi, ve yabancısıyız gittiğimiz yerlerin, yabancısı kalmaya da inanıyorduk verhasıl. başladığımız yerdeydik, kaldığımız yerden devam etmemiz icap ediyordu sağanak yağışlı koşuşturmalara, hayret ettiğimiz şeylerden bu kez sıkılıyorduk, imkanların içinden kocaman imkansızlıklar yaratıyorduk, bayatlamış yüzleri, bayatlamış sokakları ve sofraları, başkalaşmış üzüntüleri ve yılgıları tekrar edip duruyorduk, unuttuğumuz küslükleri bağışlıyor yavaş yavaş, biriktirdiğimiz tanışıklıkları bozuyorduk bankadan, buzları çözülmemiş sevgililer icad etmemizse bir doğulu duruşuydu şimdilerde,                                      
ah akşamlar! rüyalarımda ancak bu kadar yoksunuz, gelincikler açmıyor siz gelince, kimi sarışın kim esmer, kim katil belli değil siz bana yetince, kurumaya yüz tutuyor çöller, İbrahim zulümden kaçmıyor yine de, ama yine de gizliden gizliye yakınsınız da bilirim, sigaralarımı en çok siz de söndürdüm ben, kelimeler en çok sizin balkonlarınızda duyuldu duyulduğu üzre, savaşlar ve antlaşmalar düşünüldü, çöp kovaları ağzına kadar dolu, haberlerde yine çok ölü vardı ama ben kımıldayamıyordum. ateşe bağdaş kurmuş, misafirleri ağırlıyordum sen bizden yüz çevirince.

ah akşamüzerleri sabrınız taştı bilirim, kaç zamandır yüzünüze hasretim, koşmadım kırlarınızda bahçelerinizde, ekmeklerinizden tadamadım, danslarınıza eşlik edemedim, el sürmedim kadınlarınıza, boyum da yetemiyor bundan böyle alnınızdan öpmeye, sizden af diliyorum şimdiden, gümüş renklerden ışıklarınızı seyredip kırıyorum alacaklıları, maddi manevi, her türden kırıyorum, tam da esmer olabilecekken üstelik, tam da umudu kesmişken kılıçlarımın göğüslerimde kırılmasından.
ah öğleden sonraları, yorgun, sabırsız, ve nefretlerimle çıkageldiğim, en firari halime katlanan ey öğleden sonraları, buradayım, halkalıda çatısız binalardan denize koştuğum uzaklarda, yarınımı bilmeden verilmiş sözleri tutamamaktayım şimdi, ah beni bir götürebilseniz akşama, ah beni bir alabilseniz tek kişilik bir korolara.  çok sığıntıyım bilirim, çok içiyorum belki bundan, ama kimse sarılmazda size doya doya ,ama bir çay demleseniz, bir çay içerim, sizi telef ederim kırılmazsanız,