7 Aralık 2010 Salı

kendini tanıtmaya

                  Müzik soğutuyordu kışları, sense güz oluyordun balıkçılar tuzlarını çıkardıklarında güneşten, güneş parıl parılken, ıpıslakken şehir,ve de kuşlar kırlangıçlarını unutmuşdularsa bir sonraki mevsime dek, işte o mevsime dek güz kalıyordun sen böyle , bu zamanlar kötüdür diye, bu kahpeler daha gelmedilerdir diye, yabancıları sevdiğimiz söylenemezdir diye.  Ve şimdilerde sana çok sık rastlayamadığıma göre, mahallede top oynayan bir geçmiş bitmiştir artık tenhamızda, Azrail kepenk kapatmıştır ve kervanlar geçtikleri yılları toplayıp bir kenara koyup biriktirmişse, geçip gitsinler, güz olsunlardır diye, kendimizi yeterince tanıtmış mıydık diyedir belki de? Lakin beni sana getirecek bir güz lokantası yoktu etrafta, bir pıçak, bir yara ya da bir şairden alıntı yapan yoktu, olur olmaz bir günde beni sana getirebilecek, beni kendimden götürebilecek bir hikaye anlatmıyordu kimse, kimse ağlamıyordu, kimse hesaplamıyordu, kimse çözmüyordu, halletmiyordu, kimsenin zamanı yoktu gibiydi ikimize ve seninse gözlerin güzdü hep, pıçaktı, yaralıyordu, kusacaktım nerdeyse.
                   Kendimizi anlatmaya yetecek miyiz ki biz, ki üstümüzü başımızı toparlamıştık bu yüzden, küllerimizi boşaltmıştık toprağa, sımsıkı sarılmıştık kavgalarımıza, yapraklarını takmışız üstelik tüm ağaçların, hayattan, umuttan, rüyalardan bozma dallara asmıştık aşklarımızı, sevdalarımıza gelinler iliştirmiştik, böylece evlerin çimentosunu kervanlar yetiştirmiştiler bizim için fakat, fakat yeterince bilmiş miydiniz bizi,  şarkılar söylendiğinde katılmıştık, savaşlar verildiğinde siperlerimizde silah tutuyorduk, gökkuşağı çıkınca aşık oluyorduk her renkte, ve toprağı eşiyor olurduk acıkıldığında, yollara serilen, kurutulan, sıkı sıkıya tutturulan meyveleri, yemişleri, şarapları topluyorduk içerimizdeki seslere kulak verip, şelaleler döküyorduk susuz geçmeyesiniz gittiğiniz yerlere diye, diye diye ama kuruyordu yine de bu kahpeliğin içinde her şey, ağlıyorduk ve unutuluyorduk, ve yaşlanıyorduk, yanlış cevaplar veriyorduk belki de kendimize dair, geriye hiçbir doğrumuz kalmıyordu ve, sınıyorduk yani, sınıyordular bizleri, deşiyorlardı karnımızı, kemiriyorlardı etimizi, soluk alamıyorduk bu kahpeliğin içinde, acaba kendi güneşimizi bulamıyor olabilir miydik, kendimizi daha doğru dürüst anlatamaz mıydık yani, bizi daha güzel gösterebilir miydi ki acaba kelimeler, bizi daha iyi anlatabilecek kelimeleri bulamaz mıydık çarşılarda pasajlarda, bizi daha güzel anlatamazlar mıydı romancılar, hikayeciler, hancılar, falcılar, ki biz ne de olsa saklardık hayatlarımızı bir müddet onlara, tuzlayıp tuzlayıp yaşardık ne vardıysa o gün. Gülmeyi beceremezdik poz verirken, sanki savaşta yaralanacak gibi gülüyorduk güldük mü, itirafçılar konuşacakmış gibi dinliyorduk göğü, sorgularken hayatımızı tanrılar, tanıklarımız teker teslim olurken adalete, hayatımızdaki sanıkları göstertmiyorduk bir türlü mahkemelere, bu yüzden mahkemelere çıkmıyorduk belki de, bu yüzden kendimizi yeterince savunamamıştık, doyasıya suçlanamadık ta aynı zamanda, ve üzerimizde hep bir şüpheli edasıyla durduk, yakıştıydı da asıl ama bilmiyorduk başımıza gelecekleri, ne zaman asılacağız, ne zaman ölümcül bir deneyde kobay olarak kullanılacağız, ne zaman elektrik akımına… Yoksa yakalanmış mıydık işlediğimiz günahlardan sonra, yoksa ölmüş müydük, zehirlenmiş miydik ya da, katilimizi hemen bulmuşlar mıydı yoksa, ama hayır, pıçaktı ve güzdü ve ayrılıktı her şeye sebep, elbet yıkılacaktı kuleler bu sebepten, elbet Hiroşima, elbet Kudüs, ve elbette Afrika dahil.
                     Böylece kendimizi atlatmıştık, ölmüş idik nihayet, ve ölmüş idik çünkü yeterince yakışıklıydık, iyi de giyiniyorduk Allah var, dahası aya çıkılmıştı ve televizyondan haber etmişlerdi bizi öldüğümüze, dahası da hep bildiğiniz gibiydi, her şey, her yer bildiğiniz gibi, mesela Antep hemen şurası, şu masanın hemen ardı, masa da bilindik bir masa yani ve masadaki kalemi kırdım, avrupa’da istikrar var hala ve geceleyin suç oranı çok yüksek çıkıyor istatistiklerde.

aşk tanrısının göbek adı

vay benim aşk tanrılarım; merhaba, ayağa kalkın!

Ölüyoruz çünkü çok yoruldum çok sıkıldım, güçlerimizi birleştiremediğimiz yüzünden korktuk bütün denizlerden, boğulmaktan ve uzaklardan korktuk, göçlerimiz bizi tekrar edip durdu böylece çünkü sayın kardeşim. ölüyoruz çünkü hemencecik müdahale gerektirmiyor isyanımız, polisler gelene dek susuyoruz çığlıklarla ve üstelik bu kapıyı açar açmaz sancılarımız çıkacak, ve bu kalp krizlerimizi yetiştiremeyecekler kimselere, sonra üstlenen de çıkmayacak ihanetlerimizi, çünkü ölünce başlıyor sayılıyoruz yarışa. Sözde gecikmiştik bu hayata ama partideki en şık yalanı biz söyleyince, ve hatırı sayılır bir deprem çıkarınca göğsümüzden, göğsümüzü gere gere çıkarıp attık halkımızın senetlerini bi çırpıda, ama yine de yıkılmıyor bizim dershane, dağılmıyor suratım, boynumu vurmuyor Lidyalı bir kral hazır balta düşmüşken ellerine, ama ellerine ne çok yakışıyor bir bumerang görsen sevgilim, görsen beni bir pıçakta yere serersin namussuzum, ve ben derim ki keşke hiç olmasak, birkaç yalan söyleyip, bi de ihanete uğrayıp sıyrılsak derim günahlarımızdan.  
Dar bir kefen giydirmişlerdi bana hatırladım ve sevdim, caddelerde körebe oynuyordu çocuklar buna da sevindim, akşamdan kalma yemeği ısıtıyordu çocuklarına bir Afrika, göbeğinden ve uzak akrabalarından bile daha kirliydi o sıralar Ortadoğu, ve Ortadoğu Filistin’den ibaretti hala kardeşim benim. Böylece bir ölüm kalım meselesi daha yılan hikâyesine dönmüştü ya, bu yüzden sokağa çıkamıyordu hala şairler, bu yüzden bakkallar veresiyeyi yüzümüze kapatabilmişlerdi, yardıma muhtaç aileler yüzünden kıyamet alametleri çıkıyordu bir de bir bir ortaya. Yağmurlar yağıyordu göğe ve suyumuz kesiliyordu diye çığlığı koparıyordum, denizler çekilene kadar güneşi kundaklıyordum, bombalar yağdırıyordum üstüme, süt dişlerimi çıkarıyordum gene ama uslanmıyordum, ama maça kızı sinek valesi, ama dolmuşla halkalı meydanına kadar kimselerin çıtı çıkmıyor yine,

Çürümüşken hayat halkın girebildiği meydanlarda, münasipse komşulara gidilen bir günün ilk arefesinde, yani son durağa yaklaşır yaklaşmaz dolmuş, ve ölü sokaklarla dolup taşan bu kent tam da göç edecekken eski yurtlarına, ve
annelerimiz duymamış olsun bir de yoksa, yoksa bir başkasına da söz
verilir ya bazen, bir zelzele kopar heyecanla beklenen bir tufanın ortasına, işte biz bu yüzden batıl inançlarımıza çok bağlı kaldık sayın hâkim bey, başka bir kent bakıyorlardı bizim için fakat siz iyi birine benziyorsunuz hâkim bey, siz bizi ikna edersiniz, bizi ihya edersiniz, bizi döversiniz de, sonra davamız düşer, bebek düşer, denklem düşer. Ve kurulur modern mimarisiyle tüm haykırışlarımız kentin üstüne, ve sonra delik deşik eder senin çığlıkların bu kentin her sokağını bebeğim, senin ağlamakların, altını üstüne getirir her tarafını bizim sevdalarımız, sonra final gelir çatar birden, notlarımız kırıktır yani, hesabı hep bize yazarlar yani.

hesabın kabardığı bir akşamın finalinde, yine mavi gözleriyle bakmadı, yine seslenmedi, kekelemedi, unutmadı, yılmadı da, hayatı yerin üstünden yaşamaya devam edecekti o,

ve biz aşağıdayız zaten, düşmüyoruz, pilav aldırıyoruz dersaneye,

hakim bey peki bu yetkiyi kimden alıyorsunuz siz, bir dava insanı neden güzelleştirir peki?

Bankada bir işim var müsaade et bebeğim, peşimden gelme sırası değil, eve dön şimdi, geceye dön, ve erken kalk çünkü prova edeceksin hayatı en baştan.

şimdi bu nerden çıktı diyeceksiniz ve ödünüz kopacak karşılık verir miyim diye, ve işte o an hakim bey ne kadar hakim olduğunuzu anlamasın kimse yoksa benim mahallemde yaşayan insanlar size fevkalade inanırlar

yani meselelerimiz pek güncel değildir ama buna rağmen izinsiz çıkagelir pencerelerimize mevsimler, kapıdan bacadan, ruhumuzdan içeri alırız onları ve onlarla tüm sevdiklerimizi yine, ama siz bize inanmayın ve yine yemeklerinizi alman usulü yiyin, aynı yazıcıdan çıktı almayın başkalarıyla sakın, felan