30 Eylül 2012 Pazar

siyasetle uğraşmamanın cezası sizden daha aptal olanlar tarafından yönetilmektir, platon, ama hakkaten daha aptallar tarafından, acaba ne demek istiyorum, lafı nereye getiriyorum, biz hepimiz, kimiz?

- çanakkale destanı -

serdar kaya, taraf, 08/07/2012
ingilizler geldikleri gibi gitmediler

I. Dünya Savaşı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun (Almanya’nın desteğiyle) Sırbistan’a saldırmasıyla başladı. Bu olayı takip eden birkaç gün içerisinde, Almanya (sırasıyla) (1) Rusya’ya savaş ilan etti, (2) Lüksemburg’a saldırdı, (3) Fransa ve Belçika’ya savaş ilan etti, ve (4) Belçika’ya saldırdı.
İttihat ve Terakki hükümeti neredeyse ilk günden itibaren savaşı başlatan bu iki saldırgan ülkenin yanında yer aldı ve çok geçmeden onların müttefiki oldu. Ancak olaylar saldırgan ülkelerin umduğu gibi gelişmedi. Zira Britanya- Fransa-Rusya ittifakının bu saldırılara karşı koyuşuyla birlikte taraflar arasında büyük bir savaş başladı. 1917’de ABD’nin de katılımından sonra ise, ibre tamamen saldırgan ülkelerin aleyhine döndü.

Çanakkale Savaşı

İngilizlerin Çanakkale’ye gelmeleri, I. Dünya Savaşı’nın başlamasından takriben altı ay sonra gerçekleşti. Ancak bu gelişme bir sürpriz olmadığı gibi, (yukarıdaki çerçeve dahilinde düşünüldüğünde) eleştirilmeye çok müsait bir konu bile değil. Zira düşmandan “eski yerleri” alma ümidiyle bir maceraya atılmanız ve sağa sola saldıran ülkelerle ittifaka girmeniz durumunda, savaş ilan ettiğiniz ülkelerin (ya da müttefiklerinin) hiçbir şey yapmadan bütün olan bitene seyirci kalmalarını bekleyemezsiniz.
Dolayısıyla, olayları “Çanakkale’ye gelen küstah İngilizler” bağlamında aktaran resmi anlatı çok anlamlı değil. Böyle bir anlatı, olayları ait oldukları çerçeveden çıkararak ben-merkezci bir tavırla yeniden inşa ediyor. “Ben savaş ilan edersem sorun yok, ama başkası karşılık verirse haddi değildir” şeklinde özetlenebilecek olan bu ben-merkezci tavrı, “Çanakkale’ye gelen kafirler” ya da “Çanakkale’ye gelen emperyalistler” gibi ifadelerde de görebilmek mümkün.


-yazının tamamı bulunmalı, yarım okunmamalı,- :)

27 Eylül 2012 Perşembe

otuz yedi yaşındayım:
korkuyorum

cahit k.
artık bu yüzyılın en büyük şayirini açıklama zamanı geldiğinden     -biraz da benim bunu söylemekte biraz acemice davrandığımdan ya neyse-      artık bu yüzyılın, şu aralar bulunduğum psikolojik etkenleri de katarsak        -ki bunu zaman zaman katarız, kim katmıyor ki-      en büyük şayiridir ilhan berk,

yarın dünyanın en büyük şairini açıklarsam intihara olan yakınlık veya uzaklığıma göre, ya da nöbette uzun kalıp kalmayacağıma göre, belki de sabah güzel peynirli yağda yumurta yersem ve bunun yüzünden günüm iyi geçerse ona göre, ve bu şayir ilhan berk değilse, değişikse,  şaşırmamızı ortadan kaldıracak şeyleri zaten yazmışım yukarıda, ki değişir elbet,size mi soracam, niye değişmesin, kim değiştirmiyor ki,


AYRILIĞIN YÜREĞİ

Sessiz sedasız yaşayan bir ayrık otuydu Orta Anadolu’da
Kıtlıktan önce.
En küçük bir şeyden coşardı
Mesela bir kuş uçmasın Kızılırmak ‘a doğru
Köklerine su yürümüş gibi sevinirdi.
Bir bulut geçsin üstünden
Ayrılıktan çıkardı.
Dünyayı, derdi, dünyayı
Hiçbir şeylere değişmem.

Şimdi yaşamak istemiyor.

19 Eylül 2012 Çarşamba


boşuna heveslenmemekte yarar va, insanların aslında birbirlerine söyleyecekleri hiç bir şey yoktur, karşılıklı olarak yalnızca kendi acılarını anlatırlar, bu böyledir. herkesin derdi kendine, dünyanınki de hepimize. insanlar o acılarından kurtulmaya çalışırlar çalışmasına, sevişme sırasında, onu ötekinin sırtına yıkarak, ama beceremezler tabii ve ne yaparlarsa yapsınlar, sonunda tüm acılarıyla başbaşa kalırlar ve bir daha denerler, bir kez daha acılarını kakalamaya çalışırlar. " Çok güzelsiniz, Küçükhanım" derler. Ne ki yaşam onları yeniden yakalayıverir, aynı küçük numarayı bir kez daha deneyinceye kadar. "Ne de güzelsiniz!, Küçükhanım!...
bu arada acılarından kurtulmayı başardıklarını söyleyerek böbürlenirler de, gelgelelim herkes gayet iyi bilir, değil mi, bunun hiç de doğru olmadığını, o acıyı bal gibi bütünüyle içimizde sakladığımızı. bu numaraları yapa yapa yaşlandıkça giderek daha çirkin, itici bir hal aldığımız için artık acımızı, iflas ettiğimizi gizlemekten bile aciz kalırız, en sonunda insanın ta derinlerinden suratına kadar ulaşmayı başarabilmesi şöyle bir yirmi, otuz yıl, hatta daha fazla zaman alan o sevimsiz ve çirkin ifade, gitgide yüzümüzde sıvışmadık yer bırakmaz. insan dediğin, işte bu işe yarar, sadece bu işe, ekşi bir surat ifadesi üretmek, biçimlendirmesi tüm ömrünü alan, hatta gerçek ruhunun bütününü eksiksiz yansıtabilmek için oluşturması gereken asıl surat ifadesi o kadar ağır ve karmaşıktır ki, bunu tamamlamaya insanın ömrü bile her zaman yetmeyebilir.

18 Eylül 2012 Salı

GECENİN SONUNA YOLCULUK

_boşuna heveslenmemekte yarar va, insanların aslında birbirlerine söyleyecekleri hiç bir şey yoktur, karşılıklı olarak yalnızca kendi acılarını anlatırlar, bu böyledir. herkesin derdi kendine, dünyanınki de hepimize. insanlar o acılarından kurtulmaya çalışırlar çalışmasına, sevişme sırasında, onu ötekinin sırtına yıkarak, ama beceremezler tabii ve ne yaparlarsa yapsınlar, sonunda tüm acılarıyla başbaşa kalırlar ve bir daha denerler, bir kez daha acılarını kakalamaya çalışırlar. " Çok güzelsiniz, Küçükhanım" derler. Ne ki yaşam onları yeniden yakalayıverir, aynı küçük numarayı bir kez daha deneyinceye kadar. "Ne de güzelsiniz!, Küçükhanım!...





_hep yaşamdan korkmuştu, şimdiyse endişesini başka bir şeylere bağlıyordu, ölüme, tansiyona, nasıl ki kırk yıl boyunca bunu evin taksitlerini ödeyememe riskine bağladıysa.
hala mutsuzdu, eskisi kadar, ancak mutsuz olmak için bir an önce yeni bir geçerli neden bulmalıydı. sanıldığı kadar kolay bir şey değildir bu. "Mutsuzum" demekle iş bitmiyor. insan ayrıca bunu kendine kanıtlıyabilmeli, kendini geri dönüşü olmayacak biçimde ikna edebilmelidir. onun da istediği buydu aslında: içindeki korkuya sağlam bir gerekçe kazandırabilmek, hem de bayağı geçerli cinsinden. tansiyonu 22'ymiş, doktora göre. 22 ciddi bir rakamdı. doktor ona kendi ölümünün yolunu bulmayı öğretmişti.





_YÜREĞİNDE VE HER ALANDA DAHA ZENGİN OLAMADIĞI, BUNA KARŞIN YİNE DE İNSANLIĞI ÖZÜNDE GERÇEKTE OLDUĞUNDAN DAHA AŞAĞI GÖRDÜĞÜ İÇİN UTANÇ DUYUYOR İNSAN



_Yaşam boyunca aradığımız şey belki de budur, yalnızca bu, olabildiğince büyük bir ÜZÜNTÜ, ölmeden önce kendimiz olabilmek için.




_Gençken en su katılmamış kayıtsızlıklar, en siniK öküzlükler için bile, özürler icat etmeyi başarırız, yok tutkulu kapristi ya da kim bilir hangi acemi romantizmiydi diyerek. Ancak daha sonra, sırf iyi kötü 37 derecede ayakta kalabilmek için dahi yaşam sizden, kurnazca hesap, zalimlik, kötülük olarak neler talep edeceğini gayet açık biçimde ortaya koyduğunda, insan farkına varmaya başlıyor, her şeyi yerli yerine oturtuyor, bir geçmişin içerdiği tüm rezillikleri anlayabilmek için sağlam bir zemine gelmiş oluyor. Bunu başarmak için tek yapılacak şey insanın kendisini ve aslında ne tür bir süprüntüye dönüştüğünü titizlikle incelemesidir. Artık gizem de kalmadı, avanaklık da, bugüne kadar yaşamayı başarabilen, bunu yapabildiğine göre nasıl olsa tüm şiirini de tüketmiştir. Sıfıra sıfır elde var sıfır, işte yaşam.




_ancak biz müşteriler bu kadar bol miktarda ışık bombardımanına tabi tutuluyorsak, bir an için olsun sosyal konumumuzun alışılageldik gecesinden kurtarılıyorsak eğer,, bu bir planın parçası olmalıydı...



_insanın, kendi sızlanmalarına kesin bir son verecek cesareti olmadığı sürece, kendini her gün biraz daha tanımaya katlanması gerek.

3 Eylül 2012 Pazartesi

Çünkü dırdırcı saatler sığmaz buraya
İkna edilmez bir saat duvara asılır
Etrafımızı sarmış bir sürü uzay uyutmaz geceleri
Sabah bir araba kornası gibi çalıp durur



Elbiselerin adı yazılıdır içlerinde
elbiseler kurur
Kahvaltı yaparlar insanlar
insanlıkar büyür
bir silgi vardır bizi yiyip bitiren
ama bitmez tükenmez
Durup düşünmemek bunları ama neyse…
Tam kapıyı açarken sahilde öpüyorlar kızları
Caddeye bir tramvay gibi sokulur bize benzeyenler
 parfümler dökülmüş
pardösüler kırmızılaşır
ve birden işe yetişiriz
patrona güleriz rahat bir gün geçirmek için
ve Esra’yı bir gün daha beklemek
daha pembe gülleri düşünmenin saltanatı
epey bi vakit alır
saat beş olur ses çıkarmadan
akşam, yolda yürürken anlaşılır
ve gece yaşlanıp ölür



ceplerde anahtarlarla demir çarşılarda
bir iki derken sönen ışıklarla
merhabalar edilir, merhabalar edilir
bir tanıdığa merhaba edilir
bir tanıdığa daha
Allahtan yalnızlık var yoksa
Saatler işitilmez, Şiirler okunmaz, şarkı dinlenmez
Bu saat tik-tak’larının arasında kapana kısılır insan
Yazılar kararır
Delik deşik bir kadın rüyaları süsler
Pencereler tükürür yalnızlığı dışarıya
eğilen bir ağaç bahçıvan bekler o karanlıkta
bir tren geçse bari sessizliği içinde
göl kapanır, yavaş yavaş gelir soğuğun kalbindeki
o şakacı bitmezlik