16 Mayıs 2011 Pazartesi

kitaptaki nazlık

kahvaltı daha mükemmel olsun diye güneş bir aydır parladığından bin kat daha üstün bir çeviklikle devralmıştı karanlıktan nöbeti, etrafta kağıtlar ve elbiseler ve poşetler, peçeteler peçeteler peçeteler, yemek artıkları, kitaplar, hoparlörler, ve peçeteler, ve sanki peçetelerden yapılmış her şey, bir sürü her tarafa yayılmış kablolar, ve bir daha o olağanüstü karmaşık ve kirli düğümden hiç çıkarılamayacakcasına, çözülemeyecekcesine kabloların oluşturduğu tuzaklar, -toz, halının üzerinde bir yerlerde, özellikle de uzun sarı koltuğun balkon kapısına yakın olan köşesine yakın tuz kalıntısı, ve daha bir sürü şeyle kirletilmeye gerek kalmadan da yeterince kirli sayılabilecek bir Pazar sabahında sere serpe ve açıkça bu hallice olan her yer burdaydı, çünkü Pazar sabahı nerdeyse her yer bu küçük, bu  üzerinde çoğunlukla çatlakların sırıttığı, kalın kalın çivilerin üzerinde hiçbir poster afiş vs.’nin -yeni kiracı olan bizlerin bütün o Galatasaray ve onunla ilgili diğer tüm ıvır zıvır resimleri nerdeyse yakacak denli nefret edip de sadece çöpe atıp uyuştuğumuz günden beridir-, artık bulunmadığı yeşil boyalı duvardan, hiçbir işlevinin olmadığı küçücük ekranlı bir televizyondan, masa olarak hariç başka her şey olarak kullanılan masadan, yalnızca birinde oturulup, sigara içilip, uyku uyulup, yemek yapılıp bir koltuk ve üzerine oturulmayan diğer bütün koltuklardan, kırmızı eski bir halıdan ibaret oluyor ve oluşuyor desek yalan söylemiş olmayız, Perşembe günleri ve Salı günleri de bundan farklı sayılmazdı, ama o gün evde pek kimse olmadığından, cenazesine hiç kimsenin gelmediği, sevilmemesinden değil de, hani yeryüzündeki bütün tanıdıklarını atom bombası yüzünden kaybetmiş bir Çinli ve arnavutun mezarlığına da kimsenin gelmeyeceği endişesi pek olmazdır, buna binayen bizim kirli odamızın da bazı günler bizlere hiçbir rahatsızlık vermemesi de iyiden iyiye gönlümüzde taht kurmasına sebep olabiliyor,

orada kalmamalıydım, sabahtan akşama kadar güneş evin her tarafını kıştan çıkarken yaptığı gibi ısıttığında dahi kalmasam iyi ederdim, ve dışarıya çıkarsam küçük çocukların bağrış çağrışlarıyla hemen hemen her tarafımdan ısırıldığımı kesinkes hissedeceğimi adım gibi biliyor olsam bile, keşişler evin içine kutsal kitapları gömmüş olsalar da, televizyondan haberlerden herkesin meydanlardan bizi beklediğine dair türlü martavalı, kendilerini her türlü bilginin alimi addeden seks, alkol, ölüm ve türlü türlü diğer puştlukların bağımlısı oruspu çocuklarından dinledikten sonra bile gitmemeli ve, çıkmamalıydım, elime almamalıydım daha geçenlerde evin bir nevi ortağı olan bir orospu çocuğunun sırf beni hayal kırıklığına uğratmak için epeyce didinerek, taşınırken evden çıkardığı fırça nedeniyle son zamanlarda iyice temizleyemediğim, iyice eskimiş bir surata yavaşça bürünen, kirli ve uçları baya aşınmış ayakkabılarımı, sonra çıktım, sonra yeni bir hapşırık nöbeti.

önce siliyorum, sonra tekrar oluyorum, kelimesi kelimesine aynen böyle taşıyorum her dokusunu zamanın, devrik krallıklar çökünceye kadar yeni Atlantislerin oluşmasını istiyorum, sofrayı kaldırmadan bunu yapmış olmanın tadını alıp yere bırakıyorum, üstüme başıma bir daha dikkatlice tükürüyorum, bir de bakıyorum akşam oluyor kanser olamamamdan hemen önce, ben sürekli böyle doğup çoğalırken çevrede, sınıfta kalıyor çocuklar örtmenimlerine pek tatsız yolculuklar dileyerek göçlerine doğru, oysa Konya çok muhteşem yapılmış bir kuşağın, ilk farikalarıydı nerdeyse, illa ki silahlara veda edeceklerdi paranın üzerine daha şanlı bir asker katılınca, yine de az mı gelirdi topraklarında yaşamış Tevfik fikret’i müdür etmeleri, ….  neyse;;;  güzel , kurtulduk oralardan, şimdi de kışı bekleyeceğiz, munzuru bekleyeceğiz, varto’yu ve adı daha konulmamış başkentlerin napolyonlarını, gittikleri yerden getirebildikleri kadar hafriyatla döksünler içimi bile, -hani Konya vardır halsa, hani kim kırdı gözlerini, ve efsun kelimesine de pek yakışmıyordu zaten buralar, kerametini bildikleri bütün intiharlardan sağ çıkıyorlardı allahını seversen niye,   

hiçbir şeye rıza göstermeyenlerin kulübünden içiyorum, içki parlaklığımı aydınlatan kaçışlarıma mevzilendiğinden beridir iddialı yarınlar görüyorum, ve sinirimden bir şeyler fethedeceğim gidiyor aklıma, anlatacağım çilekler mevsiminden önce içmeye devam etmeye tenezzül alsam bile biyerlerden ve biyerlerden, bir çek koyuverdiklerinin mevsiminden de ötede bi yerlerden, bir kuş var görüyorum ama nazik, portakal deyince porakal olmuyor sanki su, nasıl elim silah tuttuğunda öksüz kalamadıysak, yani yaralıdır her yer, tabaktaki üzümler, kattıkler, çünkü her kaçış mesafesi, onları yakalayabilmemizin süratini verir, domates kırmızı olmadan da yeşildir,

bize yolları tarif ederken kızıp bağıran yabancıların uğraşıp bulamadıkları hallerini sordular o odalarda, hala kaçmalıydık denilen bir emir vermişti içimizdeki düşmanlardan büyük bir ses, ve çok, ve öyle çok benzer sesler karıştırılması ile görülmüş değişik çarpışmalarla duyduk ki seslerimiz birilerin kelimelerini derken, ,