20 Şubat 2011 Pazar

o akşam


Her nerdeysen orda bir akşam, bir telaşa katılmadan, çiçeklere su vermeyi her şeyden çok önemsediğin bir akşam, trenlerin ve pazarcıların ıslıklarının duyulmadığı, hem hoyrat hem de öylesine çekici, hastalıkları iyileştiren, çirkinleri avutan, suyu kesilmiş apartmanlarda tanıdık insanların yıkandığı bir akşam, dönüp gitsen arkadan bağıracak sanki, ille de duyup göreceğin bir akşam, sevgilin seni merak etmiş yine de, caddelerden traşlı adamlar geçmekteler yalnızca, yani çok buğulu bir mevsimin çok gidiş dönüşlü yollarında, koparsan kopmayacak bir gül, afişler eskimiş günlerden beri asılı beklerken, yağmurun yağması için kurdun uluması gerekirken, orda tarih martıların göçünü gerektiriyorsa, balıkçılar denizleri koparmışsa karalardan, onlara bir merhamet edecek anaları çok uzaklara gitmekten sözedince, kırmızı ipekten bir bayrakları yoksa iyi ama, zapt edecekleri hiçbir kaleye kuşlar daha göçmemiştir daha, çocuklar doğurulmamışsa henüz, henüz biat etmemişse kabileler güneşin bi daha doğacağına, bitmeyen tek şeyin bitmek üzere olduğu üzereyken, , öleceğimiz sıradaki o akşam, tam sevişeceğimiz sırada, bekleyip göreceğimiz, ve tutsak edileceğimiz bir mahpusta, birlikte son bir kez surlara ve kapılara ve duvarlara portakallar yapıştırmak geçerse içimizden, bil ki çok kabuklu bir sahildeydik tanışmıştık o akşam, bil ki sen bişeyler içerken ben şarap mavisiydim, 

yeni bir resim çizeceksin şimdi sen,
ayılır ayılmaz bu ordular kuşattıkları denizden,
kaçarlarken, bağırırlarken, naraları gelmişse,
bir saniye olsun rahat vermemişsin hiç kimseye,
öylece perişan ve bu perişanlıktan heyecan duyan ben,
yani sade senin ellerinin çizebildiği biriyim ben,

orda, bir kış uykusunda geçen yalnızlığında,                                                                                               
bitmeyen tek şeyin bitmek üzere olduğu anlarda,
eylülün doruğunda, gözlerini kapatışının mayısında yani,
yine özleyeceksin soğuk çatıları, üşüyen kedilerini
martılarının çocuklara yaptıklarını unutamayacaksın,
koparsan kopmayacak çiçekler, ve gürz
bir daha denizi görmeyecek çünkü pencerelerin,
ceplerinde dağlarından düşen çığ gibi çocuklara
 biriktirdiğin kızmalar, çikolata almaya yetiremeyeceğin sıkıntılar
ve öteberilerin, portakalların, sigaraların
ve yani sevgilin, karın, hiçbir şeyin, yaşam politikan
sahi sen hiç yalnız kaldın mı?

ki gökten aşağısı hep bizi söyler
ki akşam senin dilediğin kadar akşamdır
dilinde o büyük lisanlarla bir şeyi söylemektesin
meşgulsün beni sevemeyecek kadar

sonra biraz buz tuttuk, ağrıyacak hiçbir yerimiz olmamasına rağmen ilaçlarımızı çiğnedik tek vuruşta, biraz bulutlara baktık, hiçbir şeye razı olmamaya alıştırılmıştık, ve terk ettik bulutları, fark ettik bunları, afişler daha boyalıydı çünkü, başkalarının başkalarıyla sürdürebildiği tutkuları hissedemiyorduk bi türlü, hadi beyaz kanatlı trenlerle geçelim dedik caddeleri, hadi balonlarını patlatalım şu yeni açılan pastanenin, hadi oynayacak hiçbir oyunumuz kalmadı, kalk silinelim bu yazılardan dediler, silindik. Ama her yer karanlıkken yine de okunuyorduk bu şehirde, kimseyi beklediğimiz falan yoktu, yalnızca sıyrılmayı düşünüyorduk bu çitlerle örülü hayalden, çünkü hayallerimizi yaşarken ağlamalarımızı işitmiyordu kimse, mesela zenginin halini fakirler göremezdi koca duvarların ardından, oysa sen ağlarken ben konuşamıyordum, ben sürülürken senin hıçkırıkların martıları korkuturdu, bilinmezi yavaş yavaş unutup, Vietnam’dan başlıyorduk savaşmaya.
  
sonra biz biraz tutuktuk, nereye gitsek yangınlar çıkarıyorduk, bahçelerden yağmur geçiyorken yokuşlardan aşağıya doğru bir çığrış yankılanıyordu, sular dolmuştu, kırbaçlar çekilmişti, kurbağalar balıklama atladıkları her yeri deniz biliyordu, halbuki bu ucundan köşesinden tutunduğumuz varoluş hallerine rağmen, damlayamıyorduk derinlerine hayatın, sigara içmiyorduk yani, bayram seyran değildi, büyümeye ant içmiştik sade, grafikler çiziyorduk yaşlanmaya dair, hayvanlarımıza dünyayı gösteriyorduk, gelip acılarımızın tam ortasına oturmasını istiyorduk kral Lear’lerin, çıksaydı o karanlık kitaplardan keşke istiyor,görsünmüş nasıl sakin kalabiliyoruz elimize doldurduğumuz taşlarla, nasıl başkaldırılacağını yüksek seslerle duysun istiyorduk,  o vakit arabasından kafasını kaldırıp bize baksaydı, bizi de katsaydı o şiirlerin içine, fitilini tutuşturmazdık dağlara saklı hayallerimizin, çünkü kaybedenlerin kaybolmadığı sağnaklar yağıyordu üstümüze, çizgiler çizilmişti bu ülkede, mucizelere yer yoktu bagajda, göçebeydik neticede, iftira atılınca doğru söylüyorlar sanıyorduk…