27 Haziran 2013 Perşembe

size,
bu odanın alacakaranlığından,
okyanusundan, beni boğan dalgalarından,
tenimde kalan tuzundan ve
yastıklarda kuruyan gözyaşından
hiç bahsetmedim.

size,
nasılsın diyerek başlayan telefonlarınıza
(garip, tuhaf aslında)
beyaz bembeyaz tabiatımla
‘iyiyim’ diyorum.
yani aslında korkuyorum
bütün bunlar kıyamet
bütün bunlar cinnet
bütün bunlar cinayet demeye
bir daha düzeltilemeyecek sözler
söylemeye korkuyorum.

telefonla birlikte ışığı da kapatıp
bol şanslar deyişiniz, şanslar deyişiniz, deyişiniz
çınlarken içimde,
bunun beni ne kadar kırdığından
hiç bahsetmedim.
bahsetmediğim çok şey var daha
yaz çiçekleri, cam çiçekleri ölüyor
akşamın altını, gümüşe dönüyor
bunlar da önemli elbette
en az,
bana ihaneti öğrettiğiniz
bana kanatlarımı bıraktırdığınız kadar.

-Birhan Keskin-

22 Haziran 2013 Cumartesi

başarısız boktan bir kış geçirdik





yine de kötü bir kış geçirmedik sanıyorum

altın düştü örneğin
karlar beyaz yağdı, direndi uzun zaman
geleceğin sevgisi bir aklık olarak başladı
sevgilim senin ellerin bir keçisever kadar taze
sevgilim kolera yavaşladı
üstelik birkaç kez de aya gidildi
gelindi bile

şimdi ey benim badem gözlüm
su çiçeği, kızamık boğmaca geçirmişim
ancak ölünce hatırlanan sarışınım
altın sarısının beyaza dönüştüğü şu günlerde
sabah sabah aç karnına ölünen şu günlerde
kararlı yüreğin bir manşeti yadırgarken
silah kullanmayı isterken ellerin şu günlerde
-sana onu da öğretirim-
yüreğin kıpır kıpır yerinde duramazken
saçını taramamaktan aktardığın sıkıntı
sarı bir boya halinde parmaklarına yayılırken
öyle bir sarı boya ki kanlardan damıtılmış
ve kanların bağışlamaz dirimini taşıyan
sana bir türkü söyleyeyim
güzel olmasın gerçek olsun
beklet kendini hazır dur
adı belirsiz bademlerle birlik dur
söğütlerle birlik dur
kağnı güdenlerle birlik dur
şehir kuşatanlarla birlik dur
ölen ve yara alanlarla birlik dur

bir tarihte bir dağ yamacında
onikibinsekizyüzelliüç kişi öldü
yamaç yeşildi çünkü bir bahara başlıyordu
ölenlerin bir kısmı, tüfeksiz, onların bir kısmı
tüfek müfek bir yana donsuz gömleksizdi

sayı bilmezlerdi toptandılar
böylece bir yerlerde toplandılar
yürekleri uzun bir süre atmadı
aslında
çoğu da insan olduğundan yüreksizdi

bir sürü alan ve ova bir sürü ağaçaltı ve orman
ölmemeye bir sürü bahane
örneğin suyu görünce hemen ayaklarını soktular
çünkü gölgeli bir su her zaman
bitmemiş bir yapıda eski bir zaman
çünkü sonu buysa
ölmek elbette gereksizdi

bilirim hoşuna gitmiştir bu ilkel türkü
ilkelliği bütün bir yaz ve kış yaşanan
çünkü sağlıklı bir güneşe taparsın sen
her bir ışını şiir yazanlara umut ve hüzün veren
bir karanfil olarak sürer gider belleğinde
atı ve insanı doyuran çavdar
sevgilim hazırlığın tamdır
ve şiire artık saygın yok
üstelik ben de seninleyim bu konuda
pazardan karsız dönen köylüler gibi

kanın ateşin ve seslerin böyle cömertçe kullanıldığı
böyle sorumsuzca kullanıldığı bir dönemde
herkesin şimdilik hakkı vardır hüzünlenmeye

yukarda dediğime bakma aslında
başarısız boktan bir kış geçirdik
kanımız bile doğru dürüst akmadı
bir sürü çocuğu öldürdüler

turgutuyar / kıştan kalan soğukluk

www.ruzgarsurucukursu.com

 
 
www.ruzgarsurucukursu.com    0212 495 0 555  -  0546 493 0 555 


21 Haziran 2013 Cuma

ve açık bir pencere mi? -ve açık bir pencere

ve açık bir pencere mi?
-ve açık bir pencere.
ve açık pencereden gördüğün her şey mi?
-ve açık pencereden gördüğüm her şey.
ve o açık pencere önündeki her şey mi?
... -ve o açık pencere önündeki her şey.
ve o açık pencere çerçevesine sığmayan şeyler mi?
-ve o açık pencere çerçevesine sığmayan şeyler.
ve açık pencere önünde oldukları için dokunabildiklerin mi?
-ve açık pencere önünde oldukları için dokunabildiklerim.
ve açık pencere ötesinde oldukları için uzanılamayanlar mı?
-ve açık pencere ötesinde oldukları için uzanılamayanlar.
ve yakındakilerle uzaktakiler mi?
-ve yakındakilerle uzaktakiler.
ve açık pencere?
-ve açık pencere.
ve açık olmayan ama açılabilecek bir pencere mi?
-ve açık olmayan ama açılabilecek bir pencere.
ve açık bir pencere mi?
-pencere açık değil, açılamaz da.
ve önündeki bir pencere mi?
–ne pencere açık ne de arkasındayım.
ne pencere açık ne de açık pencere gördüm.
ne de açık pencere ardında bir şey gördüm.
ne de açık pencere ardındaki bir şeye
dokunabilirdim, çünkü ne pencere açıktı
ne de bir an bile olsa pencereydi.
sonuç olarak, ben açık bir pencereden söz etmek
bile istemiş değilim.
ve açık bir pencere mi?
-ve açık bir pencere.

Zvonko Makovic
Palyaço

i.

kaç kişiyi öldürdüm düşlerimde
kaç kilo çekerdi yalnızlık
kaç kere ezildim altında
yaz yağmurlarının

belki de palyaçolar ağlardı pazartesi sabahları
her sirk geldiğinde ağlamaklı olurduk
hep ağlamaklı olurduk gülünecek halimize

kim sevmezdi çiçekleri filan
”ben sevmezdim” dedim, “yalan” dedi

bunu palyaço söyledi,
palyaço söyledi ben yazdım
yazdım, yazmasam ağlayacaktım

herkes ağlarmış biraz, ben de ağladım
sırf bu yüzden mi ağladım
alçaklık gibi bir şey oldu bu biraz

biraz birazdım her şeyden
dün biraz sinirlenmiştim mesela
yarın bir kadını seveceğim biraz
biraz biraz kör oldum bügünlerde

ama rakı kadehlerini boşaltmayın
eksilmesin hiçbir şey
hiçbir şeyden dahi olsa
kalsın biraz

ii.

umursamıyorum yılgınlığımı filan
çünkü sessizce yaşanmalı her şey
bir devrim sesszce olmalı mesela
ve her sözcüğüne inanmalı bir palyaçonun

bir palyaço neden yalan söylesin ki
ben palyaço olsaydım söylemezdim
marangoz olsaydım da söylemezdim
ben insan olsaydım yalan söylemezdim!

hem nereden çıkardınız palyaçonun yalnızlığını
kaç kilo çeker ki bir palyaço
hem neden yüzüme vuruyorsunuz
bir çirkin ördek yavrusu olduğumu

gocunmam ki ben, ben gocunmam
bir palyaço ne kara gocunmazsa
o kadar, o kadar gocunmam işte

rakı doldurun! eksilmesin

iii.

bitmedi, yazacağım daha
yazmazsam ağlayacağım çünkü
alçakça olacak biraz

hem biz o zaman kimdik ki, nerelere giderdik
her sokakta biraz daha eksilirdik
bilirdim, geceleri puslu puslu olurdu bazen
bazen birisi fısıldarmış gibi olurdu
”duyamadım”, derdim, “tekrar et!”
sessizliğe bürünürdü o vakit her şey
sokaklar daha bir puslu
palyaçolar daha bir ağlamaklı olurdu
ve ben daha bir alçak olurdum
ağlardım biraz

hem sen kimsin, çekiştirme diyorum
hatta kuyruğuma basma diyorum
acıyor, tırmalarım,-
diyorum

kahrol, kahrol!
diyorum

iv.

geçen gün yüzüme rastladım bir ilan panosunda
korktum birden, kusacak gibi oldum
”olur öyle” dedi palyaço,
”herkes alçaktır biraz”
”otur ulan!” dedim, bağırdım ona
ben bazen bağırırım biraz

”rakı doldur!” dedim, “eksilmesin!”
ben bazen eksilirim biraz
aslında hepimiz eksilirmişiz biraz
bunu sonradan öğrendim

ben aslında her şeyi sonradan öğrendim
herkes herkesi sonradan öğrenirmiş
bunu da sonradan öğrendim

örneğin;

geçen gün bir kadınla seviştim
biraz değil çok seviştim

ya işte öyle palyaço
diyorum ki,
bunu da yeni öğrendim
sevişmek de eksilmekmiş biraz

v.

kim sevmezdi ki kuş ötüşlerini filan
”ben sevmezdim” dedim, “yalan”
dedi
bunu palyaço söyledi
palyaço söyledi, ben yazdım
yazmasam, alçak olacaktım
hem ben roman da yazdım biraz

bazen diyorum ki, palyaço,
sen olmasan ben ne yaparım
alçakça eksilirim belki biraz
her yağmur yağışında yerindi dibine girerim
hiçbir kadının kasıklarını öpemem belki
ya da unuturum sonradan öğrendiklerimi

biraz biraz anlıyorum ki,
yüzler eller, o terli vücutlar filan
her şey plastikmiş biraz

vi.

haydi sirtaki yapalım palyaço
rakı doldur, yine eksildik biraz

-turgutuyar-

18 Haziran 2013 Salı

Shahram Nazeri

sessizliktir burası, bir gömütlüğün koca kımıltısızlığı!
Öncellikle, Gezi’de ilk gün orantısız polis şiddeti uygulanması ile ahlaki üstünlüğü zedelenen hükümeti, daha sonra attığı demokratik adımların etkisini azaltan cumartesi akşamki müdahale kararı için “tebrik” etmek istiyorum. Hükümetten başladım, çünkü aklı hala başında kalan sağduyulu insanların gördüğü gibi, bu kaos eğer nihayetlenmezse, bundan en çok 11 yılda kazanılan demokratik haklar, ama daha da önemlisi, 30 yıllık kan banyosunu bitirecek ve çok olumlu giden çözüm süreci zarar görecek. Allah korusun, hele bunun bir iç çatışmaya dönüşmesi durumunda, ortaya çıkacak resmi hayal etmek bile istemiyorum.
Eğer birkaç gün veya bir hafta beklenebilseydi, apolitik gençler, radikal ulusolcu örgütler ile olaya diyalog kanalları ile yaklaşan hükümetin yaklaşımı arasındaki farkı takdir edebilecek ve alanı terk edeceklerdi. Daha sonra ise, küçük bir marjinal grup kalacaktı orada. Bu ayrışma süreci başlamıştı bile Gezi’de. Hükümetin bu kararında, hem Taksim Dayanışması’nın verdiği sözde durmaması, referandum konusunda Başbakan’la toplantıda konuştuklarını reddetmesi, hem de Taksim’e bir milyon kişi yürütme kararının etkili olduğu söyleniyor.
Hala aklı başında davranabilecek tek etkili adres hükümet olduğu için yazıya hükümeti eleştirerek başladım. Ancak Taksim Dayanışması’nın alanda kalmaya devam etme kararı, en ciddi şekilde eleştirilmeyi hak ediyor. Zaten açıklamanın diline baktığınızda, değişmeyen sekter zihniyeti açık eden 1930’larin Stalinist jargonunun hakim olduğunu görüyorsunuz. Bir yanda gençlerin enerjisine akbabalar gibi göz diken faklı farklı kesimler, bir yanda siyasetten çok çatışmadan medet uman tarih dışı kalmış bir örgütçülük… Arada tüm gri renkler kaynayıp gidiyor haliyle.
Hiçbir şey için geç değil. “Ya hep, ya hiçe” sıkışmak zorunda değiliz. Ortalığı sakinleştirmek hükümete ve herkese düşüyor. Zaman sinip kenarda bekleme zamanı değil. Ama kim olursanız olun, resmin bir parçasına odaklanıp öfkeyle davranacaksanız, ateşe odun taşıyacaksanız, varlığınız eksik olsun, kenarda durun. Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gollum’un paradoksu gibi, Gezi’de oluşan imaj rantının devşirilmesi, buradan en popüler isim olarak çıkma yarışını kazanmanın büyüsüne bir dur denmeli bence. Ama sanırım aynı dili konuşmuyoruz. Ve sanırım bu her şeyden evvel bir ahlak meselesi.
Hükümetin, basit bir çevre meselesinin, kendilerine yönelik bir komplo zeminine dönüştüğünü görüyorsa, tam da bu nedenle, soruna çok ciddiyetle ve sabırla yaklaşması gerekiyor. Ortamı gerecek, krizi kontrol edilemeyecek ve istismar edilecek hale getirecek her tuzağı boşa çıkarmak öncelikle hükümete düşüyor. Bin düşünüp bir yapmalı, kötücül “Türkiye bir diktatörlüğe gidiyor” kampanyasını destekleyecek hatalardan kaçınmaları gerek. Her halde bu sağduyuyu, ulusolcular ve kibirli, Erdoğan nefretiyle eleştirinin namusunu kaybetmiş aydınlardan bekleyemeyeceğiz. Eğer cumartesi bu müdahale olmasaydı, bugüne, 20 günlük kabustan önemli ölçüde kurtulmuş olarak uyanacaktık, belki. Belki diyorum, çünkü kaşıma gayretleri devam edecekti şüphesiz. Hepimiz çok üzüldük ve çok yorulduk. Ama hükümetin, haksızlığa uğradığını, aldatıldığını düşünerek duygusal davranmaya hakkı yok. Hepimizin geleceği ile ilgili bir kırılma yaşıyoruz. Buradan ancak daha fazla demokrasi ile çıkabiliriz. Ahlaki üstünlük ise sürekli olarak çözüm ve oyunları bozmak isteyen taraflarda olmalı.
Gelelim Gezi parkına. Ben Başbakan ve Vali ile yapılan uzun görüşmeler sonrası kendi aralarında toplanan örgütlerden eylemi bırakma kararı çıkmayacağından adım gibi emindim. Haksız çıkmayı o kadar dilerdim ki! Eğer, apolitik gençler örgütlü olabilseydi –bu bir oksimoron, biliyorum- ve karar alma gücü onlarda olsaydı, emin olun Gezi’yi terk etme kararı alırlardı. “Direnme” kararı ile, örgütlerin hiç umurunda olmayan siyaset yapma imkanı da harcanmış oldu. Oysa, buradan orta-uzun vadede özgürlükçü bir muhalefetin nüveleri ortaya çıkabilirdi. En azından, demokratik-özgürlükçü bir kent siyasetinin ilk anlamlı başarısı olarak tarihe geçerdi. Taksim Dayanışması bunu bencilce heba etti. Çünkü hayata hala 1970’lerden, devrim romantizminden bakmaktalar. Böyle ortamlar da, asla onların yaratamayacağı bir varolma-görünme rantı yaratmakta. Hem siyaseti reddetmek, hem de maksimalist taleplerin karşılanacağını ummak, bir şarkıcının, kalıcı eserler bırakmak yerine özel hayatı ve skandallarla ün yapma tercihine benziyor. Özgürlük taleplerinin siyasete tahvil edilmemesi, en iyi ihtimalle bir romantizm ile sonuçlanır. Ya da ergenliğe bile ulaşamamış bir tür nihilizm olarak algılanır, toplumun teveccühünü arkasına alamaz.
Tabii bu işin bir vehçesi ve benim “enerjiyi siyasete tahvil edin” önerimi olanaksız kılan başka ciddi meselelerimiz var. İlk günkü meşruluğunu, hükümetin attığı net demokratik adımları yok sayarak kaybeden Gezi hareketini, -cumartesi günü yeniden bir polis müdahalesine maruz kalsa da- “özgürlükçü” bir halk hareketi olarak yorumlamak ancak bir temennidir. Gezi ilk günden beri, Erdoğan nefreti ile malul bir çevrenin mahalle baskısı altında kaldı, domine edildi ve sömürüldü. Kentin geleceğinde söz sahibi olmak ve hükümetin bazı icraatlarına itiraz etmek isteyen –aslında en zayıf olan- halkanın üzerine, temel niyeti hükümeti “ülkeyi yönetemez hale getirmek” olanlar abandı, boğdu. Buna, “çevrenin” “merkeze” yürümesini hazmedemeyen elit öfkesi eklendi. Kimse, polis şiddetini, hükümetin veya Başbakan Erdoğan’ın eleştirilemezliğini veya yanılmazlığını savunmuyor, ancak ülkenin geldiği bu ortam, hükümetin veya Başbakan’ın yaptığı icraatlarla orantılı mı sizce? Burada, “gerçeklik algısını” ciddi bir bozma gayreti var ve bunu yapanlar ya nefretle, ya duygusallıkla, ya ergenlikle, ya da sınıfsal nedenlerle bunu yapmaktalar.
Bu bir koalisyon ve gençlerin samimi enerjisini ve onların hükümetin yaşam biçimlerine müdahale etme gücüne yönelik tedirginliği alabildiğince sömürüyor. Sokakta, 11 yıllık muhalefetçe temsil edilmemişliğe öfke duyan kesimler de bu enerjiye destek veriyor. Gezi’de karşı olunan şey Erdoğan; ve Erdoğan’a karşı olma nedenleri demokratik olandan operasyonel olana kadar çok geniş bir spektrumu ima ediyor. O nedenle de enerjisi hem çok yüksek, hem de olumsuz ve örgütlü olana yem olmaya çok açık.
Max Horkheimer, 1968 hareketlerinde sokağa inmediği için oldukça eleştirilmiş ve verdiği cevapla da çok konuşulmuştu. Horkheimer, şöyle diyordu:
“Günümüzün gençliğini harekete geçiren dürtülerin bir kısmını ben de paylaşıyorum. Ayrılığımız, gençlerin uyguladığı şiddetle ilgilidir, aslında güçsüz olan düşmanlarının işine yarayan, onları güçlendiren şiddetle. Bütün kusurlarına karşın, sarsak bir demokrasi bile bugün bir devrimin kaçınılmaz sonucu olacak bir diktatörlükten iyidir — bunu açıkça söylemek, doğruluk adına zorunlu görünüyor bana... Sınırlı özgürlüğü gittikçe artan tehditlere karşı savunmak, korumak ve mümkün olduğu yerlerde de genişletmek, … umutsuz eylemlerle onu tehlikeye atmaktan çok daha acil bir görevdir.”
Ben de aynen böyle düşünüyorum. Bu duruş, ortamın gerginliğinde, muktedire yakın durma, Stockholm Sendromu ile çarpıtılmaya müsait, olsun. Gezi projesini yönetiminde bulunduğum gazetede haber ve yazılarımla iki yıl boyunca eleştirmiştim. Hatta bizim gazeteden başka hiçbir gazete bu boyutta olayın takipçisi olmamıştı. Gezi ne halkın, ne de muhalefetin umurundaydı o sıralarda. Ağaçların söküldüğü ilk gün ben de oradaydım. Daha sonraki günler de gittim. Yapılan polis şiddetini, ölümleri, yaralanma olaylarını defalarca telin ettim ve ediyorum. Ama bu haklı itiraz alanı, ilk birkaç gün sonrasında, üzerinde akbabaların dolaştığı verimli bir kaos tarlası haline geldi. Tabii, alanın heterojenliği, oradan, haklı bir grubu, veya haklı bir itirazı seçip gözünüze sokmalarına neden oluyor. Bu durum ise, politik ve örgütlü olanın apolitik olana galebe çalacağı gerçeğini değiştirmiyor. “Sokağa çıkın” çağrılarının, ne kadarının adil, sağduyulu ve ahlaki bir yerden yapıldığı kuşkulu. Bu eylemlere samimiyetle katılanların da, daha sonra, haklı itirazlarının, yüksek enerjilerinin nasıl istismar edildiğini görerek üzüntü duymaları sürpriz olmayacak.
Hükümete dönelim ve yazıyı bitirelim. Hükümet etme bir aklı ima etmeli, duyguları değil. Yapılan her hata, “Türkiye diktatörlüğe gidiyor” kampanyasına malzeme taşır. Ciddi bir Erdoğan’ı yalnızlaştırma operasyonu ile karşı karşıyayız. Buradan kimseye fayda gelmez. Ancak sokağı fiştekleyenler, bunun komplo boyutuna dair bilgiler, hükümetin ayarını bozmamalı. Ahlaki üstünlük sürekli gözetilmeli. Çünkü siyasetin ahlaki üstünlüğü, yani demokratik olanı temsil etme ve uygulama gücü, bu krizden en az yara alarak çıkmamızı sağlayacak. Yönetemez hale gelme, sadece sokağın karışması ile değil, kutuplaşmanın taşınamaz hale gelmesi ile de mümkün. İki tarafı çok keskin bir bıçağın ucunda yürümek zorunda bu hükümet.
Bu çağrıyı sağduyusunu kaybetmiş tüm kesimlere yapmak isterim. Ama orası artık çok karışık ve ajite edilmiş duygular hakim. Görünen o ki, bu süreçte “aydınlarımızın” veya aydın sandıklarımızın da çoğunu kaybettik. Bu durumu toparlayacak tek aklıselim merkezi, yine halk ve hükümet görünüyor. Olanlardan ders çıkarmak, diyalogu hiç kesmemek, ölen vatandaşların sorumlularını hızlı bir şekilde bulmak en etkili cevap olur. Adalet duygusu zedelenmemeli. Sokağın neden bu kadar öfkeli olduğu, sadece komplolarla, kötü niyetlilerin provokasyonlarıyla açıklanmaya çalışılırsa, ölümcül bir kör nokta oluşur. Başbakan’ın tek bir sözünün bile çok şey değiştireceği bir ortamda, sağduyulu, kucaklayıcı yaklaşımlar, provokatörlerin her halde son arzusu olacaktır. Bunu da “camiye ayakkabılarıyla girdiler, camide içki içtiler, Gezi’deki çadırlarda kim bilir neler oldu” diyerek yapamazsınız. Hele hele mezhep kavgasının kaşındığı bu günlerde…
Evet, bu özgürlükçü bir hareket değil. Samimi insanlar bunu görmeli ve eve dönmeli. Buradan ancak bir kaos çıkar, 28 Şubat gibi hükümete darbe olmaz, ama hükümet ülkeyi yönetemez hale gelebilir. Bence en büyük risk de budur. Gelin sakinleşelim, demokrasi sorunlarımızı barışçı bir şekilde çözmeye çalışalım. Bu kaybet-kaybet oyununu, kazan-kazan haline getirmek bizlerin elinde.
Tüm farklılıklarımızla, birarada olmaktan daha güzel ne var ki şu hayatta?

Markar Esayan  17.06.2013, İstanbul

Beklemiş Bir Paket Cigaranın Son Umuduna

 

İşte suyumuzu kestiler ama masamda yine bir çiçek
bir çiçeğin akşamı elbet bir çiçeğe benzeyecek

nasıl güzel nasıl diri bir çiçek
dipdiri adamlardan biri bir çiçek

evet ben son ve kesin umuduyum bir paket cıgaranın
bir köhne câmekanda sararmış alıp içmemi bekleyecek

sonsuz bir camekânda
başlangıçsız bir çiçek

alırım seni tüttürürüm bir gün güzel tütün
söyle kim var bunu benden daha iyi bilecek

ey kalın duman gün senindir
kim var senden daha doğru tütecek


ben gelirim seni alırım büyük alanlara gideriz
seninle ben o kavruk biçim bir de o diri çiçek

ne sandın bütün alanlar bizimdir
biziz ne varsa kalan, biziz ne varsa gerçek

işte suyumuzu kestiler bu bir eylüldür ey teşrinievvel
geleceksin intihar özlemleri de kıraçlar da gelecek

nerden baksan bir bütün hüznümüz
nerden baksan sonunda o diri çiçek

ki hüznü bir mavilik duygusuna bozar gideriz biz
çünkü biliriz yılkılarımız serin yaylalarda üreyecek

yağmurlar yağar o serin yaylalara
çünkü serin yaylalarda otlar büyüyecek

bir çiçek bahçesinin elinden tutarız biz, biz olmasak kim ne
kim pundunu bulup paralara kötü pazarlıklara böyle sövecek

ey eski camekân ey diri çiçek
biz olmasak şunlara bunlara kim sövecek

ben seni alırım sakin evime koyarım sakin sonra gideriz
gözlerim mavi, senin dumanın mavi, yüreğimiz bir okka çiçek

suyun da denizin de mavi ve avuçların
biliyorsun bir gün gökyüzü değişecek

işte sürahiyi kırdılar suyumuz kesik hadi bakalım
ey camekân seninle biziz ancak bunları yenileyecek

hadi bakalım ey durgun çiçek
hangi ıslak mendil bunları söyleyecek

tatil bitti. güzel hasır şapkamı bir bıçakla değiştim
suyumuzu kestiler işte ama masamda o diri çiçek

tatil bitti şapkamı değiştim bir bıçakla
o bıçak bir güzel cıgara gibi işleyecek

-turgutuyar-

16 Haziran 2013 Pazar


Çinlilerin güneşi çoktandır sönmüşOrda insan yıldız görmekle nefes alıyor tükenmişliktenBir nehir akmayagörsün, nehir görmeyenler de çıkıyor biraz sonra
s
onra efendim, o meşhur  biraz sonralar da geçip gidiyor
Pazartesi gününe uğruyor zaman, ve bir Çinli de çıkıp demiyor ki
Teknoloji ve Amerika var yakınlarda, bak buzdolabı ne kadar güleç yüzlü
duruyor sen bana bakınca
yakında her eve birkaç güneş girmesi amerikanın tesadüdüfüdür
bir pardon deyişi var ki görmelisiniz avrupayı

rusyayla ne vakit fotoğraf çektirsem aynı kızıllık aynı kızıllık
ama babası durur mu şu çinlinin, çekirdek çitlerken hüzün de duyabilmesi için
poposu mankenlerinkine benzerken helali de bilmesi için
tiyatrodan anlar iken türbanı hor görülmesin için
süpermarketlere her gün bir kaç uğramalı
hayata karşı hazır bulunmalı, fukişimacılığa karşı rahat davranmalı
gözlükleriyle her gördüğüne inanmamalı

Kızı felsefeye yatkın ama kimi aldatacağını hala karıştırıyor
çünkü,

Yoksa dışarı çıkması yeter de artar da ademoğlu için
Görmeye deliliği, unutmazlığın su renkli bidonunu, sevincin kanı bozuk insanlarını

 
 
Delilik ama çok ağır ve arabaya sığmayan cinsten
Birisi olsun ne çinden ne de buralardan
Yani akşamüstülerden ve çiçekleri kolaj çalışmaları için sevenlerden
Birisi olsun hoşlanmıyor utanılacak sade şeylerden
Oysa ben deliysem veya da çindeki deliler deliyse
şeytanı deli edenler ve otobüsleri iyi kullananlar
okçuluk yapanlar ve randevusuna iki saat erken ulaşanlar
Da deli sayılmalıdırlar polislere kimlik gösterirken
cepçilik sanatını postmoderniteye uyarlayanlar da
hanımlarına iyi baksınlar işte, akıllıca ve akılları sıra

Hanım evde bekliyor fotoğrafları dolmalıdır ev içlerine
Gözlükler takılmalıdır
Kim anlar patlıcanın içindeki kötülüğün
Büyük bir kıtayı doyurabilecek kadar sadeleşebileceğini
o halde kim kim oluyor, ne oluyor şeyler, bütün bu şeyler,
bildiklerimizle anlatabiliyor muyuz içimizdekini de
dışarı çıkmak için seferberlikteyiz

leş gibi gördük bize akseden sedamızı, başkasıyla beraber gezen
kaşık çatal ile yapılan romantizm dolu

Hareketler, hararetler, dana yoğurtları ile

Uyumlu hale dönüşebileceğini çinlilerin
bize benzedikleri ve benzemedikleri için
nihayet küçük gözlerle görebildikleri için şeyleri, herkesleri ve tütün
içtiklerinden sımsıcak boşluklarda
çinlilerin aklından geçenlerle içlerinden geçenler
aynen bizlerinki gibi
diye ayırt etmek zavallı bir denkleme karşılık geliyor
darmadağınık bir ordunun aynı zamanda
dörtlü sırada olduğunu unutmaması aynı zamanda
ev önlerinin bahçesizliğinde
ve bizi ikna etmesi gibidir yaprakların
Allahtan geldiğine
ama bizim içimizdeki  kamyonlar son sürat geçiyor kaburgalarımızdan
arabalar ezip geçiyor içimizi hiç durmadan maalesef
ve karakollar baskın düzenliyor oramıza buramıza

içimizin biryerleri acıyor fakat bu, dünyaya karşı sadakatsiz oluşumuz ile
açıklanıp hor görülüyor yine de
yine de nerden baksan sefil değiliz
nerden baksan misafirlik etmişizdir şimdiye dek
o kalın çeperlerinde hayatın

aklımız yani acıyan, yani sürekli sancı edip duran kafamızda
nereye koyup terketsek acaba diye bi türlü terkedemediğimiz

ve bunun üzerine, konuştuğumuzda düşünüyor gibi yapıp
onu yavaş yavaş kaybediyor gibi konuştuğumuz


başımızdaki bela, ağaçların ne işe yaradıklarının, amaçlarının, şekillerinin diyalektiği
yeri gelince saplandığımız koca bir kedere ve kadere benziyor
o değerli taş
birden yahut birdenbire
atının üstüne binip tüm ülkeyi ev ev hane hane dolaşıp
bütün çini ev ev hane hane dolaşıp
bizi maceradan maceraya sürüklemeye
ayaklarımızı yerden kesmeye
yerden göğe kadar haklı olmaya hızını alamadan
hızını alamadan haklı olmaya devam ediyor hala
bir mantığa bürüyor tükenmişliğini, tükenmişliğimiz, tükenmişliğini çinlilerin
ve çin ulusal ordusunun

kimsenin zavallılığı kimsenin zavallılığıyla karıştırılamaz
kimsenin yalnızlığı kimsenin yalnızlığıyla dövüştürülmez
kimsenin kutsalı ve öteberisi başka kutsallar ve öteberileriyle sidik yarışına tutulmaz
kimsenin çinlisi başka çinlilerle değiştirilmez
ama ortada bir gerçek var
ortada koskoca ve sert söylenmedikçe önemi yeterince anlaşılmayan
ve azalmayan da aynı zamanda, bir gerçek ve bu gerçeğin
yanında bulunmak suretiyle kendilerini gerçek addedecek durumlar
ortada dünya kadar insan ve dünya kadar yalan
ortada borca sıkışan ve borca sıkışanları avlayan
yani ortada bunca sarışın alem varken
yakalatan, bozuk para misali bozduran bir kişi gibi bir kişi var
bir kişi var, bir böcek, bir böcek ineği gibi
ara ara karaktersiz bir sülüğü de andıran
ve tamamen kedi boku kokan, fare leşini hatırlatan
bir kişi olarak daha sayılamayacak bir kişi
hatrı sayılır yavşaklığı bulunan
evlenmede birinci
bir kişi
ki bu herkesin kendisi

ikinci el acılar ve solmazlıktan bıkmış usanmış güller
solmayı bekleyen diri adamlara benzemişler
zaten bu gidişle karıncayı bile incitmekten itina eden
deyuslar türemişse
bu ahlak karmaşasının gülen ve ağlayan ortak yüzü
kime acıyıp kimi tokatlayacağımızı net bir şekilde
göstermezken
hangi çağa düştüğünü nerden bilecekken
uyum sağladığımız kederler ve hüzün
pratikte yoklar aslında
ve içindeki ceviz ağacını bir çeşit hastalık şeklinde tanımlayan
yine kendi kendimizdir tabii ki,
biz ki günah çıkarmaya giderken yakalanmış
ortaçağ vapurlarına atlayıp orda kaybolmuşiken
dikenler iken ellerimizi uzatmayışımız yakındakilere
kovboy filmleri daha özenli çekilirse
bir sürü kovboy türeyebilecekken
devrimlerin muhteşemliğine övgüler yağdırmadığımızdan mıdır nedir
nerdeyse kavgaya tutulmuşluk
nerdeyse sarı odalarda kavrulmuşluk en az çinliler kadar
hayret uyandırmıyor mudur tanrılarda.
içimizde neşesi en yerinde olanlardır
parfümlerini karıştırabilip yeni kokularla hayata karışanlar
ve bir şiir çıksın meydana, hemen alır gelirler
dua etmesini bilmedikleri için mi yargılayacağız onları.

yetişmez bir ciğara şimdi, evde umulmadık bir misafir temizliği
hassasım bu konuda, en azından kendimi kendim hariç birisine açıklamaktan
aşırı derecede imtina edeyim ki, hala sokağa çıkacak kudret  heyecanımda saklı kalsın
işte sırf bu yüzden, delirmemek konusundaki becerililikliğimi nasıl başardığımı
yazmak istiyorum bir gün kendime, nasıl oluyorsa biliyorsunuz işte, kalem buz tutuyor
balıklara dinamit atılmış gibi ben sandalda ve gölün merkezinde tek başınayım sanki
üç el ateş ediyorum, kimse ölmek bir yana dönüp bakmıyor bile
herkes şarkıyı dinledikten sonra herkes neden şarkı söylemek istiyor ki
hemen yer değiştirmek arzusu peydah oluyor zihnimde, cereyan çarpmış gibi kafamızı
altüst olmuşuz gibi, oturduğumuz  ama bulunmadığımız yerlerde, ve hiç kalkmadığımız ama orda bulunduğumuz için kaybolmuşluğumuzu gördüğümüz yerde
öfke içinde ve dertler içinde yemin edebiliriz, ama ben hala burdayım tüm düşündüklerime ve hayalettiklerime rağmen, elimle teşbih sallayışım ise, rastlantı değil, bir uğraş değil
pozisyonumu kabule yanaşmasam da, bir şeylere uyum sağladığımın kanıtı şeklinde özet çıkartıyor
demekki: birşeylere uyum sağlamanın rahmidir insanlar
hayatım seyredecek seyrinde muhakkak, devam edecek devam eden şeyler muhakkak ve  on yıl sonra elimde tesbih görmezsem bile, deliremeyeceğimi aklımdan çıkaramadığımdan,

deliririm belki de.

ve neyse ki, misafir karşılamaya yetecek yaştayım, gevezelik etmiyorum
aksine gevezelik beni sıkıştırıp durmasına rağmen, elimin tersiyle itiyorum
 şarkıları, görüntüleri, resimleri ve yazıları, yenilikleri ve gerilikleri unutmaya kalkıştığımı bile hissediyorum o anlarda ve neticesini de alıyorum bu kalkışmalarımın,
maksat benim umrumda olmayan şeylere dört elle sarılan kimselerin
duyumun arttırıp, ne halde bulunduğuma dair etiketler edinmemeleri, bu çeşit
gösterileri sizin de yaşadığınıza eminim, kimseye koz kaptırmamak derdi bir yana
maçaları biriktirmek ölüm kalım meselesi haline geliyor bir süre sonra. böylece siz
ayrılıyorsunuz kendinizden, başka yerdesiniz ve ölmek nedir bilmiyorsunuz işte.

 

14 Haziran 2013 Cuma

kaçtım telefon gurbetinden temmuz topraklarına


(nehir şiir)

«geldi geçti ömrüm benim, şol yel esip geçmiş gibi
hele bana şöyle geldi, bir göz açıp etmiş gibi»

yorgundu yel. yoktu hava. pisti karanlık.
kucakta kaldı ölü.

sen, korkak sabır!
sen, renksiz umut!
sen, yönsüz öfke!
defolun!

acımak, sen de!
alışmak, sen de!
sen de, yatalak acı!
defolun!

daha mı?
yine mi?
ne vaktedek?
kucakta kaldı ölü
kucakta kaldı ölü
heeeey
kucakta kaldı ölü!

tören kuklaları, yıkılın siz!
iğreti bayramlıklar, siz de!
siz de, göstermelikler! defolun!

dışındayım alkışların. dışındayım bulvar şenliklerinin.
benimle konuşmuyor artık, gümüş leğenlerde fırtınalar kağıt gemiler

varoşlar işte orda! bu çözük kokusu bulvardan varoşlara.

kucakta kaldı ölü. büyüyor yalnızlığım. ey ateşler nerdesiniz!

nerdesin barışmazlığım!
nerdesin çelik gözlüm!
nerdesin kınına sığmayanım! kahpelik
işte burda!
karanlık işte burda!
gözyaşı işte burda
ey ateşler nerdesiniz
nerdesiniz eeeey

kucakta kaldı ölü!

Bıraktım oburkenti. kaçtım telefon gurbetinden temmuz topraklarına.

soluyan dağ, yaratan yeşil, bezirgânsız sabah, ve çıplak gülüştü özlediğim.

karıştım harman sarılarına, oğul arıların kızgın şenliklerine.

yalansız acı, yalansız umut, yalansız ağıt, ve yalansız yoksulluk

daldırdım ellerimi dağ sularına otlara dikenlere aşka ve yoksulluğa

yaşadım kaç bin yılın ağrısını o ilk yıldızların altında

yaşadım bir eskizaman heykelinin direnen yalnızlığını:

renkli tırtılların kızgın kelebekler halinde
savrulduğu o çoksesli yaz gecelerinde uzak
pınar ezgilerinin yaprak ve yıkıntıdan kal-
kıp yaprak ve yıkıntıya konup pırnal kü-
melerinde cırcırböceklerinin sular gibi coş-
kunluğuna dönüştüğü o çoksesli çağıran

yaz gecelerinde bir eskizaman heykelinin
direnen yalnızlığıyla dikilip o insan toprak-
larda dokundum zamanın soğuk etine
seslenen kim?
gelen ne?
kan mı gelincik mi ateş mi gül mü
nedir ayrılık?
nedir bu som kayalardan geçen
[bu gölge?
gölgeler
gölgeler
ve tuz dağı gözyaşı
ağlasun ayşafağı
ağlasun ayşafağı
ayşafağı

mektuplara el sürmeyin iğreniyorum
kırkayaklar gezinmesin kitap sayfalarında
vurmayın kanlı ellerinizi ak sabahlara
çekin gölgenizi güzelliğimden
güzelliğim kaç bin yıl
güzelliğim kaç tûfan
kaç yıkım kaç kurtuluş kaç umut güzelliğim
körpe fidan kahkahası
tepelenmiş körpe fidan
bu benim güzelliğim
çekin gölgenizi güzelliğimden
çekin ve çekilin umutlarımdan
silâhlarla oynamayın
ürkütmeyin dalımızın bir avuç mavisini
yeşiline kıymayın bu bahçelerin
silâhlarla oynamayın
silâhların ardı korku
korkunun koldaşı zorba
susarım göl göl amma
akarım alttan alta
bulanırsam durulmam güç

silâhlarla oynamayın
ürkütmeyin dalımızın bir avuç mavisini
ateşlere ateşlere itmeyin ellerimi
çağ açıp çağ kapatan
şu korkunç ellerimi
ateşlere ateşlere itmeyin ellerimi
yükseltmeyin duvarları
çoğaltmayın kilitleri
demirlerle kilitlerle duvarlarla gelen akşam
karnında getirir karanlık sabahları
gül açan bülbül öten o yağma görkem şimdi
silâhlı atlı itli köşkler konaklar şimdi
köleli câriyeli saltanat şimdi
birer bostan korkuluğu
birer iskelet şimdi
silâhlarla oynamayın
ürkütmeyin dalımızın bir avuç mavisini

yok mu şuralarda bir su bir pınar
yok mu, içim yanıyor!
yok mu bir ses bir soluk
gören göz duyan kulak
yok mu, içim yanıyor!
ağıtlara ağıtlara akıyor sevdiklerim
yaklaşıyor adım adım
yaklaşıyor, gören yok mu
tek düşmüş acıların
teke tek kavgaların
kaçınılmaz kargaşası
yaklaşıyor, gören yok mu!
taş kızgın
damla tek tek
yaklaşıyor, gören yok mu!
taş kızgın
damla bulut
ey benim göre göre gökleşen gözüm
hani, nerdesin?
gelsin mi gölgecesine
vursun mu kahpecesine
kucakta mı kalsın ölü
hep mi böyle damlarda
hep mi böyle karayerin altında
ey benim göre göre gökleşen gözüm
hani, nerdesin?
evet, korku.
evet, zulüm.
evet, ihanet.

şimdi bir kan şeridi bulvarda gece
şimdi bir kopuk kol gecede bulvar
yok mu şuralarda bir su bir pınar
yok mu, içim yanıyor!

hasan hüseyin
O köhne düzeni bu sefer de sen sürdüresin diye mi yetki verdi, sana bu millet?

namık çınar
rüya gördüm, çağların duvarı uzuyordu
önümde. granitle etten bir yığındı bu.
bağrına uğultusu sinmişti milyonların
endişeden kaskatı kesilen o duvarın
loş oyuklarda vahşi gözler parıldıyordu,
yığınlar, kabartmalar, nakışlar oynuyordu,
zaman zaman önümde açılıyordu duvar.
yeşimden somakiden ve altından saraylar.
uluların, bahtiyarların otağ kurduğu,
cihangirlerin kandan, buhurdan kudurduğu
inler görünüyordu, seher yeliyle nasıl
ürperirse bir ağaç, o duvar da muttasıl
öyle ürperiyordu. alınlarında burçlar,
alınlarında altın başaklardan sorguçlar,
muammanın üstüne bağdaş kuran birer sır
gibi çöreklenmişti sur’a binlerce asır..
sanki temel taşları canlıydı da, bu mahşer
göğe yükseliyordu… sanki binlerce asker
gecelerin fethine çıkan koca bir ordu
birden taş kesilmiş de orada uyuyordu
kayan bulutlar gibi dalgalanıyordu sur
o hem canlı bir yığın hem bir hisardı. çamur
kanıyor, toz göz yaşı döküyordu. mermerin
elinde bazen kral asası, bazen keskin
bir kılıç pırıl pırıl yanıyordu. duvardan
taş değil de kelleydi sanki her yuvarlanan..
insanlığı önüne katan o meçhul rüzgar,
şekilden şekile giren adem, dalgalar kadar
oynak havva, vahdette sonsuzlaşan insanlık,
ecelin eğirdiği esrarengiz karanlık
yumak: alınyazısı, çırpınıyordu orda..
bazen şimşek duvarı aydınlatıyordu da,
yüz milyonlarca çehre pırıldıyordu birden,
bizim hep dediğimiz o hiçlikti beliren:
tanrılar, tacidarlar, kanun, şeref ve zafer,
çağların ırmağında akıp giden nesiller,
ufukları kuşatan karanlık bir silsile
misali, gözlerimin önünde binbir çile,
binbir acı, cehalet, açlık ve hurafeler,
ilim, tarih… uzayıp gidiyordu. bu mahşer,
çöken bir kainatın enkazıyla yoğrulan
bu duvar karanlıkta gittikçe daha yaman,
gittikçe daha yalçın, daha sarp, daha mağmum
yükseliyordu ama nerede bilmiyorum

***
ne adetleri saran muamma, ne göklerin
sis perdeleri insanoğlunun sakin, derin,
inatçı bakışına set çekebilir.. demin
kaypak, karışık görünen, şekillerin
sinesinde dalgalar gibi yuvarlandığı,
gözlerimin heyula, serap, duman sandığı
o duvara dikkatle bakıyorum.. bulanık
göz bebeklerim berraklaştıkça, o karanlık
tecelli yavaş yavaş sisten sıyrılıyordu

***
girdaplardan göklere yükselen mahşerdi bu!
her hücresinde bir dev vardı. uğursuz asır,
nankör asır, pis asır… gerçeği kuşatan sır,
bulut ve dünya: şimdi tarih ardına kadar
açmıştı kapısını… bu rüyada uluslar
zaman merdivenine yaslanmışlardı set set…
hayalden sütunlara dayanmıştı her mabet..
bir yanda kahramanlar bir yanda peygamberler
ve membreye gaipler aleminden haberler
fısıldayan dodon, teb, raphidim, kutsalkaya,
arzı-ı mev’ut, musa’nın kolları semaya
kaldıran harunlar hur, cenkler ve tih sahrası
amos’un kasırgasıyla çalkalanan arabası;
sonra bütün o yarı haydut yarı hükümdar
masal kahramanları, melekler, nim-ilahlar
adları kah sevgiyle, kah kinle bayraklaşan,
efsanelerin gümrah ışığıyla kaynaşan
insan avcıları: hint, iskandinav elleri
ispanya ve destanlar: hem de en güzelleri
iradeleri çelik mızraklar gibi yalçın
yiğitler, hatırası karanlık asırların
sessizliği içinde eriyen kafileler
talut, davut, delf şehri, endor mağarası, her
akşam altın makasla kesilen mukaddes mum…
ölülerin arasında nemrut’u görüyorum.
başaklara yan gelmiş booz. işte tiberler
tanrısal ve muhteşem başlarında efserler,
tasit’in kaleminde laleleşen o parlak
gerdanlıkları dört bir yana ışık saçarak
capree, forum, ordugah dolaşıyorlar. tahtın
karanlık zindanlara kadar uzanan altın
zinciri… dağlar kadar yalçındı bu garip sur..
bu tecelli her şeyi kucaklıyordu: çamur,
işık, madde, ruh bütün şehirler: teb, atina,
tir’in ve kartaca’nın heybetli enkazına
dayanıp da yükselen roma… bütün nehirler,
sezarlığa özenen her zıpçıktıya: yeter!
yeter! vatandaş kalmak istiyorsan, dur artık!
diyen rubikon, esko, ren, nil ve ar. karanlık
bir iskelet misali göğe set çeken dağın
zirveleri sislerle örtülüydü. o kalın,
o hayalet bulutlar ay’ı aralarına
almış sürüklüyordu. ve meçhul bir fırtına
hisarı zaman zaman ürpertiyordu. işık
sisle kucaklaşıyor, esrarlı bir aydınlık,
çağdan çağa, taçlardan kalkanlara akseden
gölgelerle oynuyor, kaynaşıyordu. derken
almanya oluyordu birdenbire hindistan,
süleymanın nurundan bir parıltıydı şarlman:
beşerin muzlim, garip, sonsuz mucizeleri
hürriyetin maddeyi canlandıran zaferi..
zümrüt yamaçlı pindus; yanık yamaçlı sina
uzaklardan newton’u müjdeleyen hiseta…
keşifler: ummanları aydınlatan meşale!
fulton vapura binmiş jason yelkenlisiyle.
hem marseyyez, hem eşil… tayf da orda melek de..
elektr’in kapısında capanee beklemekte,
ve lodi köprüsünde bonapart ayaktadır;
neron alkışlanmakta, mesih kıvranmaktadır.
işte tahtın uğursuz, korkunç kasvetli yolu
terle, çamurla, kanla, gözyaşıyla yoğrulu..
sonra muzlim bir tepe ve gölgeler: uluyan,
homurdanan, küfreden, tepinen, cana kıyan
şuursuz yığın.. heyhat! bu ne derin uçurum!
boğuk sesler ve canhıraş çığlıklar duyuyorum:
sefalet hıçkırıyor, o şifasız hançere
durmadan, dinlenmeden sızlanıyor, boş yere:
zaman zaman buğulu bir aynaya benziyen
bu garip, bu esrarlı manzaraya akseden
hem benim varlığımdı, hem bütün bir kainat.
dal dal ve yaprak yaprak fışkırıyordu hayat.
şehvet de oradaydı, ölüm de, felaket de,
ten değiştiren ruh da, ruh değiştiren et de:
insanlaşan tanrılar, tanrılaşan insanlar
geçiyordu önümden dalgalandıkça duvar.
ve sonra varlıkların karanlık mahşerinde
gözleri alev alev, dudakları hande,
muzlim, mağrur, müstehzi biri dolaşıyordu.
biraz dikkat edince tanıdım: şeytandı bu.
tanrının ormanında kurnaz kaçakçı şeytan.

***
sonsuz karanlıkların bağrına hangi titan
çizmişti bu tabloyu? bu kabuslu rüyayı
hangi heykeltıraştı işleyen? bu binayı
kuran kimdi? hangi el sefaleti, dehşeti,
matemi gözyaşını ve binbir cinayeti
kanla, çamurla, sisle, ışıkla yoğurmuştu,
hangi el bu acaip silsileyi kurmuştu?
titriyordum. bu rüya insanlıkla hilkatın
muzlim kaynaşmasıydı. sütunlarından emin
fışkırıyordu. surdan göğe yükselen kollar
yumruklaşmıştı hınçtan! vücutlar bir canavar,
vücutlar gomore’ydi. ruhlar sahyun kadar saf,
dünle bugün yan yana dizilmişlerdi saf saf:
orda hayvanla insan tek varlık gibiydiler,
burası cennet miydi cehennemde miydiler,
bilmiyorum. günahlar korkunç gölgeleriyle
yerde sürünüyordu. orda çirkinlik bile
devasa nakışların korkunç azametiyle
hemahenkti. derinden süzdükçe bu duvarı
apaçık görüyordum hayal olan çağları.
nasıl kenetlenmişse sırtımızda kemikler,
orda da öylesine kaynaşmıştı hayır, şer.
mezar karanlığından bir yığındı o duvar,
dumanlı bir sabaha doğru yükseliyordu.
gecelerin göğsünde rüyalaşan asırlar
işıltılı bir fecrin koynunda eriyordu.
yer yer ağarıyordu bağrında ufukların,
bulanık ve yıldızlı sislerle haleliydi
günün kasvetli nuru soluk bir ter gibiydi
alnında o duvarın.

***
için için ürperen, dalgalanan, kaynaşan
bu tayflar dünyasını seyrederken, fezadan
bir uğultu boşandı, ezeli sessizliğin
bağrından kopup gelen iki korkunç ve derin
çığlık duydum. gök kubbe sanki aralanmıştı

ilk sayha tan yerinden kopup kanatlanmıştı,
orestinin ruhuydu sisleri delip geçen.
aynı anda gecenin karanlık sinesinden
apokalips uçtu. bir küsuftan fırlayan
kara bir ifrit gibi korkunçtu, tehditkardı.
yaklaşan o iki ruh gölgeden iki şar’dı
bir gelişleri vardı sisleri yırta yırta,
çok geçmeden ezilip gidecektim mutlaka.
titriyordum.
geçtiler bir sarsıntıdır koptu;
kader, diye haykırdı birinci ruh. uğultu
cevap verdi ikinci ruhun ağzından: tanrı!
bu iki vaveylayı dehşetle tekrarlardı,
meş’um yankılarında karanlık ebediyet.
ürperdi, çalkalandı ve dalgalandı zulmet,
bu korkunç naralarla titredi sur.. hükümdar
miğferine el attı, put tacına.. ve duvar
bir cam gibi sarsıldı, kırıldı, parçalandı,
karanlığa karıştı. o ne korkunç bir andı!
iki ruh kaybolunca hayalin sislerinde,
iki büyük kuş gibi.. karanlık perde perde
aralandı ve duvar ayan oldu. bölmeler
çatlamış, parçalanmış, zedelenmişti yer yer
sütunları muhteşem, cidarları perişan
yıkık mabet gibi ulu yamaçlarından
girdap görünüyordu.

***
ruhlar geçtikten sonra
bir hayli değişmişti önümdeki manzara…
sur’u parçalamıştı iki kanat darbesi,
varlığı kucaklayan o hayal mucizesi
o dört başı mamur sur, sinesinde kaderin
sonsuzla kaynaştığı; en eski devirlerin
çağımızla yan yana otağ kurdu bu duvar,
bağrında asırların, teftiş gören ordular
gibi hep bir ağızdan: “buradayız” dedikleri
tekmil mevcutlarıyla nöbet bekledikleri
o hisar yoktur artık ortada. o kıtanın
yerinde adacıklar belirmiş, o cihanın
sinesinde mezarlar yükselmişti: sütunlar
hala heybetliydiler, hala ayaktaydılar,
ama üstleri boştu.. asırlar darmadağınık,
asırlar parça parça uzanıyordu artık.
hepsi de yaralıydı, sakattı, perişandı..
gölgeler bir bataklık gölgeler bir ummandı,
yıkılan asırları kucaklamıştı gece
sislerle sarmaş dolaş, bulutlarla iç içe,
bir rüyanın perişan enkazıydı bu mahşer,
viran, uçsuz bucaksız bir köprüydü… kemerler
birer birer çökmüştü. neredeyse uçuruma
karışacaktı.. yahut muazzam bir donanma
bozguna uğramış da batıyordu.. fırtına,
zirveleri dolaşan o kekeme boyuna
aynı söze başlar da bitiremez, bocalar;
o kesik, o karanlık, o garip cümle kadar
müphemdi, perişandı, bir acaipti bu sur.
yalnız gelecek günler, soluk bir fecrin mahmur
pırıltısı içinde dal dal ve çiçek çiçek
açılıyor, bulutlar arasından geçerek
bir yıldız gibi mağrur yükseliyordu, insan
yıldırım görmüyordu ama, o ihtişamdan
tanrının varlığını seziyordu.

***

o kaypak
o loş pırıltıları yer yer ve yaprak yaprak
aksettiren: atiyi, maziyle aydınlatan
bu kitap o esrarlı, o karanlık rüyadan,
o canlı heyuladan doğdu.
fevza, kafamda mısra mısra billurlaşırken
doğum sancılarıyla kıvranırken şuurum
başucumda bir hayal belirdi: vakur, mağmum,
tarihin hemşiresi efsaneydi bu… sonra
o gitti tarih geldi… ikisi de sırayla
bir şeyler karaladı, önümdeki deftere…
maziden, uçurumdan, karanlıktan bir esere
intikal eden nedir? soluk bir takım izler...
hakkın iradesiyle fırtınalı denizler
gibi coşkun kabaran devrimlerin yankısı,
zelzeleden sonraki o enkaz yığıntısı,
istikbalin bulanık fecriyle parıldayan
molozlar… insanların kırık dökük, perişan
yapıları.. bağrında karanlıklar barınan
çağların harabesi.. ve gökte zaman zaman
yıldızlaşan bir fikir.. korkunç bir salhane bu,
ölümün barındığı uğursuz kaşane bu.
duvarlarını kader örmüş bu viranenin,
ama saçaklarında bazen şuh bir güvercin,
bazen de bir ışık var.. o kuşun adı:ümit
o yıldızın adı: hürriyet. ve sonra vakit vakit
iğrenç taş yığınları arasında sürünen
ifritler, ejderhalar ve sislere bürünen
hudutsuz, hailevi bir enkaz silsilesi..
kadim babilin tüyler ürperten bakiyesi
perişan kulesidir bu kitap varlıkların,
hayrın, şerrin, matemin ve fedakarlıkların
hazin abidesidir.. ufuklara hükmeden
o yalçın, o serazat, o mağrur silsileden
bugün ne kaldı? dağınık, kırık dökük, derbeder,
karanlık vadilerde seraplaşan şekiller,
çirkin yığınlar, garip harabe azmanı;
beşerin yavuz, sonsuz, perişan dasitanı.


victor hugo

çeviri:cemil meriç

9 Haziran 2013 Pazar

Zvonko Makovic şiiri

ve açık bir pencere mi?
-ve açık bir pencere.
ve açık pencereden gördüğün her şey mi?
-ve açık pencereden gördüğüm her şey.
ve o açık pencere önündeki her şey mi?
-ve o açık pencere önündeki her şey.
ve o açık pencere çerçevesine sığmayan şeyler mi?
-ve o açık pencere çerçevesine sığmayan şeyler.
ve açık pencere önünde oldukları için dokunabildiklerin mi?
-ve açık pencere önünde oldukları için dokunabildiklerim.
ve açık pencere ötesinde oldukları için uzanılamayanlar mı?
-ve açık pencere ötesinde oldukları için uzanılamayanlar.
ve yakındakilerle uzaktakiler mi?
-ve yakındakilerle uzaktakiler.
ve açık pencere?
-ve açık pencere.
ve açık olmayan ama açılabilecek bir pencere mi?
-ve açık olmayan ama açılabilecek bir pencere.
ve açık bir pencere mi?
-pencere açık değil, açılamaz da.
ve önündeki bir pencere mi?
–ne pencere açık ne de arkasındayım.
ne pencere açık ne de açık pencere gördüm.
ne de açık pencere ardında bir şey gördüm.
ne de açık pencere ardındaki bir şeye
dokunabilirdim, çünkü ne pencere açıktı
ne de bir an bile olsa pencereydi.
sonuç olarak, ben açık bir pencereden söz etmek
bile istemiş değilim.
ve açık bir pencere mi?
-ve açık bir pencere.

 

3 Haziran 2013 Pazartesi

Eleştirel Günlük: Gezi Park'ı Direniş Notları

Eleştirel Günlük: Gezi Park'ı Direniş Notları: Metin Solmaz'dan: 1. Çok haklıyız.  O kadar doğru bir yerde duruyoruz ki, Başbakanın konu üzerine yerleşik alaycılığı, gevrek gülüşü ...


Gezi Park'ı Direniş Notları
Metin Solmaz'dan:

1. Çok haklıyız.
O kadar doğru bir yerde duruyoruz ki, Başbakanın konu üzerine yerleşik alaycılığı, gevrek gülüşü örselendi. Birkaç gün önceye kadarki o özgüven abidesi şimdi olayı zavallı CHP'ye maletmeye çalışıyor. Nasılsa (yıllardır yaptığı gibi) kolay başa çıkarım diyerek. Yemezler. Direnişimiz hiç bir partiye, gruba, din yahut mezhebe yahut siyasete ait değildir.

2. DİKKAT:
a) İçkiciler: Çok basit. İçkiliyken nasıl araba kullanılmaz, sivil direnilmez de. İçki eğlence için içilir. Bu bir eğlence değil. Sizin bu şekilde eğlenebiliyor olmanız bu şekilde eğlenme hakkınız olduğu anlamına gelmiyor. Gidin evinizde için. Her hareketiniz zarar oluyor sonra. Hem itici görünüyorsunuz. Hem çevreye zarar verme, hem zarar görme potansiyeliniz artıyor. Hem de çok çirkin görünüyorsunuz. Bir elde Gaviscon, bir elde bira, ne bu?

b) Sağı solu tekmeleyen, taş atanlar: Bunlara tek kâr edecek şey civarı tarafından uyarılmaktır. Her kalabalıkta çok Die Hard seyretmiş birileri çıkacaktır. Bu ezik saldırganları uyarın. Direnişimize en çok zarar verenler bunlar. Polisin attığı gazı geri atmak kutsal bir harekettir. Ama taş ne iş? Dün Beşiktaş'ta onlarca arabanın camı kırıldı bu heyecanlı zibidiler yüzünden.

c) Nezaket, temizlik gibi sıradan insan özelliklerinin direniş esnasında da korunması gerekir. Biz insanlığımızı korursak bu direniş yükselir. Söylemesi bile ayıp ama: Yerlere çöp atmayın.

3. Sevgili kemalistler:
Heyecanınızı, bezginliğinizi anlıyoruz. Olayı kemalizme maletmeye çalışmayın. Siz de takdir edersiniz ki Atatürk bir sivil direniş önderi, bir muhalefet sembolü değil. O yüzden "Mustafa Kemalin askerleriyiz" gibi zırvalara kaptırmayın kendinizi. AKP'den kurtulup asker mi olmak istiyorsunuz? Demokrasi isteyen insanlarız. Hem bu iş cumhuriyet mitingleri gibi piknik fasilitesi değil.

4. Sevgili kürtler:
Sizi gayet iyi anlıyoruz. 30 yıldır "orada" olan üç beş gün "burada" oldu. Hem de düşük şiddetle. Yer yerinden oynadı. Ne yapalım ki İstanbul'a bulut gelmeden Türkiye yağış almaz. Yanımıza gelin. Sırrı Süreyya başta olmak üzere BDP'nin şimdiye kadar verdiği destekten memnunuz. Dahasını istiyoruz.

5. Sevgili dindarlar:
Sizin vicdanınıza ne oldu? Neden bu kadar azsınız? Daha fazla mütedeyyin arıyor gözlerimiz.

6. Sevgili AKP seçmeni:
Şu ana kadarki medeni davranışınızın devamını dileriz. Aramızda sizden epey insan olduğunu mutluluk içerisinde biliyoruz.

7. Polis:
Elinizdeki o gaz bombalarını TOMA hortumlarını kullanırken kime karşı kullandığınızı iyi düşünün. Şiddet göstermeyen birisine şiddet göstermek dünyanın en haysiyetli hareketi sayılmaz.

8. Asker:
Harbiye ve Gümüşsuyu'ndaki iyilikleriniz için teşekkürler. Ama daha fazlasını istemiyoruz. Askerin bugüne kadar ne getirdiğini çok iyi biliyoruz. Sizden gelecek yardım yardımcı olmayacaktır.

9. Sosyal medyacılar:

Hep sosyal medya başında olun. Sokaktakiler genellikle rahat kullanamıyor, sokaktakilerin haberleşmesine yardım edin. Amman her topa girmeyin. Zaten ortalık gaz dolu gaza gelmeyin. Teyit almadıkça ciddi haber vermeyin.

10. Medya:
Allah belanızı versin. Sizden bir bok olmaz.

kaynak: eleştirelgünlük veya http://elestirelmedyagunlugu.blogspot.com/

AMA HALA NE ARADIĞIMI BULAMADIM


 En yüce dağlara tırmandım,ovalarda koştum
Sadece seninle olabilmek için
Koştum,süründüm,şehir duvarlarını dümdüz ettim
Sadece seninle olabilmek için
Ama hala ne aradığımı bulamadım
Baldan tatlı dudakları öptüm,
parmak uçlarındaki iyileştirici gücü hissettim
Ateş gibi yanıyordu bu yakıcı arzu
Meleklerin diliyle konuştum,şeytanın elini tuttum
Gece ılıktı,bense taş kadar soğuktum
Ama hala ne aradığımı bulamadım
Kurtuluş gününün geleceğine inandım
O zaman tüm renkler birleşecekti
Ama hala koşuyorum
Bağlarını kopardın,zincirlerini gevşetin
Çarmıhı ve utancımı taşıdın
Biliyorsun inanmıştım,
Ama hala ne aradığımı bulamadım...

U2

1 Haziran 2013 Cumartesi

güldüğün zaman ne olur biliyorsundur

Sivasa kadı olsan da, fenere santrafor da
Biraz sürse de gözünün ışıllığı, yüzünün gözü
Ağır Aksaklığı kelimelerin, taranmışlığı saçlarının
Seni reklamlarla ayartan sevgili ihtiyaçların
Senin malborolarınla bir başınalığın
Bir başınalığının bir başınalığı hatta
Hatta bizim evlerin önü eskiden govendlerle
çiğnenip eskitilmiştir hatta
Pek uzağa kaçamıyorlardır bi türlü senden, seni bulup getirtiyorlar
Hızlı trenlerde, ağır aksak ve ağır aksak
Dedem geldi aklıma böylelikle
Bunlara şaşırmanın ağır aksak gülmesiydi dedem
Desem 1989 senesi için, desem kirli bir aynamız bile yoktur için
Öleceğimi anlamakta bu kadar uzun bekleyişim
Bir ceviz ağacından düşüşüme denk geldiği için
Bir kızın memelerini sıkmak için dört kere merhaba
Ve adı Tuğba olanlar için
Hem de öyle nasıl bir taş gibiydi için

Kısa pantolon giymeden çocukluk yapanlar da vardır
Ve öldürülmeye en müsait çocuklardır köylülerinki
bayram sabahı ve ezan, bayram sabahı ve ezan
Erkenden ve mecburen camiye koşanlar için
Daha bir manzume bile yazılmamıştır
Anlıyabiliyor musunuz beni yemin ederim?
Pek uzağa gidemez, eli kulağındadır seni bulmasının
Bizi bulanların, bizi kana ve biraz elma kokusuna bulayanların
Döğüşlerinin, en gizli pusulardan, en isabetli oklardan
Kurtulmanın olimpiyat şampiyonu, gezme tozma şampiyonu
Yani içindeki pisliğin, hamam böceklerinin
İçi puştluklarla doludur yemin ederim
Bir otobüse atlamış da geliyormuş gibi yapmadan geliyordur sanki
Senden çok hoşlanmıştır işte, ara ara aklından çıkmıyorsun
Bunu bil artık

Bu huzursuzluk, bu tükenmek bilmez, yazılmış kesinliğin
Kesinliğinin batısı, köy boşaltılırken düşünülen şehirlerin
aynısıdır yemin ederim.

Ben nereye nasıl geldim
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum
Kimi tanıdığımı ve neden koltukta oturan bir sigaraya dönüştüğümü
Neden bilmem gerektiği konusunda en ufak bir fikrim yok
Lazım da değil
Ve bir şey zaten beni çoktan,yani çoktandır bir şeyler zaten olmaktaydı
Biz, haberimiz, yokken
Ben yazılan biriyim, örneğin yazıyorlar ve benim çişim gelebiliyor
kadar Türkçem vardır
Örneğin kaderimiz olan o kırmızı
Dünyaya kırmızı renkli bakışlarımız yani
öylesine tuhaftı ki, bu tuhaflığımızı örteceğiz ve kimse görmesin için
ne kadar çok marş vardıysa hepsini teker teker okumak zorunda
olmak yemin ederim, şimdiye kadar hiç de zor değildi,
dedim ya geç anlamıştım öleceğimi anlamayı
yani sizin bütün Yazılarınızı okuyoruz ve saygı duruşları başlıyor maalesef
Marşlarla devam ediyor sizin çaresiz Müslümanlığınız

sonra sana kaçılabileceğine dair bir his bir şüphe
bir şehrin kirli bir damından atlayıp
sanki ,yağmurla beraber yağmur gibi, düştü üzerime
ellerim bu ıslaklığı şaşkınlık içinde
durup beklemek gibi anladı.
Kaçtım şiirlerle, uykularla ve açık kalmış pencerelerinle
Yağmurun yağışını kaçtım ve bütün perdeleri ben açtım
Otobüse atladım ve dünya serinledi benim neşem yüzünden
Yenilgi yenilgi büyüyen esmerliğinle, (bu arada güzelliğini esmerliğine borçlu olanlara
selam verdim, bu çok elzemdi benim için)
Facoult ne demiş, gazeteler ne demiş gevezeliğinin
Acıklı bir filme benzemesiyle
Bir erkeğin aklından geçenleri bilen kızların
Ne kadar oruspu olabilecekleri konusunda
Aklımdan geçenlerle
Manav bana uzun bakarken
neyi kastetmiş olabilir gibi hususi ve küçük dertlerimle
altüst olmuş kalmışken
çocuklara en fazla nasıl ağlayacaklarını öğreten sen ve dünya
sen ve köşede birdenbire karşılaştığın malum öfken
geçip gitmiyor ve geçip gitmiyorsa
kim daha çok yalan söylemiştir bilemedim
vallahi.