13 Eylül 2011 Salı

dört büyük şey, ayrılık için yalnızlık ve karanlık ile ilk madde

şıvan perwer diye yazılır bu şiir, belki bahar gelmiştir farkına doyamadık

hoş geldin
büyüdün
eskidin
uzaklaştın, kumraldın sarışın oldun
döndün ve sabah oldu
yaklaşık beş gökyüzü değiştirdi yüzüm ismimi verdikleri yerde
bahçeler seraba çevrildi akıl karı değil
ve binalar sardı etrafımızı kaçamadım
hiç ağzıma almadım tek kelimesini Nazan öncel şarkılarının
balkondan seyrettiğim şehrin senle gittiğinin içini doldurmadım
yaklaşık beş ajandayı koyu hikayelerden doldurdum, yaklaşık beş sahilde
bilerek ve unutarak boğuldum
yaklaşık binyıl bağırmadım seni
sesini anlatmamak için duyanlara,
günahlarımı izleyen şeytanı şaşırtmamak için
mecbur kaldım oyunbazlık etmeye
kendimi sana hapsettiğim kafesi açtım
ve bunları bilenlerle aram bozuldu
vazgeçtiğim
sonra bir türlü bulamadığım
seni andırmayan ve sana çevrilmeyen sevgilileri kaybettim
harf öğretenleri kaybettim, sezen aksuyu kaybettim
beni bıraktığın yerleri kaybettim
yakınmanın neresindesin bunu bilmeliydim
bekledim, hep bekledim
sayılarla, gecelerle ve etrafı sakin yeşil bir evle bekledim
sersemletici bir anlayış tutturup durdum gitmek için uygun düşmeyen havalarda
bir yüzyıldan bir yüzyıla, bir yüzyıldan bir İstanbul’a ve
bir iskambil oyunundan telefondaki korkak sesine
ve de sana yetişmek için durduğum tüm duraklardan bir ilkokul öğretmeni olana kadar
sürekli olduğum yerde kaldım
bana ve sana doğru uzayan sessizliği astım duvarlarıma
ama bekleyene hep ihanet içindedir yıllar
bir takım insanlar gayet rahat edecekleri ihanetler giyerler durmadan
bense rüzgarın kovaladığı bir atlı değilim
ki tek başıma bu pasa dayanıksızdır bedenim
güneşi görmeye sabırsızlanmıyorum nicedir
oysa her şey ne kadar olabilir hale geliyordu sen burdaysan
oysa nerde kaldı bu otobüs, artık götürsün beni ona
o kim, gayrı ihtiyari söyledim bunu, pardon ve yani sen

geldin
güneş doğdu
çocuklar uyandırdı dünyayı
pencereler açıldı
ortalıkta her hangi bir deniz kalmamıştı geriye
ve bakmayınca görmüyordun tabi ki
bakmadığını duyan trenler çoğalıyordu önümüzde
kuşlar bize taraf göçlerini askıya alıyorlardı
arabalar hep kırmızıydı, kurban kesilmiyordu, sen yoktun da ondan
ve yine de kumbaramızda zor günler için sakladığımız efkarımız yerli yerindeydi
sanatçılar kadar hüzünlenebiliyorduk, işçilerin hayal kırıklığı vardı üstümüzde 
afrikalı bir açlık sarmıştı her yanımızı
genç yaşta ölmüş bir şairin annesi kızgınlığı içindeydik

durulmak yüklü bir gemiden atlar atlamaz,
sana bir hayat yaptım el bezinden, yünden, pamuktan, tahtadan, umuttan, umut adındaki şeylerden, 
artık bi zahmet gitme, belki de dön nereye kaybolduysan

sonra birden çıkıverdin, birden hoş geldin, birden sana ne kadar
muhtaç olduğumu görmesinler diye perdeyi kapadım
demem o ki
bu dünyada milyonlarca akrep yılı daha olsa, onları yaşatmaya hoş geldin
hoş geldin bedenimdeki mayınları patlatmak için düğmeye basmaya
hoş geldin gitmeye ve daha çaresiz daha çocuk kılmaya bizi
hoş geldin her hangi bir memete ölmek kapılarını ardına kadar açmaya
bizi güzelleştirmeye hoş geldin ya, bir daha da gitme, ya da inşaatlar dursun, ya da
mazhar fuat Özkan
martılar bitmez nasıl olsa, onların gideceği her yer var hala
hem biz nerde olduğumuzu bilemeyiz ki, böylece gitme
bir bakıma hiçbir kafiye istemiyoruz artık elin oğlunun şairinden, modern şiire alıştık
her şey olabilir hale dönüşmüş, seni başkan seçeriz belki, masum oluruz
yeter ki bi daha da gitme