27 Kasım 2010 Cumartesi

mahallemizin komşusundan dört halay ve eskidenle barışık bir ikna memuru

bakma öyle fakir göründüğüne şarkılarımızın, fakirlik zor iş, fakirlik zor iş ve mahallede top oynarken hele,  o zamanlar daha da zordu işte senelerden bilmem kaçıydı, daha zordu kitap okumak damlardan damlara, arabanın yağını değiştirmekti mesela fakirlik, çamaşır bulaşık yıkarken ne kadar düşünülebilinirseydi sevda üstüne oydu, oydu ütü yaparken, oydu işte yemek yerken fakirdi herkes, zordu sınav kağıdı okurdu öğretmen, hele çocuklarını hazırlık sınıfında okutmak istemek gibisi lise anadolusunda daha da tuhaftı ve süperdi adı, süperdi adı ve diyarbakır’dan batmana  kadar hep sıddık olurdu etrafında bizim, yani insanlar kanun namına fakirdiler, yasalar böyle emrediyordu hem, haberler öyle diyordu ve bizi ikna ediyorlardı nihayet, olurdu akşama doğru biz evde yorgun argınken maç çıkıyordu, ki şehirleyiz o zaman konjonktür gereği, ki hallolacaktı bizim işimiz yine taşınacaktı okul, daha uzak bir Van’a ya da Antep olsa çok iyiydi dedi babam, çok iyiydi ama nasıl tütün kokuyordu taşra mavisi bir görseydiniz, bir görseydiniz keşke kaldırım varsaydı tütün kokardı, ağaçlardan ağaçlara ipliklen bağlı, tahtadan tahtaya, gözden göze, topraktan toprağa hep varsaydı, varsaydı denizden bize gelene kadar tütün kokardı zaten heryer, ve bizden yorgun bahçelerimize dek atlarımız yoktu gidecek, koşmazdılar önümüzden, üstelik sıcak sayılmazdı hava, insan bayılmazdı, ve köpekleri zehirlediydik adı finoydu, taji ve duman. Dumandı çoğu kez hava maviş mavişken üstelik, üstelik toprak pahalı, otobüs bizim ama belediye seçimlerinden beri, asfalt altından yol geçiyor lojmana, köy delik ve biz çok deşiğiz sanırım bu halimizle, ve üçyollar, Dörtyollar, beşyollar vardır kapitalizmin üstünde bir dinlenme tesisinde, orda isyan osurulup cüzdanlar çaldırılıyorduğu için bıyıkları dudaklarından çok ağzında adamların, nitekim orda bizimkileri dövmüşler ibneler, orda toplanıp jilet atmışlar bizimkilere, orada dediysek yoksulluklarında ve eve dönüşlerinde ve köy yollarında ve okul bahçelerinde, yemek hazırdır çünkü annesi söylemiştir tanrıya çabuk et bu akşamı nolur diye, nolur ya rabbim bizi fakir et diye, çünkü böylece nerdeyse korsandı sanılır dualar, dağları vardı her zamanki gibi ve dere geçerdi önünden gibi mavi, gibi uslu. Tüm bunlara rağmen don kişot tanımaz mı insan? tüm bunlar olurken ne vakit Amerika öldü ki, ve sonra öldüğü için kim yetiştirdi alfred Nobel’i, kim  almışdı rüyalarımızı muhakkak çünkü biz ağrı dağı kadar ağladık, çileden çıkmış bir padişahtık aslında ama fizikçi yetiştiremiyorduk gibi ve kabahat ne vakit patladı yunanlıların başına bilmezdik de yani, sonra kesin soğuk hissetmişizdir içerimizi, ve sonra mahalledeki cami inşaatına yeterli katkıyı sağlamadığından oğlu kimyager olmuştu yan komşumuzun,

24 Kasım 2010 Çarşamba

ay geldi nihayet bana şimdi ferleri çıksın iyice

sen bir daldan bir dala yürüyecektin, yasaksız hayatlar sürecektin ve ufuklar temiz olacaktı, ufuklar ahenk içinde olmalıydı meleklerin ritim tuttuğu, halifelerin bateri çaldığı şarkılardaki gibi, bakkallar o saate kadar borç veriyorlardı zaten ama hal böyleyken borç birikecekti, piriketler birikecekti, sen uğrayacaktın bize, el sallayacaktın, beni kurtarmağa yetecektin nerdeyse, o gün susuz kalacaktın gibi ve çok belli susuz kalacaktın, ırmaklar akacaktılar belli miktarlarda, izlerini belli etmeyecekleri bahçeler boyunca, böylece meyveler çıkarılacaktılar bulaşmış ağrılarımız dinerse, sen ki soldan ikinci bir durumdasın bu durumda,bugün de perşembedir nasılsa,ve  bugün bir de cumartesidir,  stadın ortasındasın çünkü boş kalan yerler kalmışsa konser başlayacak, ve herkes birbirinden alacaklı olduğu üzre masum, herkes birbiri için düzenlenmiş sokak olacaktı şimdi,
şimdi uzun sakallarıyla hapisteyiz herkesle mesela, ben de öyleyim bir nevi, çok yoğun bir insanın içinde bırakıyorum kendimi, mesela saklıyorum parmak izlerimi ve sırf bunun için uykusu geliyor kızın, ve zaten iki kişilerdi ve erzaklarını getirmişlerdi yanlarında, yanlarında kızıl miğferler vardı pasajlarda bulabildikleri kadar, telefon edecekleri kimseleri vardı yanlarına aldığı, pazartesileri vardı, dvdleri filan ve cumartesi olduğu için süt içebilirler gazete okuyup, çarşıya çıkabilirler yüzlerindeki gülücükleri abartarak konuştuklarında, çünkü geç saatlere kadar bakakalırım caddelere, kendimden geçerim abartılı gülücükler saçarım, kendini öldüren bir intihara sürüklenirim kıçımda don yok, sonbahar gerçek olamayacak denli yağmurlu olur, tanınmayacak hale gelene dek dökülür ağaçlardan, cumartesi bitmez böylece biz gitmeden caddelerinden bir şehrin, ayak uydurur kaderimiz kederlerimize, yalanlarımıza,
 sonra birden tanrı çıkagelir, tanrı aklımıza gelir ve karanlık bastırır ki böylece biz İngilizleri sevmeyiz, sevmeyiz çünkü İngilizler bizi sömürgeleştirir, boyumuz kısalır, faizler artar, annemiz bizi terk eder, doktorlar bize bakmaz, sevgilimiz hiç olmaz ve generaller kalır bir tek, generaller bizi mutsuzlaştırır, boyumuz kısalır, boyumuz kısalır bari bir aspirin tutsa biri, bari birkaç köprü daha yapsalar, intiharımı gizlemesem böylece, diyorum ama general izin vermiyor, doktor olacağım fikri de elle tutulur bir fikir olmaktan çıkıyor, öğretmenliği beğendiriyorlar bize ve halkça öğretmen olmaya kalkışıyoruz, bunu bize otobüs muavinleri söylüyor, edip cansever söylüyor, bunu bana Yakup söylüyor hemde üç kez,  bu bize yüksek çözünürlükte bir iman etmemizi sağlıyor, köpüklü bira içmemizi, bu bizim yedi düvelimiz gibi değil yani, ve de öyledir aynı zamanda, sonra seni tanımam gerekçek diyor uyuduğu odadan rahatsız olmuşçasına ve telefonda konuşuyormuşçasına, seni birazcık daha tanımam gerekçek diyor hem de bu ritmi sevmeyerek,

yağmurlu çıkıp dolaşmaya filizi, başlıyorum gün bitecek ve kül düşecek, kredi kartından üç mısra çalacaklar ve, bir istasyon çalacaklar ve söyleyecekler , ki düş uçacak, kibrit sönüp taşları düşürecek böbreğim rahatlarsa diye, yorulmaktan nefes alacak önümüzdeki pazartesi, perşembeyse şiir öğrenecek demeye, düzen getirecek,

açıp konuşmamız lazımdı sevgilim bizi, toparlamamız lazım o sahneyi, ışık sade ikimizi almalıydı yani, kostümlerimiz terziden çıksa ve mekan biraz dağınık olsun ama, yine de sana uğruyorum bugün yine bakmıyor gözlerin, çünkü konudan çok uzaklaşmayalım istiyorlar hem de, ama ben şarkımı söylemeye devam ediyorum dostlarım dinleyecek diye, çıkarıyorum bir, çıkarıp uzatıyorum bir gerçek çiçeği, çiçeği açar gibi yürüdün geçtin oysa sen sustuklarının içinden, bir elinde tabancan var sanki ve bir diğer elini koy vicdanına, yani mesele sana uğrayacağım mekanda yer kalmamasıdır daha, aramızda saat farkı var bir nevi, güç oluyor dudak payı ayırmak benim için o kalabalıkta, güç oluyor buna burun kıvırmak.

22 Kasım 2010 Pazartesi

yavuz çıkınca evden

Yeni bir sigarayı damağına dokundurursun biraz, biraz yağmur yağar, çıtı çıkmaz mavinin, kediler gözlerini satmışlardır perakendecilere, uyku saatleri yaklaştıkça büyürsün durmadan, metal renkli radyodan bir şarkı seçersin yeşile doğru, günah bunun neresinde ki zaten az ilerde ineceksin, mayınlara basmadan edemezsin sen, biliriz, kırmızıların efendisisin, cumartesi akşamlarının el ele tutuşan çiftlerinden beklediğimiz kıvılcımlarısın, biliriz.

Yanmasaydılar geriye kül bırakmazdılar tabii, sıcak, kavurucucu bir göğün bi türlü mavi tonlarını saçamadığı o geniş çöllerin hüznünden gelmişlerdi, buralardan sadece geçip gideceklerdi, sadece inanacaklardı çöle varınca, kederi, bin bir gece süren kıtlıkları ve depremleri yurt edineceklerine, dudaklarına yapışan kupkuru kelimelerinin yarınlarınkinden çok daha sadık kalacaklarını. Güzel şarkılar dinleyecek, el işi hırkası sırtında, dünyanın omzuna el atarak yakasından çekiştirecek yıldızları, aya su verecek büyür diye, bir buçuk porsiyonluk hayatını ağzından çıkaracak kadar bir balık yutuverecek denizi bulduğunda. Denizi bulduğunda üstü başı topraktır ve topraktan olmuştur, su dokunduğunda ellerine çamurlanacağını taşlanacağını bilmeden en büyük adımlarla uzanmaya kalkar okyanusların korsanlarına, ne var ki demir eldivenlerini giyinmiş hayat bir kere daha bizi umursamadan gemilerini yakmaya hazırlanmakta şimdi, oyun öldüğümüzde başlıyor şimdi ve karanlık olmadan bastırmıyor kimselerin karanlıktaki dengi. Üç başlı bir başkaldırışta her orduya bir cellat versen asilerle boğuşmaya, yani akşamdan kalma bir kabusun devamı niteliğindeki renkler gibi gökkuşağı artık başka taçlar alsa zırhına, kuşatsa bulutların siyahını, Ermenilerin gönlünü alsa, yine yenişemez hiçbir söz, asılı kalır bir kürt dervişi idam sehpalarında, kimse yetişemez sevabına günahına, çünkü ölmek herkese yakışır tadına bir kez varınca.

Çünkü su damlası imzasını bırakmıştı sızdırdığı göğün alt katındaki kutsal topraklara. Memur dediğin böylesine ruhlu olunca devirmek hanları, kâbusları ve onların birikmiş küfürlerini zaruri değil midir o çağın külleri, ceset yığınları, niçini nasılı olur mu kurumuş fırtınalardan doğan medeniyetlerin? Yeni sancakları yeni bir medeniyetin omzuna bırakıp, başka hayatları eski hayatlardan çıkarıp sökmek ve rüyalarından aksettirdikleri İremlere kurulmak, söylemek ağız tadıyla türküleri tam da kamerler henüz gençken, sigaralarının küllerinden yakabiliyorlarken şehirleri, bir de uykularını kaçırır gibi eli maşalı çıkabiliyorlarsa mangalarının başına, hiçbir yurt toprağını saklamaz eşkıyasından tutun yılmaz savaşçılarına kadar, siz deyin ateşleriyle gelmekteler ben diyeyim rahat bırakınız tayfunları, salsınlar yüreklerini haritalara, kan akıtsınlar kılıçlarıyla başlarına koymak için, alınlarını paklamak üzere.

Kirpiklerime kavuşunca ben, işin içine duygularımı karıştırıyorum, trajik bir filmde buda heykeline dönüşeceğim gelir ama teselli etmiyor gözyaşlarım mendilimin kızgınlığını, hür ve zeki olmaya hacet yok, yani kıyıda köşede ağlaşabiliyoruz beşi bir yerde. Efektler sürpriz oldu herkes için, süper egom yerli yerinde, bir defaya mahsus her şeyi bilmekten söz ediliyor şimdi, maça papazı farz edelim kendimizi, ellerimiz mecburi hizmete doğuya gelir mi bizle beraber. düşünmek kötü bir şiirdir belki, suçlarının üzerini toprakla kapatmaya çalışırsın biraz, kelimeler ne yaptığını anlayınca rüzgar işe koşup dağıtır kumunu çakılını üstümüzdeki, en iyi reklam filmlerinden üç beş kırıntı, hal hatır sorulduktan evvel şeylerde var misal, önce keseceksin göz ucuyla şairane, sonra akılda kalıcı bi kaç yorum yaparsın, orda tüyü bitmemiş yetim hakkı belirecek ve kaçacaksın durmadan eli kulağında intihar komandolarından,

saltanat

Bir parça fason saltanat kalmıştı sana eski beylerinden, savaş sonrasında kullanılacak panjursuz, eski bir saltanat. Enkaz altından kurtarılmaya kararlı mal mülk sahipleri için bir afet tasarlamaktaydı oysa tanrı, daha hiçbir yerde oynanmamış, hiçbir yerde söylenmemiş, lafı edilmemiş bir afet ki şair bundan bahsetmiş dahi olsa paragrafın başında, sınav kâğıtlarının arasına karışmıştır muhakkak çay saatlerimizdeki ayrılık ya da o sıra öğretmeni dinlemiyoruzdur kesin ama sonuçta bir saltanatın var şimdi senin. Kalk da bize refah getirmeye git şimdi saray cümbüşlerinden, şenlikler getir lavanta kokulu kadınların memelerinden, ışıklar canımızı acıtır yârin yanında, terk etme, tut cebinde kalsın bu şehir, tut ne olur değiştirme rengini, açma ışıklarını bize doğru, tut ki ben kırmızı bir rengim ve kimselere dememişim, sense bir nehirsin ellerimden ayaklarımdan akan, geçmektesin türkülerinle, son kullanma tarihine yaklaşan ağıtlarınla, gözyaşlarınla. Tut ki ben ıslanıyorum sense kanıyorsun cennet bahçelerinden, tut ki beraber düşeceğiz az kalsın cennetten, inecek, vurulacağız bir savaşçının yaralarında ki bu yüzden hala ölmedik beraberiz. Bu saatten sonra zaten kimse gözleri kızarmış şehirlerde rahat uyuyamaz çünkü sen incinirsin, kırılır çatlar tenin, boğulur sesin çığlıklarımızın arasında ve sen tahtına kan bulaştırırsın gizlice, asandan yangın çıkarır, değneğinle yırtarsın göğümüzü en mavi vakitlerinde, bu gök ki biraz daha kalsa buralarda, yaralanacak göğsünden muhakkak, dişlerini sökecek tanrını biri. Ve tanrım; Veronica’yı dekolteli yarattın yaratalı sen, biz Paris’te ekonomi okuyacaktık güya, teknik okuyacaktık, göbekli bir muhabbet kuşuna dönüşmeden biz, tanrım kalk gidek buralardan ki dilleri sürçmesin diye kadın olanlar vardır, o telaşla emniyet kemeri takan bir sürü erkek vardır,


Kuşan bu vatanın gecekondudan düşlerini ki yanması gerek bu Roma’nın bu ortadirek alevlerin içinde, kendine yakışan bu acıların, bu kahpeliklerin içinde, ki Sezar’ın peşinden gidersen kopacak kıyametin seninde, fakat dışarısı buz tutmuş sevgilim, fakat yağmur yağarsa tam da bunların üstüne, kırılır o camdan sene idam sehpasının üstüne, üstüne üstlük bir kadın aşiret çocuklarını sevmiyor ise medeniyet gereği hala, belki de benim sana burada hüzünlenmem gerekecek, belki de ısrar etmeyeceksin biraz daha kalmam için, benim verdiğimle sen, senden kalanlarla ben yetineceğim.  Sonra çıkacağım cesur orduların başına nefes nefese ve çıkıp bununla yetinmeyeceğim, döneceğim elimde seyyahların getirdiği milletlerle, onların yedikleri içtikleriyle, konuştukları dilleri, taştan tunçtan kalpleri ve yine taştan ve topraktan yurtlarıyla, yurtlarda bırakılmış geçmişleri, vaat ettikleri hazineleriyle döneceğim isyanların birikip, aşiretlerin toplandığı o malum seneye, 1982 Eylülünde bir seneye döneceğim, eylül ayının en soğuk gününden de soğuk bir eylül gününde toplanacağız o sene, bizden yüksekleri yıkacağız, bizden uzaklara gidecek, bizden çok yananlara yanacağız birlikte, bizden çok ölenler için öleceğiz son bir kez. Gök gürlemeleriyle gürleyecek, alıntılar yapacağız şairlerden, şayet karşımıza çıkarlarsa karşımıza çıkmayı göze alanlar, şayet o kadar karşımızdaysalar yani, son küfrümüzü edip gurbetimize döneceğiz yeniden, yepyeniden.Tıpkı kalem tutar gibi küfürler ettik sonunda, tıpkı kimse duymamış gibi, üstelik herkes yanına almıştı da bağıracaklarını, tıpkı çığlık çığlığa, tıpkı gecenin köründe herkes sarhoş gibiydi, bir intihar mektubu kadar gıdıklayıcı ve dayak yemezken bile ağlayan, hemen hemen her fırsatta ağlayan, sınıfımızın en cüsseli çocukları gibiydik tıpkı, yine öfkeli, sırılsıklam ve hayalperesttik biraz, akşamı kapıda uzun süre bekletmiş, kimseyi almamıştık içeri, polisleri, yangınları, ışıkları ve göz yaşartıcı hatıraları, göz yaşartıcı gazları ve gözümüzü boyamaya gelmiş ukala hayatları almamıştık işte içeriye, içerlerimize, içerleriz diye işte, günahtır diye belki, gözümüzü korkutan yargıçlara hesap verirken düşen kelimelerimizi topluyoruz ayak altından diye. zamanla yarışıyor, zamandan biliyoruz bu düşüşleri, itiş kakışları, bize hangi zaman iyi muamele çekerse orda yaşıyoruz, hangi zaman iyi oturuyorsa üstümüze,iyi duruyorsa üstümüzde, hangi zaman daha çok yakışıyorsa bize orda kalıyoruz bir kaç gece, bir süre konaklıyoruz bahçelerinde, sarılıyoruz birbirimize, düşünüyoruz, düşüyoruz birlikte, korkuyoruz düşerken bir de, korkuyoruz bu şehri yarılayabilmişken henüz, dövüle dövüle sıralanıyoruz düştüğümüz anlarda ki o anlara ceset deniyor artık, düştüğümüz yerlere ceset deniyor, çok mecaz oluyoruz sonra, ceset oluyoruz birden, hafifliyoruz birden ama mecaz oluyoruz gerçekliğimizden kurtularak, anlamlarımız varmış gibi düşünmeyi bırakarak yokluğumuzun tadını çıkarıyoruz o anlarda.







ekim sürgünü




Sırası değildir sürgünlüğümün, şimdi dökülme telaşındayım bir şahinin kanatlarından, şimdi ben bu kentten şiirler yapacağım sana, kurdeleler yapıp asacağım önlüğüne, yırtıp tertemiz göğü, diplerinden bir aşk doğuracak, renkli kısımlarından kazaklar öreceğim sana, denize batıracak, boğacağım güzel şarkıları, çiğneyeceğim kendimi, şahinler bırakacaklar kanatlarını ve ben koparacağım dalından birkaç hayali, birkaç kozalaklı hayal kırıklığını, sonra bakacaklar ki düşerken bile düşmüyorum aslında, sonra bakacaklar ki ölecekken başlıyorum hayata, içmeye izin çıkacak seni, seni içeceğim şarap kadehlerinden, yani düşmeye de izin çıkacak düşmemeye de, zaten seni içecek olsam bile içerdim , zaten akşam karardı diye bölüşeceğim seni mehtapla, ama yine de sırası değil yaralanmamın, sırası gelmedi dişlenmeye canı isteyen için. Karşımda birden soldu güller ve kalabalıklaştılar, pembeleşti dudakları yine, kapanmak üzere olan yaralarımı sardım üzerlerine, katladım ve armağan bıraktım canı isteyene. Sonra sarıldım,sonra öptüm, sonra yol kısaldı birden ve ben düştüm dizlerimin üstüne ama dişlerimi kanatmadan, sordum ve yapıştırdım sevdamı geceye, bulanık görünmesin kimseler diye, kadınlar karıştırmasınlar elleriyle benim sevdalarımı, şarkılarda adım bulunmasın diye, öğretmenler anlatmasınlar beni, kesmesin lafımı hâkimler, güçlüler, güçlü oğlu güçlüler. Kesmesinler sözümü terziler, ezmesinler boynumu asfaltta ve kimse bilmesin sen olduğumu, kimsem olmadığını.    


Yolculuk başlayınca susmaya başladık bizler de, kimse gittiğimizi fark etmedi zaten, gitmek için bir araya getirilmiştik aslında, yanmak için tutuşturulmuştu yangınlar, ve gitmek ki yapıştırılmıştı yakamıza, tıka basa doldurmuşlardı çantamıza, suyumuza ekmeğimize katmıştılar ve öylesine yalnızdık ki bileklerimiz kanıyordu yorulsak, eriyorduk asfaltta, kopuyorduk dikişlerimizden ve bir ceylan koparıp kanatlarını uçmayı bağışlıyordu bizlere, arılar bal dökülmekteydiler üstümüze biz gidelim diye,


ve güya hep ekim kalacaktı bu sene, asırlarca süren bu kıyamet.


Kedilerin miyavlamalarını işitince gittim, güneşin şavkını görünce gittim ve kayboldum, ve tükendim, bir hiç oldum sarıçiçeklerden yapılma, günler uzuyordu o esnada ve timsahlar bana bakarken o bakışlardan aşklar yaptım kendim için, ıslatıp balkona astım ki konsun bir yırtıcı, ki pençelerinden günahlar yaparım zamanları gelince yahut zamanları gidince, çok imlaları astık balkonlara kendimizi katarak bu düşmelere, bu düşmelerde öldük inatla ama diriltildik de ara sıra. Şimdi ben bir aşkı besteliyorum ipuçları karartılmış ayrılıklardan, ihanet dökmekteyim sendeleyen başlangıçlara, üstelik mevsim yaz, üstelik çok biledim dişlerimi. Dişlerimle kanattım tekrar her yeri, bedenimden arta kalan kırıntılarla birkaç bahar geçirip yaslandım darağacına, yaslandım merakıma, yaslandım ölüme, ve sonra otopsiye alıyorlardı bizi, delik deşiktik yani, kimselerden bir kucak göremiyorduk, soğumuştuk, perişandık, darmadağın etmişlerdi bizi, iyi resim de çektirememiştik velhasıl. Velhasıl hikâyenin böyle bitmesine izin vermeyeceğim, yıkıntıların arasında dik dursan neye yarar ki hem zaten almanlar yine gelmeyecekler mi?  oysa yüzün kaybolup geri geliyordu ve öleceğimizi biliyordu da geliyordu,  üstelik kayda değer bir cinayeti bile henüz üstlenmemişken, üstelik hicri takvim hala pek popülerken, ama hayat vardı işte, bu yüzden babası başlık parasını denk edememişti ve almanlar da bunun üzerine savaş çıkarıyorlardı, ve almanlar ota boka savaş çıkarıyorlardı tanrım,


tanrım dekolteli gezmelere izin çıktı mı?


ve ben seni muhakkak seviyordum şimdi elime bu kitabı alana dek, şimdi unutmaktan geliyorumdur seni muhakkak teneffüs bitince, şimdi çok uzak bir asya kadar doğu kökenli hemşerilerimiz gelmişse bile seni seviyorumdur lütfen, seni seviyorumdur çünkü bugün gülerek geldin tanrıyla kullarının arasına, seviyor gibi güldün ve yangın merdivenleri olmaz ki okullarda bu yüzden, ve ikinci katta profesyonel bir aşık bekliyor seni dudaklarından ki arkadaşlar arasında yapıyorlar bazen böyle terbiyesizlikler, oluyorlar bazen böyle terbiyesizlikler, ama batıyor aşk, ama bizi tanımıyor etmiyor, ama beğendiremiyoruz aşkımızı gökyüzlerimize, gatadan son model serum getirtiyorlar, takıyorlar düğünümüzde, ve mikrosofttan bir word belgesi, ve duyun-i hususiye, yani borcumuza mahsupen bitiyor aşk, batıyor aşk, devrilen bir atın sırtından inerek, yani nazım’ı sever misin bir daha lütfen.


yine şiveli konuşurken yakalanıyorum birazcık, ama batıyor güneş, ama çok çirkin. ve güller taç yapraklarına, ve elifba okutmak isteyen, ve global krizin faturasını ödedikleriyle neler yapabileceklerini bir bilseniz ah, ah ki ne ah, bir bulutu sıkacak, suyunu çıkaracak kadar ah ki güller taç yapraklarına susmuşlar, ben bir ihbar mektubunda adımın geçmesine susmuşum, sus pus olmuşum bursanın maçı var çünkü mençıstırlılarla, üstelik yemek yerkenki susmak helaldir ve kuzu ciğerdir inşallah, ve üstelik et yiyorsun ve nerden baksan yarılamıştık kebabı,


sana bugün göl kenarındaki bir kağıttan yazıyorum, sana bugün yakınlarında bir göl kenarından bakıyorum, üstelik batıyor güneş, üstelik şemsiyem vardır diye yağmur yağıyor, susuz bir gözlerimden damlıyor aşk, bakıyor aşk onlara, bakıyor bir aşk süper bir gözlerimin içine.

Ben bir seyyah değilim, rüzgârda savrulur tenim, ellerim tutmaz zifirde ve ayıp şeyler düşünürüm gözlerimi çapakladığımda. Ben geldiğimde dövüyorlardı bu şehri zaten, camlarını kırıyordu birileri ama ben seyyah değilim. Ama bunu itiraf etmem gerekir ki ben düşman bile değilim, ama siz, bilirsiniz ne olduğunuzu, siz yüreklerimizi işitiyorsunuz, şiirler okuyorsunuz geceleri ki yemek vermiyoruz size sanacaklar, çeşmeler yaptırıyorsunuz ki çapaklanmış gönüllerimizden çıksın kirler ve aranıza alıyorsunuz bizleri de kıyamet kopacak diye. sevgilim kırılma ama kaderde varsa kıyamet kopacaktır muhakkak, hem nereye kaçabiliriz ki, hem rica ederim ve ben de korkuyorum napim.

Yolumuzun üstünden alırız ne gerekiyorsa sevgilim , ihanet alırız, pişmanlıklar alırız, bir ev alırız başbakanınkinden, havuzlu, çapaksız ve üç çocuklu, dertler alırız, ayrıntılar alırız, şiirler şarkılar. Hem zaman kazanmış oluruz, hem okullar açılır o zamana dek, hem bakarsın İngiltere ile komşu olduğumuz kesinleşir, Japonlarla aynı ırktan olduğumuz kesinleşir, sen merak etme sevgilim ben sana bakacak parayı bir türlü denkleştirmeyeceğim, aç kalacağız, pis kokacağız, ceketlerimizden bira şişeleri eksik olmayacak,



Zaten kavgada herkes hasta, herkes komalık yasta ve ne zaman bir arbede çıksa yaz ile kışın tam ortasında, sosyal demokrat kesiliyorum lakin, lakin elimde değil bu ayrılıkçı tavırlarım, ki bu marullu pasta edebiyatçılığım kadar hassa bir mesele, ki yani kıçımda piresiz rahat durmam , yani anlıyor musun  mathilde, yeni numaram da budur,ve arabayı da iyi kullanamıyorsak, ve bu havada tiyatroya nasıl gideceğiz sevgilim anlıyor musun, ve sen allanıyor pullanıyorsun için ben ne çok vergi kaçırıyor oluyorum farkına varabiliyor musun? Bu sene eskilerden bir gülümseyiş ekledim kendime, artık kovalanırken polislerden, artık geç kalmışsam derse, hele banyo yapmamışsam al pacinonun filmlerinde, göbeğimi elime götürmeye bile korkuyor haldeysem yani, ve biraz peyzaj lazım gelir ki evimin önüne, mizah duygusu da önemlidir sevgilim, çıkar ellerini görebileceğim yere.


ve yine de yaranamıyorum tanrıya, ve sahurlar, ehliyet kursları, sivil otokrasi. Bir bıçak tutmayayım ellerimde, şair kesiliyorum, tutuyorum düzenli olarak küfürler ediyorum senetlerimi takip edemezlerden gelinmesi için. Bu yüzden havalar açılmış, Suzan içerde, ben sakallı sünepe. Bu yüzden tutuyor meksika’yı düşünüyorum düşündüğüm zaman, tutuyorum üç ihlâs okuyorum bir senete karşılık gelecek şeklindeki artis diyaloglarından. Evet yanıyorum, yanıyorum, yanıyorum evet.



uyudu, yağmur çamur demeden, perdesiz sualsiz, bacak kadar boyuyla uyudu, deklanşör açıktı, silahlar susmuştu, hamile kadınlar hallerinden pek memnundu ama Maradona kokain çekiyor olmasına rağmen,                                                                                                                                                                                                                                                   zaten balkonda uyudu,  zaten deprem yönetmeliği filan, ıskonto filan, zaten uzun bir gündü. Kadınlar bekleşiyorlardı, uzun malbora ve evin kirasını geciktirmeden ödemişler gibi uzun malbora, kış bitecek nerdeyse ama uyumaya devam etti, ‘’bu dublörler çok fena abi ‘’ dedi bir dublör, herkesin bişeysi oluyorlar, sonra dublörler uyudu, seyir halinde uçaklar, kaçak sigaralar ve ama enişte meşguldür muhakkak, elinde ucuz tütün ve delillerini karartıyordur muhakkak yetimliğinin, sonra yetimler uyuyunca enişte bile uyudu, gök uyudu, pezevenkler rengarenk ışıkların altında, istanbulun tadı yok, konserler yapılıyor ama maradonayı görmeliydiniz ki sonra Maradona uyudu, sevilay uyudu, gök uyudu dememişsem eğer gök uyudu, güney korede rejim tehlikede ağabeycim, abim uyudu, ki karanlıkta uyudu, ki üç oda bir de balkonluydu mahalleleri, ki güya televizyon sansürlüydü ama arçelik olunca ille de izliyordu mahalleli, mahallenin kadınları noter huzurunda şimdi ki noterler uyudu muhtarlar da öyle, hatta taksim meydanı ve sabah saatin üçünde ikametgah belgesi bulundurmam gerek ceket cebinde yoksa, yoksa cenaze törenlerimiz ve evlilik cüzdanlarımız ve kılık kıyafet yönetmeliği, yani polisler uyudu, açlar toklar, fırıncılar uyudu. ama Suzan almaz içeri bu saatte, Suzan uyudu, çocuklar uyudu, Afrika dahil, Afrika uyudu.


iki kişilerdi akmayan saatler boyu, çarşılar kapanana dek gök maviydi boyuna ve saksılara su verilmişti, kuşların boyunları ağrımıştı, balkonlarında erzaklarını bekletenler vardı daha, tokatlarını bir dahaki derse saklamıştı öğretmenler, gömleklerini kurumaz saatlere denk getirmişlerdi mesai saatlerinin ilk gününde, hava çalkantılı çünkü, aşksız yapamıyorlar ne de olsa şairler, çatılarında mektuplar biriktirmiş gibi hüzünlüydü yani herkes, birkaç kişiydiler toplasan birlikte ağlayacak çünkü herkesin arabası olacaktı zamanla, otobüslerde taşınmışlardı şimdiye dek fakat bile bile küçük düşemezlerdi akrabalarına,


taşraya kadar tüm yolları sırtlarında gidecekti bu şehir, bunca şehirliydik ve hünkarın tuğrası çıkmış gibi izlerindeydiyse, sanki isyan etmek için ankara’dan cevap bekliyorduysa şehirliler, bu yüzden tüm seferler iptal olunmuştu sanki ankara’ya, ankara’ya  ayrılık yağmıştı çünkü,  göçlerle beraber otobüs firmaları gelmişti diğer çöllerden,bayram ağzına kadar ağıtlar yakan halk toparlanmıştı artık, yağmurda başlayan balolar tertip ediliyordu nerdeyse, üstelik sanki zincirliydik ve durmuyordu akşamlarımızın yılları, zeugmayı kesersek diyordum babama ve yiyorduk hayvan bulaşmış yankılarıyla iki kaşık pilav üstü.
sonra  iki arkadaştılar ve bunu bilmeden bahsetmedikleri ebeveynleri görecek olursa, göreceklerse ve  iki dar odasından kuşlar beslemeyi öğrenebilsin çocuklar çeyrek ekmek tostlarıyla, acayip gördüklerindeki Farsçayı çıkarsınlar dillerinden diye perdeler yıkanmıştı  bir de, özel hoca tutulmuştu misafir olarak, ve sonra pencereleri görüküyordu telefon açınca, kapı ziline basarsam belki de babasından harçlık alamazdı bir daha, küçüktü ve anlamıyorduk bi türlü bizim aklımız ondayken o ders çalışıyor muydu kursuz, öyleyse saçlarına elliyor muydu sınıftan çocukları görürken camdan, hiç rüyasında tersten ilerler miydi zaman, zaman farkı varmıydı bir aşktan başka bir aşkı keserken, ya da gece kaç sularında kırılıyordu kalbi bir meleğin, ya da bir meleğe lekesi bulaşan bir lavuk ikinci kez baba olsa, ciflenirdi muhakkak ama liflenir miydi?



oysa ben bir an önce bu şehirle tanışmalıydım büyürsem, oysa aklıma düştü düşeli Amerikan filmlerinde oynamayı seçtim soran olursa,oysa aklıma düştü düşeli Amerikan filmlerinde oynuyordu tüm güzel insanlar, iyice konuşuyordular birbirleriyle çünkü dövmüyordular birbirlerini çok, çünkü dedim demokrasi getirmiş adamlar buralara kadar, ve hiç de sert içkiler içecek birilerini görmemiştim daha evvelden, yani doğru söylersem ağzımı burnu mu kırar mısın yine de babacım demek istiyordum küçükken henüz, yani henüz kış ortalaması düşüktü yalnızlığın, tepedeydi evimiz sadece, karlar sadece, makedon krallığı da tepedeydi hülasa amma, ve biz gitmek istiyorduk herkes adına buralardan, yeterince rüya görmüştüm sanki, yeterince kumaş satmıştık köylülere, yeterince Kürtçe konuşmuştuk sanıyorduk ama, yeterince liseyi bitirecektik nerdeyse, dershaneye gitmeden üstelik, üstelik yatılı bölge mezarlıkları kurulmuş olağanüstü hal kurumunun koltuk altına,üstelik derdimi anlatabilecek kadar ingilizceydi bu ülke,




Önümüz kıştı, önümüz portakal, önümüzde durdu otobüs ama sığamadık şehre, çıkardılar üstümüzdekileri de öyle yerleştik, ve dillerimizi soydular soğana çevirdiler, bizi soyup kırbaçladılar da biraz, kırbaç parası aldılar üstelik, tuvaletimiz geldi böylece ve çıkaramadık,cumhuriyetimiz geldi böylece ama inanamadık, ağızlarımızı burunlarımızı kırdılar kırana dek, öküzlerimizi sattılar diye polisler çat kapı, ve din elden gidiyordu nihayetinde, Aksaray’a kadar gitmiyordu ama tren,

20 Kasım 2010 Cumartesi

akrebeçalan kuşu, sektepe

Bir sürü geçmişim sürüldü ateşi göremediği yüzünden, hiç bilmediği krallıklara sürüldü sırra kadem, hiç görmediği sultanların buyruğuna verildi, akıncı edildi yerleşik düzene, uzak geleceklerden birinde durup bileklerini kesti yitik bir temmuzda, temmuz akşamlarına sürüldü ve terkedildi bütün kentlerden, teknesi alabora oldu yalnızlığının, izi çıktı bütün yaşadıklarının ve ama kimseyi inandıramadı nasıl geçmiş bulunduğundan, olmaması gerektiğinden, gitmemesi gerekliliğinden, temmuz akşamlarına sürüldü, elindeki iskambil destesinden gördüğü ıssızlıklara götürdü onu mevsimler, her mevsime ayrı ayrı bırakıldı yavaşça ve bıraktı tüm çöllerini, dünyalarını, patiklerini, damlalarını, damlarında üşüdüğü kışları, annesinin limon çiçeklerini, çok uzak bir yerlere döktü içini akşamları, çok sabah bir gündüze bırakıp gitti kederini, ama keder bıraktı geleceğe, geleceklerine, sabahları o geçmişin, o geçen geçmişin sabahı yani,boşuna doğurdu güneşi, boşuna döküldü üstümüzden, hiç yere duruldu sonra. Duruldu çünkü vakti zamanında öyle yapılırdı, öyle ansızın gidilir, usulca, çok kere pişman olmuş bir oğlan çocuğu gibi gidilirdi, çünkü öyle yapılırdı bir gitmek, böyleydi yani salon oğlanı nasıl ki arka kapıda ciğarasını söndürürdüyse aceleden, nasıl ki her piyango çekilişinde çok umarsızca bakılmışsa pencere camından çok uzak baharlara, nasıl ki bir rüya görüldüğünde gece olsun isteriz İstanbul’da bir kapalı çarşıda, bir Eminönü’nde, bir gecenin ortasındaki zifiriden bir gecede, işte öyle gitti geçe geçe, ama kimin dumanıydı bu çığlıklar bilirdi efendim, efendim bilirdi zaten biz karaköyden çıkılır sanırdık göklere, böyle delikanlı bir hatırası olsa keşke kartpostalların güzelim, güzelim deklanşör açık kaldığında pili bitiyor hayatın, işte öyle bir fotoğrafın gitmesiydi geçen, fotoğraflarda çıkan bir gitmekti bu geçip giden, ve madem geçmiyor bi türlü bir geçmiş zaman, yani artık eskitilmiyorsa acılar, borçları siliyor devletlü ama eksilmiyorsa bi türlü tavan arasındaki gürültü, yani bir fotoğraf sanatçısı edasıyla çekmişlerdir sanki her anı, yani madem tanrılar  sancısını çekmişseler bütün geçmişlerinin büsbütün, madem hava da biraz açınca afrika varken biyerlerde, karanlıklarımıza değmişse bir matem, böylece biz adamakıllı bir yas tutacakken, halimiz vaktimiz yerindeyken iyice bir yas tutacakken, ve böylece bir akrebe çalan kuşu yırtmışsa yerimizi yurdumuzu, mevzuumuz hep aldı kaçtı üzerineydiyse hala, bekârsak ve cebimizde metelik yoksa, boşuna bir gitmek kalır elimizde avucumuzda, yani tüm o gitmeler bir geçmişe boşunaydı, bir geçmişi terk etmek boşunaydı, beklemek, uzanmak, yazmak ve büyümek boşunaydı çünkü. Çünkü balık istifi gidilir otobüsle gidilirse, bir çağdan bir ceylan yuvasına.

ama yalnız gözlerin severdi senin iyi ki, belli belirsiz bir yaz günü gibi severdi ve, gözlerinde devlet yoktu, öyleyken husumet yoktu, töre yoktu, patika yoktu, bulgur pilavı yoktu, yalnız  mavi martılar varlardı ve uçarlardı sanki bulutlarla, sonra kıvrım kıvrım olmuş bir deniz eserdin sen bizlere doğru, seller getirirdin topraklarımıza, yaban getirirdin, avcıların avlanmadıkları kışlar bulup çıkarırdın yüzyıl Avrupa’sından, böylece biz yutardık sesini, sis çıkardı sabah sabah şahintepeye, ve çiğnerdik, göğsümüzde ezerdik, bölük pörçük ederdik seni, unutamazdık kısık bir yüzyıl geçtiğini sende, bir İstanbul kadar yalnızsın hem de, üstelik yağmur da değmiş üstümüze, üstelik düşünsene biz hala gençmişiz, çabucak bir cinayete alet  edilebiliyormuşuz, cinayet silahını elimizde bırakıyorlarmıştır hem, etraftan bağrışlar duyuyorum o halde ben, yani bir intikam çıkarabiliyormuşuz üstümüzde pıçak olursa, ve hala şahit gösteriliyoruz bazı evraklarda, bazen yasalar çıkıyor böylece, birilerinin mazgalına kül oluyoruz, alet oluyoruz günahlarına, ve ardından birkaç yaz gelip gitmişken, buluyoruz adamları paklayan bir sufi,herkesin terbiyeye hali vakti vardır yani ve bir şahid ve garnizon komutanları gerek savaşmaya çünkü savaşmak ıslanmak değil midir, çünkü hallederiz çabucak ağrıları sızıları, hallederiz  adamın boynu koptu kopacak çünkü, ve siz ardından hanımefendiye çarpmasaydınız Cumadır diye, siz sanki gözlerime çarptınız büsbütün heybetli, bütün gün beni aşık ettiniz adını veremeyeceğim güzellikte bir kıza, üstelik bi güzel azarlandınız yordamınca, o kaldırım şahittir, üstünüzdeki arabanız, sveteriniz ve sakalınız vardır iyi mi, ve bir çocuk daha bekliyor sevdiğinden Afrika, bir şiirin seyrini değiştirecek akşamlar oluyor bende iyisi mi.

18 Kasım 2010 Perşembe

ilk , bahar



la ben ne zaman yüzü koyun yatsam seni seviyorumdur yine, muhakkak üzerimden bir tren geçmiş gibidir çok uzaklara, bir arı kovanından süt çalmışım sanıyor annem böylece, melekler çatıyorlar kaşlarını sular kesilmesine kadar, akşam herkes gibi gurbettir yani, akşam bir avuç ibnenin işidir gibi geliyor bana, ama akşam her halde kuru sıkı bir silahtan fırlatılmıştır yine de, bizse birer müsveddeyizdir bir şairin el yazılarına, paçavrayızdır bir oruspunun orasında burasında, biz çok cesuruz biraz, biraz uğultulu, biraz uyuruz çünkü seferden döndük, süvariler bulduk ellerinde şiirleriyle, hüzünlenince büyüyen çocuklara baktık dere kenarından, küsünce annelerine, boy atıyorlardı mütemadiyen, kavgalarına pıçak karıştırıyorlardı, biz de madem uykumuz var, madem bizim de imanımız var, öyleyse taş attık fırtınadan dayak yemiş gibi duran yalnızlıklarımıza, işgal edilmiş kentlere taş attık yalnız başımıza, tek ve sipersiz başımıza, kimse uyutmadı bizi çünkü isyan başlamıştı, müzikler çalınıyordu, ateşkes bir sonraki perdede oynanacaktı, rüyalar sökülüp atılmıştı gözlerden, hırsızlar yangınlar çıkartmışlardı, öyleyse bu kentten bi bok olmaz diyordu general, general traşlı,general haklı ve silahı var ipnenin, fıçı birası var, demem o ki generalin bir köpeği var bir tabur da hizmetçisi, öyleyse okyanus okyanus geziyordu bütün mülteciler, ve her şeyi görüyordu bizim evin balkonu, bu balkondan simurg'u görüyordumcasına, çok güzel yazlar, çok uzak arabistanlar görüyordummuşumcasına görüyordum dostlar, la sanki ben bir yaratım sürecindeyim dostlar, la sanki ece ayhan olsaydı ne çıkardı ya rabbim, la ben sanki birini çok sevmişimcesine gözlerinden dom, mavi eteğinden, kızgınlığından bi yerden ahval. Ve Tahir buna şapka çıkarsın ki ben ordaydım, Akdeniz bir çiçeğin ilk baharıyken ben ordaydım, sevgilisi kopartılmış bir papatyaydım ben, öyleyken alkış tutsun bana savaşçılar, miğferleri düşsün haçlıların ve bu durum yıldırsın korsan cinayet işleyenleri, bu durumdan bir paket malbora, bu durum beni batıl inançlarıma sürüklesin, beni matematik öğretmeni yapsın, ve sus yoksa bu sükut alıkoyar hepimizi bizden olmak üzere senelerce.





şimdi geç oldu yağmur düşürmeye saçlarına, şimdi biraz yorgun, şimdi borçlu, toprağa iniyor ve çıkıyorlar tavşanlar da şimdi, şimdi aile doktorum bir ilaç yazana kadar raporlu, şimdi perşembe için bir hayat daha, bir nefes daha lütfen tanrım, bir hapşırık şurubu,



böylesi daha tanrısaldı bebeğim; sen, ben ve gömlek askıları düzgünce yerleştirilmiş, böylesini hiç görmüş müydük sen o halde papatya renginde, o halde sana çırılçıplak bir lisan dökeyim bakışlarımdan, kana bulayayım acıkmalarını,dur da caddeye kadar eşlik edeyim o vakit sana, zaten o vakitler caddelerden geçiyordu pasajlar, o vakitler anneler kazaklar örüyorlardı örülü halde, o halde ben mısır çarşısı pahasına da olsa o eksik ezgiyi söyledim sana, o sözlerinden çaldığım ezgiyi ki rabbim bunu duydu, sinemada bilet kalmamıştı o filme ve o kız duydu, cadde biraz kalabalık olduğundan yada bilmem ki neden, isabet  ettirememiştim o acayip sevdayı, bu yüzden aramızda bir ezgi çaldıran sokaklar vardı marttan kalma, çünkü sen çok soğukkanlı ölüyordun bende, bense pencereden izler gibi gölge, bir bayrak tutar gibi kollarımda, kızgındım, küstürülmüştüm, sakallarım çıkmıştı, ve martılar yılın ilk nisan ayını çiziyorlardı kentin duvarlarına, sen duvarları kırıyordun bir kış görsen.

10 Kasım 2010 Çarşamba

mühimmat


mühimmat


gerçeklik mıknatıs kadar çeker zamanı sayesinde avuçlarımda bir kaşık iman dolu bişeyler var, birşeyler var kurşunlar çıkarılmışsa bile yarım yamalak jiletlenmiş cesetlerin içinden, ki kurur bataklıklar nehre vardırınca çocukları, kaleler kuşatılmayı gözlerler şimdi yeni sahiplerince, askerler hep ölmeye gelmişler mübarek ki herkes birbiri için çünkü yabancı, birbirleri için hazırladıkları kin dolu bakışlar var gözlerinde, vardır bu şehrin reşit halleri de , dilde resmi yalanlar ve her resmi geçitte herkes birbirine günahtır.

Borsada değerlenen heyecanlar, heybetli güler yüzlü insanların, uyurken parmaklarını kanatan kurtlara benzedik bu halle biz, yazarken tüm iyi niyetlerimizi yitirdik gibi artık, ve imzalar bırakılmış kurulandıkları yere, mürekkep dağılmış rüyaların etrafına, hayalleri yıkılmıştır kısa etekli banliyö kızlarının ama etekleri kısalır bir daha, devrik cümleler geçirir içinden bir teslimatçı, zira kızımız evimizi geç saatte patlatacaktır, yetiştirme yurtlarında boş yer yok bu yüzden, revaçta ibnelik yani, yani artık halkımın isyanı gelmiş bu maaşlara, ki birileri uyanırsa işgal eder bizi, ki şimdi göl kenarında bu yerde ıslanacağız, şimdi sanık sandalyesinde, şimdi yer sofrası kurulsa da gitsek urfalara, şimdi biz ufak tefekken yani, sanayideki lokantalardan iki adanaya isteriz, biraz memleket meselesi mırıldanır ustam bana,,dek imlası düşmüştür zaten birilerinin, birileri sınırı aşarken vurgun yemiştir şimdiye, birileri onların yerine ölmüştür çoğu kez, şimdi bir köle tüccarı gibi sırıtmanın yeri değil çünkü, daha halife bozdurmadı hazineyi, daha kutuplara inecektik Ruslar çekilse üstümüzden, daha küfredecektik,  daha şu an Çin seddine hücum ederiz, terliyor karşımızda bütün kentler bu sebeple, duraksıyor tüm ölümler, intiharlar, yakışıyor üstümüze bu kin, bu kimsesizlik, bu birazcık sürgünlüğünü hatırlamak, bölüşebilmek yokluğu yeniden, ahmed arifi hatırlamak, birazdan piramitler dikilecek çölün kırmızısına yani, kutuplar miras bırakılacak Sibiryalı kadınlara belki, terziler üstümüze dikecekler kederlerimizi yine, perşembelerde ayrılıklar bulacağız, yalnızlıklar, ki biz iyi kederleniriz olum, olur olmaz hüzün kaplar her şeyimizi, eşyamızı, göğümüzü, uykusuzluklarımızı, ve biz hem ölümler seçeriz iyisinden, hem bordo kazaklar.

Biz kederli bulunmasak evler çöker durur aralıksız, dağlardan kocaman Ağrılar saplanır yüzlerimize, parmak izlerimizden bir katil yaratır dedektifler, işportacılar sessizce fısıldaşırlar zabıtalarla, hükümetler zam yapar böylece, bulutlar düşer, ulufeler, uçurtmalar düşer port mantolu gecelikleriyle üşüyen leydilerin başına, hükümetler hız kesmez zam yapar port mantolara, kediler sokakları taşır başka mevsimlere, yılanlar göç eder, öğrenciler otobüslerden iner, bana bakar birisi bu hengamede, gözlerimin içini işgal etmiş gibi, yeri yurdu yokmuş gibi, bir güvercin kanadı büyür göklerde, gölgeler gibi, duyulur hışırtısı git gide çoğalan, âlimler çıkar dağlara, dağlar yarılır, ipekten şalları serpilir kadınların, kokuları duyulur ses bitince, gözleri bulanık görür gözleri nehre değince, nehir soluk soluğa kalır, düşman bizim memlekete iner, düşman bizim memlekette kalır sonra, üzerlerine esmer çalılar yağar, fakir bir güneş yağar, kırlangıçlar ve post modern öyküler yağar. Ve güz bittiği için savaşlar başlar kırmızı ışıkta, haçlı seferleri, kavimler göçü, rüya takım , dünya kupaları felan başlar, trafik kazalarını söyler bültenler, işgaller ve rastgele cinayetler çoğalır, bunu dolmakalemler yazar, tarih yazar memleket yazar, söyler bunu şairler dostlarına, dostları antikacılara, muhasebeciler, kalem müdürleri, bilgisayar başındakiler öğrenir sonra ama ağlamaz hiç biri bile, fırından taze ekmek alırlar böylece, gemiler bağırır, boğaz köpürür, inşaatlar çıkar bu şehrin göklerine, muhallebiciler ölür, katil aranmaya devam edilir ama düşler kurulur, yuvalar kurulur, bir başkan seçilir ve bütün paraların üstüne kurulur yine, bu yüzden güz sürekli biter ve biz takım felan tutmayız böylece, yani ittifağa yanaşmayız, böylesi daha çok muhabbet sardırır, kimimiz ortancadır, kimimiz dünyanın öbür tarafı, kimimiz kupa kaldırır, biz gönülden, biz uzun süredir, biz aşk, biz uzaklaşırız bir kimsesizlikten, kuruluruz bir kalabalığa böylece sessiz kalırız, yalnız, biçare, düşkün kalırız, sonra akşam başlar, diziler başlar, babam dırdıra başlar, anam uyumaya, sonra mektepler, pazarlar, öğretmenler, derken şairler, kartpostallar ve bedelli askerlik, yani dişe dokunur bişey yok gene hacı. biz beraberliğe razıyız yine, yatmışız  bi golün üstüne.