30 Nisan 2011 Cumartesi

bahçemize dikilen pardesüyü

bahçelerde kaynıyorsun, parmaklarının berberlerinde bir çeşit megaloman
çok fazla fiyakalı gardiyanları yetiştiriyor annen gibileri, sana bir çeşit sus payı sunuluyor
kırıldıkça olgaya daha çok benziyor muyduk neydik, o kadar taranmış mıydık neydik?
kırmızılı ve çilli kim varsa ikimizden gayrı, biz sancaklardı az kalsın, az kalsın yakalanabilirdik kıskıvrak
işte görülüyor, bak görülüyor aslında sınırdaki sahillerin gümbürtüsü ve kısrak
acelem varsa ikimizi de suların aslı gibi sustuğu iplere assınlar durmayarak
bir başak ileri, bir başka sola dönmekten ve bir saat evvelden otobüslerinin arkasından bakakalarak
irtibatlarımızın kulelerini saklamış yugoslav, hele hele saçlarını örtünce
gene böyle çetrefil, bohem, tanınmamaktan yadigar kalmış atalarından
gene böyle Belkıs, içeridekilerden Belkıs, aynada bir yetmiş seçiliyor neyse
anahtarlarımın odalarına doğru kurşunlar boşalacak birazdan nerdeyse
ben seni öpmeden de sevebiliyormuşum meğer, sevebilmeksizin kalmışsam eğer


bir limon portakalının nefsime doğru en çılgın asitli maviliğinde
en polisiyesinde ve en çok firar edileninde oturuyorum günlerdir
 ve dinleniyorum ta şuralarımda, ta şuramın en hotel motel yerinde
girdiğin her motel kars oluyor pencereden bakınca, balkondakileri tabancama gömme
ve sen bununla birlikte sebahattin alinin yazdığı hikayeleri de alabilirsin tiyatroya
 bunları da alabilirsin ellerine, sakin olabilirsin, bizi vurmayabilirsin
 ve vaktin nasıl geçtiğini duymadan bile olsa bu şarkıların servilerini döktüğü karaşınlarda
gramofonda bağıran kızlardan başlarken öldürmeye emrettiğin kuşları
dünya nasıl da bir başka fabrikada sahibine dost, patronun da silahı var hem neyse
hem zaten sayın senyör burada ölmenin hiç birimize faydası kalmadı artık, artık şuralarımızda iklimler kıraç
diye çöle seferleri iptal edip, diye malkom x’ daha vahşice, daha genç ölebilirdi de
iyi olmuş, modern olmuş, kırmamışlar bizi
amerikadan getirttikleri ekmek kırıntılarını koyar mı insan ağzına hiç
her Pazar yangınına koştuğum bu kent
benim halkalıda unuttuğum annelerin çamaşırlarını kuruluyordu neyse
müsaade ederseniz uzun zamandır sigarasını yakmadım hürriyetin felan
akşamdan yarıladığım bisikletleri yazacağım ben burada

18 Nisan 2011 Pazartesi

süpürük

burda krallara layık bulunmak ile pekiştirmek geceyi
gücüne gitmeden her hangi bir kadifeli toprak parçasından
müebbet değil belki ama düğümleri ezberden çözebilmekse
en büyük coğrafi keşif de bir tür oligarşidir
dense ki daha gol olmamış ruhları yırtmaya geldiler ta tiyatrodan üzüle üzüle
mecburen simyası bozulmadan konuşur çivilendiği meydandan
ve iner işi bırakır gözümüzün önünde,
 yorganı yünsüz, geçimi yalandan, suyu tövbeden,
kaşığı iklim koşulları gereği gebe, intiharsa bir zorunluluk en dik mahalleden
zati konuşabiliyorsa köy korucularının önünde
iliklenmiş öfkeler ve mezar taşlarına duyduğu taşra romantizmi
ile
kesintisiz bir kovuşturma daha açılır müstakil katillere
kabahatleri ve rüyaları uzun sürsün diye filme ara verilmeli
perdelerin boyu bitmeli pencerenin boynuna gelindiğinde
liberaller kanseri icat etmeye ayaklanıncaya dek hastaneler ülserleri çıkarmamalı
labirentten çıkanları derhal şamanlara teslim etmeli
ve şamanlar müritlerimi asmam için uygun ipler verir bana
ve artık kimse çantasına mektuplarını almıyor, vazolara karanfiller bırakmak ağlamak için yetmiyor
kırılana kadar ıvır zıvır, kırılana kadar melankoli, bir de avuç içi kadar özgür ruh gerek
ihbar etmeye intihar giyenleri
kendi katilimden söz açılmışken, benden söz eden merhum gibi şimdilik başkasının yasındayım
frengimi tazelemekteyim saçlarını söylemekteyim rüzgarda, ve yağmur buna hızla bahane buluyor sağanakla
iyi bak bana, bana iyi bak, düz, çizgisiz, meydandan bak
papatyaları bırak da bak, yakanı kirletme, sola topla az, kenara çekil de öyle bak


 
tankların bacağından kirlenmiş Japon karıncası
bir gözü firarda, diğer bütün atlılar Sümerlere kadar fırlatılmış gibi orta direk  
 bulanık bir nisan ayının güvercinliğinden kaçırma bir dul ile
 martının tam ortasından asılacak bir yabancı
aynı lobide esrarengiz cinayetlerin devletlerinden kaçarak
 sırrına erecek o vakit perdesiz uzayların, bayraklar bitecek yani vatan demeye
zaten yanına uzanmadan piton kışkırtılır, denize örülür bütün soyağaçları faşistlerin
dinlerini değiştirmeye gümüş bir fidan dikilir yüzlerinin derme çatma apartman katlarına
dikenli tellerinden günahlarını çıkarır truvadan çıkan gelinler
ve inatla ecmain inatla karpuzdan suphanallah çıkar
dengeye kadar bir bahriyeli, dengeye kadar emniyet içinde
 kırbaçlanmış el işinden kadınların uyku saatlerinde,
samimiyetsiz portakallar anlaşılıp kalır durmadan
beyaz zencilerin ahını aldıktan sonra
ne melekleri vuran ademoğlu gibi zorba
ne de nadasa bırakılmış şehirler geçer önümüzden

14 Nisan 2011 Perşembe

park

bir parkın önünden geçerken yalnız ve sessiz olmaya bak

uzunca bir süredir soğuksuz bırakılmışım ahşapsız parkta
uykusuz yağmurlar öteberimi alıp yağmalamalarda
durup düşünsem sanki heykel düşecek, reçeteyi bulacak bana millet
susacak bana çekip gitmiş çok güzel şehirler öndeki büfelerden

en parlak yolların aslanları bitmiş ellerinde
kovanlar boş kaldığı sürece hükümet lavaş söylüyor
durmak insanlık halidir, bulmakta öyle, daha bi alevsiz ve gür
daha çok öpücük, daha çok yüzyılla kıble tutturulsa hoş

bir kerede atlasam devleti, gözlükten boşalır nedamet
bize mavi silahlar çeker anlaşılmadık kahinler
kışkırtılır şahinler, ulur bize yedi ay, yedekte bırakılır şövalyeler
nasılsa tutulmuş bir sandık kovulmuş bir kızdan yeğdir affet

günaydın otobüsler, parklardan geçerken, günaydın balıklar ve ud
bu konuda yardımcı olmaya çalışırsanız erkanı da bulur bir dağ
konduğu kelebeğin türküsünü beğenmeden seçilmez bir park dövülmez çırak
beni dök gitsin ezelden, filizleneyim, kış bulayım bir çoban ülkesinden

elbet palazlanır kelimeler sen söyleyince, bir mektubun hemen başında namazlanır
kılınır, telefon edilir, ve bir rüyaya aldırılır tüm o cinayetler
uzun, kırmızı, tanıdık gibi müridleri olur o cumhuriyetin
 tez elden patlar fotoğraflar, tango oynar abdallar, tanıklanır düşen masallar

geçimsiz bir park kalır yüzün, katlanmış bir çadır
bir odanın etrafından güneşler ve yalnızlar geçer
bir başkaldırış hep üstesinden gelinmek için planlanır
düşünmekle hata edemezsin, yanıt vermez sevgili

13 Nisan 2011 Çarşamba

RÜZGARSIZ YAĞMURLAR

bilmem bu sigaram kaç yaşında
bilmem bu kaşım bu gözüm 
ormanlarda kayboldum beni bıraktığınızdan da ötelerde
hala bir tanrı bekliyorum ellerimi tutan, yahut kadeh kaldırmasını ve sigaramı tutmasını öğreten diğer ellerimle
sonra üşengeç, tutuk, saygılı kadınlar buldum denizle kesişen ormanın, güneşe doğru başlangıcında
sonra sokaktan kaçarken sokağa doğru, el pençe divan yalvardığım tanrıların hikayelerine benziyordu bundan böyle hikayeleri
yaralı olduğum bütün sokakların ve evlerin ve caddelerin ve çiçeklerin kitapların tanrılarına seslendim,
ordaydılar adlarından harfler uzattılar bana
kısrağından düştüğüm sokakların, merdivenlerini tırmandığım kentlerin, sevdiğim sevildiğim kadınların ve onları yazan harflerin, hıçkırıklarıyla ağlamadığımız kadınların ve onların çikolatalarının,  kahvehanelerinde kötü çaylardan akşamların, yumuşacık edepsiz ve sessiz okumalarımın, onları yazan harflerin, simitlerin ve silahların ve mektuplarını okurken ki aşık balzac’ın tanrısına koştum,
toprak sürdüm yanaklarına karanfil koktular
unutmak dedim, şu anda ormandan ve herkesten hariç herkesi unutmak ile başlayalım dedim koşmağa
hatırlayıp kaçtılar incir koktular, çünkü kılıçlar da yaratılmaktadır
 kim olduklarından öteye kadar korktular bir düşünsenize, ve çikolatalar bir düşünsenize
evet bundan hemen yarım saat önceydi bin yıllarca sürdü
aldılar götürdüler yaralı olduğum bilinmedi
üzerlerine baktığımda döküldüğü pek anlaşılmayan yaşlar bıraktım, gördüler belki ama resim çizmediler
harfleri birleştirip evlerden, ağaçlardan, kedilerden ve gökkuşaklarından yaptık birer ikişer
notlar aldık, nereliysek yani nerde öldüysek, çünkü terzilere iki sene ömür biçtikleri için haykıran fahişelerin fazlaca bulunduğu bir yerden,
kendimizi seviyorsak bağışlanmaya yetecek kadar sıyrık göstermedik meleklere
oysa davamız düşmemişti, hala yakışıklıydık, kelimeleri tanıyorduk ve Victor Demeden şarkılar dinlerken çay kokmaya karar kılındı, şimdi kaç kez karar kılınıyordur dünyada bi düşünsenize
seni ve tüm senleri ayırtmıştık ormanların en tenha istasyonlarına
ordan geçmek öylesine kutsal  ve öylesine şaşkın şaşkın durmaya yol açmıştı
aslında kuş gibi kokuyorduk da söylemekle inanmak arsındaki korkak çizgilerden yürüyorduk boşluklara basmadan
hepimiz marşlara ses vererek uyanan piçleriz gibi erkenden doğuyorduk sınıflara
Lililer ve Romyler bizden yaklaşık on sınıf kadar uzak ve saygılıydılar
bu yüzden hep biraz sisli geçiyordu takvim yaprakları
boynumuz sabahtan akşama kadar tutuluyordu Lili’leri Romy’leri  ve birbirimizi görmemekten
şikayetçi olacağız elbet tek başınalığın boşalttığı özgürlükten ama
kuyular o vakit çok fazla kurcalanıyor şairler tarafından, biz görüyoruz oldukça resimli cümleler yazıyorlar
ki  allah’tan avcılara tahsis edilmiş bir kalbimiz, bizi ayıran yeşil, kapalı, rahat akreplerimiz var
duvarlarımıza bakıp aslan kesilebiliyoruz hala bu tek başınalıklarına rağmen,
 özgürlüğümüze rağmen düşünüyoruz ve çaba gösteriyoruz topluca intihar etmeler için

8 Nisan 2011 Cuma

ve sen garcia lorca; ne işin vardı kavunların yanında

bir nedeni yoktu, başladığımda cemaat ayaktaydı, şehirler binalar kuruluyordu, sahipleri belli karanlıklar, yürüyordun, akşamdı, sokaklardaydın, bir fotoğrafın bir resmiydin sadece, geldin kapı açıktı oturdun, sana otoyollarda gördüğümüz şehirleri anlattırdım, ölü sulardan, yoksulluktan, yanıbaşımızdan, lanetli günlerden, anılardan konuşup yirmilik üç sigara paketi bitirip, şarabın sonunu gördük, hiç biri bir sonrasının yerini tutmadan, içtik, konuştuk, günlerimizi geçirdik, alışveriş yaptık. yaşlanıyor, camların içinden hala görünmeyebiliyor, noktalama işaretlerine, imla kurallarına uymadan hayatı döküyorduk işte 2,30 da lavaboya, geniş delikli tuvaletlere. soracak sorumuz yok, kimseye nasihat edemeden, kimseyi daha bıçaklamadan, sabitlenmişiz duvarların karşısında. ya biz melekleşecek miyiz, otomobilleşecek miyiz, bulutlaşacak mıyız, sıramızı savacak mıyız. nerdeyiz, başaklar ve sulardan saklı ovalarda, silik zamanların haritada çıkmayan alanlarında, hayatta mıyız yoksa atlarımızdan inmedik mi daha. pencereden çıkardın kafanı, üşüdün, yağmur yağdı tanrı hakkı için, kağıtlar ıslandı, bozuldu kelimeler, hayallerimiz ıslandı, ıssız kaldık, battaniyemizi sakladık birbirimizden, ayık kalmaya yetmiyorduk , askere yazılmalıydık ilk savaşta, silahlar bizimle konuşabiliyordu çünkü, filmlerdeki gibi, bazı sahneler sırf konuşmayalım diye yazılmıştır, ordaydık bir gömünün karanlığında,konuşmadık, konuşmayınca düzeliyordu birden bozuk şiirler, kupayı kaldırmıştık sevinç içinde, bizi bulacaklar merakı içinde endişeliydik ve gergin hayli, ışık söndüğünde kurtarılmamış bir biz olacağız, bunun için sabahlara kadar içecekler, kutlayacaklar sanki bu şehirleri üzerimize yıkabildikleri yüzünden,

neyse bekle, gitme, onlardan ve kimseden bahsetmeyeceğim, inan bu kez daha sen gibi bakışlarım, bir kızın saçlarından daha sen gibi, ormanlardan kaçarken hüzünlü olmaktan da daha çok sana benzeyen şeyler gibi anlatacağım seni, gitme, pencereyi kapat, filmi başlat, yasla yeşil duvarı bedenlere, eğ biraz şu karşıdan görünen dalları, böylesi daha acı, çünkü ne kadar çok acı çekerse herhangi bir şey, daha ihtişamlı bağırıyorsun, daha ihtişamlı diyorsun ağladıklarını, bağışladıklarını, küfrüne doymadıklarını, şimdi bak camlara, konuş, konuş 85 senesinde ne çok napolyon’dun, ne çok Cengiz, ayakların yere değmezdi anlat, bir bıçaktan daha keskin, hapisteki oto hırsızlarından, ağalardan, piçlerden daha cesur, herkesten daha ön saflarda felandın anlat, ankara’yı sevecek denli kibar ve soğuk, şiir bilecek kadar güçlü, aylak ve kuduz. şimdi yalnızsın birer birer bütün yıldızların altında, bir yandan burada, uzun yeşil bir evdesin, bir yandan hiçbir yerde, uzun süren davanın geniş salonlarında, biraz beklesen attila ilhan çıkagelir, markette unuttuğun aileler, sevgililer ve, sokağın sana doğru uzanan baharında gördüğün çilekler savrulur rüzgarda, kaybolur akşam filmde gördüğümüz kış sahilleri, yanar bir daha filmde içtiğimiz sigaralar, stanley kubrick son filminde kendisini oynamıştı hani o filmde, o filmde ne güzel çıkmıştın sen hani, ve sen Ferhad’ı duyuyordun gençken, sandalyede bırakmıştın mektuplarını okuyan sevgiliyi, masaya uzatmıştın korkudan bileklerini, karanfil lüzumsuzca kırmızıydı ve dikensiz bir bulutun dallarından kopartılımış, yanımızdaydı walt whitman, vampirler düzenlenmişti, şarkıda adı geçiyordu kandırılmış, sihirsiz hayaletlerimizin, sonra durduk ve okuduk, meyveler plaklara benziyordu, meyveler ve plaklar ve kullanılmış cümleler ve tren yolları ve kapılar ve bira kuyrukları ve taze leblebi bekleyenler ve dünya ve susmak bilmeyen çenelerimiz ve silahlarımız ölüyordu , ölüyordu hepsi içlerinden gelerek, sormadan, hesapsız, bakışsız, namlusuz, Kürtsüz, Afrikasız, borçsuz, ve yalnız başlarına. bu iyiydi garcia lorca, bu iyiydi gencecik işçiler, iyiydi bu atlı karıncaya binenler Malatyalarda, iyiydi bunlar ey şairler, kaçıncı sınıfa gittiğinizi bilmeden büyüyor kıyamet, patlıyor yıldızlar, sakin gülerek yetişiyor bir martı olanlara, tanrı kitabı kapatınca kaldığı yeri işaretleyerek, gidiyorsun eskiden bindiğin atlara.

7 Nisan 2011 Perşembe

boşluk mevsimi

ama bu kadar meşhur bir denize açılmış gitmek, vazoda tek başına bırakılma halime
ne kadar benzerse o ölçüde burjuva ve fani
ne kadar kan çeker bir tufan gitmesi , kabuklanır, yaralanır, sarmaşır
gitmen bir çok Arjantin kentinde sokağa çıkma yasağı ilanına bahane edilir
ah ne iyiydi ıslak hali caddelerdeki yağmurun
ne iyi ellerin soyut bir tanışıklık gibi mevsim yok gibi
sokaklara sordururken seni kayboluyordu deniz, martılar sakar
en çok böyle kurtarılırsın hızla döner Fatma, merdivenken akşam akşam her durak
ve senden net bir cevap almaya hazır değilken sarımtırak halklar, gitmek de bunun için, kalmak da
bir iki sokak öteye geçeceksin bak göklerin içinden kılıçlar doğacak
belli ki yedekte bekletmek gerekecek akdenizi Francis mutlu, yeşil bayrağı aktı
esrar bulursa şüpheye düşmeyiz hele beraberlikten, pastoral oluruz kırmızı kalemle çizdiğimiz,
böylece doğum günü kutlarız toprağı sevmekten
toprağı sormaktan endişeyle zıplarız, alkol dövmek fedakarlığını tavsiye eder şair

bilesin tüm yollar uzaktan seçilir altıparmakta
ki  vazgeçmeyince direniş görmek istiyor ellerim
sonra toplanınca kalabalık olup takip ediyoruz sırayla kendilerimizi
ki fukişimada deprem bilmek sevgilim, sanata dahil

burada bekle
yüzün bağışık kalsın hainlere
yepyeni bir kabre sığmayan şiirleri yeniden ağlamak için poyraz sert epeydir
otobüs hazır, bombayı da siyah kuşağıma dök, ıslan ve düşün
düşün balkondan ankaraya bakabilmeyi
dök zaten benden bi Ankara olmaz
yine de koymak istiyorsan bizi değişik vazolara
isa haklı çıkacak modern edebiyat için dediklerinden
bakarsın morfini dedemin kurduğu vakitlerde yasaklar atlılar
ve buna rağmen göç ettiyse etti, kompartıman doluysa kuşlarla doludur
torbadan çıkan şiiri masaya koy biraz şarapla yemeğe bak, şahin hala bilirkişi

burada yine maçtan gelişimle bir yangın çıkıyor kadından
öğretmen ekmeği bölüyor, çok kurtulmuş şehirler icad ediliyor
hivro ayı dilimliyor kandırıldığına dair
ve dönüyor kandırılıyor nesimi

korkuyorum çünkü mekanizm büyük bozuldu tren
sayılardan bize sıralar gelmiyor henüz
toplum buna sert ünsüzler gibi bakıyor katili gözünden öpüyor büyükler
dışarı çıkıyorum bahar var ayşe çok zarif
evlere merdivenlerden fena halde çıkılıyor
bu alfabeyle çok katil doğurur analar diyor
annem kitap yazmayı bu kadar sevmese
birkaç boşluk hüzün bırakıyor merak ediyorum onları

düşünmeyi merak içinde öğrenmekteyim maç yapmaktayım, kurtarmaktayım şarapları ekşimekten
bekletiyorum daha kendimi, Amerika değmesin bize
yoksa kefen yakışmaz, kırılır kanadı, perdeler katreleşir
gönderirim bir yalnızlık olur Süleyman, ellerim pıçaktan daha kesik

sokaklardır uçurum görmeyen binalardan atlayınca biraz daha suskun
azıcık solar, biraz fren yap hafifler müzik, donakalır komşular
trenden atlayacak son fabrika kızını da ayık görürlerse
götürürler, bir Perşembe günü millet meclisinde kutlanır, bu bizi gayet modern yapar
mühim oluruz, damarlarımızdaki yoğurdu pekmezleriz
istersen atlarız bir manganın bile uygunsuz hallerine
yeter ki sen bir dağ düşün, ki tırmanmak düşmekten iyidir
nikahın faziletlerini saymaktan iyidir, perşembeye nazaran

sorular bitti, kanepeye yasladı kendini masa
son sayfada ismi geçene kadar cevap vermedi pezevenk
alkışları gördü, sigarayı bıraktı, kıyamet patladı
cebinden bir selvi çıkardı rüyasından kalma
el değiştirdi bu kez silah, boşlukta hüzün, parlak redingot
hüznün içinden keman sesleri, şiirler ve anneler infilak etti

6 Nisan 2011 Çarşamba

tühmekan

şehre indim ineli arabalar kızgın, sırılsıklam martılar yiyordu sokaklara bakan pencereleri, yazdıklarından ejderhalar kırılıyordu elebaşları sinecek diye mahalleye, bir gün böyle şantaj yaparak güllenip, babasıyla konuşmadan teyze olduğuna inat, civarda ölen marlon brando görmüş kadar yakışıklısını aramış da şapkasız , ve parkları öğreten ve belki de nüfuslar girer evlere diye, mühendisin kuş sefasına birden inanıp kalırlarken aşk görmüş olacak ki manav reyonundan tarttığı, birden böyle tesadüfi ve resmen silah kurtarılmış bir karanlık basımında, aşkın her teferruatından cam kesiğiyle cesetlenmiş kaçırılarak, tanrıya sormadan edemeyeceğini babasıyla susarken, en küçük prenses kokusuyla lakap aramışken ikimize de, hangi şehre sayılmışsa bu kandırıldığı, terazi biz kırmızıda yanarken çekilmişti yani aşk kısmından, yani şehre indim ve belimize rüzgar ayarttık buraya gelmez filmlerden, bir yangına uzandık, elimize geçen ilk afrikaya tebessüm edip, bizle rastlaşan ilk sekretere şımardık, üstünde mektuplar okunan ölü dikim evlerini haritalara boğduk, boğduk yani kıştı biraz üşüdüydük, biraz bomba düştü ceketimizden, oysa dedektifler ne güzel daha çok Amerikayla paslaşıyorlardı kanıtları, oysa paylaşıyorlardı günlerini, pokerde kazandıklarının kentleri sarhoş düşürene kadar, düşlerinde gördüklerinden daha çok garcia lorca vardı süpermarketin girişinde, ordan çıkar çıkmaz anlarında atkılarla mühimlenmiş gümüş renk adamlar bakıyordu süpermarkete, park edip rükuya varınca, aslında çıkmadık biz kaşıklarımızdaki sabahlardan, sonra bir şarkı duyduk dedim miydi; ara ara bi sesler geliyordu iyiydik, birileri bi mektup felan yazmaya kalkışıyordu, korna sesiyle tanıdıklar, bizi çıkarıyorlar sonra, bir şarkıyla parkedip kendindeleştiriyorlar ki, ben bunu bi yerden hatırlamış olmak için ateş yaksam söner ağzımdan, ya da selviler arta kalsın inanılmaz bir çarpışmadan ki, öyle değişik bir sağnak patlasın klarnet gömdüğümde seslerimi, çünkü çıplak bisikletleri eve değiştirmesinler, ovalar elma sevdiğim kadar şehredilsin, ifadelerim soğusun, dünyanın en son kızını bi yerden duymak için...
en derininden çatlamış birdenbire ve kalorifer peteğinden giderken ezberlerimizi, astığımız kedilerden yahut yakut üstünde transatlantiği geçerek, şu yalan dünyanın bizimle alakası olmasın diye kaç kez tükürsen de işte saat işte nakarat, hep aynı şeridin düşmanlarıyız yerlerimiz tüfeği belirlenmiş birer şarap bize, ve şöyle birkaç başak örtünmüş kenti yağmalayıp, şöyle ne zaman rakısı sol şeritte kaynayan adamlar görsek, damarlarımızın göç edebileceği bir yüreğe konduk gibi oluyoruz ve laleler sanki göğsümüzde ah yatabilsin, virajı hemen geçtikten sonraki belediye arsasında bir de top sür, verdiğin paslar en uzak ihtimalle bir ihtilale prangadır, bir şarkıyla istediğin güzellikte birden çok hayal çakabilirsin bunla, al bu çakıyla dünyayı hafiflet, al bununla istediğin şarkıyı bulabilirsin, her peteğinden ayrı volkanı süzebilirsin,

1 Nisan 2011 Cuma

şaşısanat

engelsten beri şaşkınız, hüzün ve kaşmir
berber dükkanları açılıverir uzaylaşırken hepsi
kundurasının patentini sorsalar lale pasajından ağlayarak
biruni asker mahir yasta elinde kuran hey

ben burada sevgilim senin içkilerimle sönerken
atlılar her delinmemiş hendeğe bizi atlarlarken
dün görseydin hele nasıl da noel kutlarlarken
inanırdın çakmak damlasa evlerimizin kuşuna

silah yaralatan adamların cebinden pim
kanuniyi görseydin altına giymiş binbir dar mustang
ki kayışlamaktır en baba infaz yıldızlara baktığında kıza
sen öyle bana hazır mahalleliyken

bir ses mahkemede döndü yüzünü esmerliğime
kürt olduğum pıçaklandı ebu zer yetişmedi
ölüm sanayi kalım endeks adalet motoru çalıştı
ebu zer yetişmedi ben plak hiç görmedim illa o da gömmeyecekti

zaten sicmimden oturtulmuş bir altınşehir oteli
bıraksalar çekseler kızsalar ve hey
bari kalbimiz hiç yoktan Marla’nın oteli
şarkı çalarken Amerikan ederdik birbirimizi


sarı koyunumu giyecektim müsveddeleri çıkarıp
sanat babamdan yediğim son dayak idi ve lirikçesi hayat
ilk bir babanın bana uzatışı sigara, bana bayram sabahı silah tutuşu
imzalı tövbeler ederek kurtulmaya bir şehre dek

biraz hüzün tedarik ettik süleymandan tahadan
yalnız kaldık hançer öptük allah’a vurulduk
etekleri bekledik bizleri örtüp sokağa dolsun
yıldırımlar için en şık halleriyle bizleri vursun


ben hiç Afrika olmadım haftada üç pazartesi
ama küfrederek utanmaz ve bağışlanır oldum
hızlı koştum öfkelendim yüzüm tanrı dudaklı
yine de seni sakladım incitmedim koydum kenara