20 Haziran 2011 Pazartesi

Ormanların Gümbürtüsü AhmetGüntan

Artık hiçbir şeye karşı değilmiş gibi kayıtsızım

Ben ki bir atın sırtındayım, ruhum dinlenmiş, şarkılar eski tadlarını veriyorlar, ve kahve fincanlarımı görüyorum, güneşi görüyorum, alıp başımı gidebiliyorum, hasta olabiliyorum, birinin ellerinden tutmaktan başlıyorum sabaha, ya da sabah bildiğiniz gibi, hep olduğu üzere, sakıncasız şeyleri koynuma almanın mangasından, dayaklar yiyorum, ışık sönüyor ve uyuyorum. Herkesi sevebilmeye yeminler olsun bu vakitlerde, ben ki hiç olmazsa bir atın sırtındayım, öyle devam ediyorum akşamlara, kısacası şiiri çok seviyorum.



Yolculuğun sonunda ormanda duyduğum sesi öldürdüm

Benden başkası olamazdı zalimlere yol veren, işaretlediğim bütün kara parçalarında hapis yattım.  Aşklar mevzu bahis edilmemişken bile, böyle bir ırgat olarak ormanın süslü püslü konağında, vazgeçtim büyümekten kendi filmimde, konuyu ben seçmiyorum tabii ki, ama dışarıdaki rüzgârı dinleyebilmek için var olmaya yeltenmesi lazımdır ya insanın, ben de aldım bıçağı, sapladım özgür olduğu bütün yerlerine aşkın, saat beşten saat beşe dek, herkesin eşit acılar çekmesini de göz önüne alarak, sapladım. Saplayıp kin bırakmadım aklımda.



Amacım yoktu sesi öldürürken, ses öldüğü için de hala amaçsız sayılırım.

Tabancamı fincandan çıkardım, yüzükoyun bir şekilde öldüm, ölürken geri dönmeyi gözden çıkarmamı istediler, ama tabancam vardı, beni zorlamadılar, şiirlerini dinlediğim halkların gözünden düştüğüm için, yüz katlı bir ağacın, ince bir dalını da kırarak, düştüm dünyaya, düştüm ve bana kahve getireceklerine söz verdiler, fincanlarına baktım, fincanlarımla aralarındaki farklardan ötürü, soru sormaya kalkışmadım, sakin idim, kumandayı onlara verip, bu sefer onların kızıp bağırmalarına seyirci kaldım, ben bir umut idim artık, ben bir yelpazeleniyordum ondan böyle.



Ormana karşı değilmiş gibi kayıtsızdım

Bildiğim bütün yollarla bağırıyordum eskiden, çığlıklarım vardı, haykırışlarım ve örneğin naralarım, bir şehrin tam ortasındayken kazı çalışması yapılır gibi küfrediyordum, ama nafile, beyhudeydi tüm avazım. Dilimin söylediğini duysam, asardım beni çamaşırların arasına, ama nafile, tutkusuz kaldım, yüreğim bir karga kadar perdesiz ve gagalı, yüreğim otostop çekilerek gidilen en uzak çöllere değin, yapayalnız motosikletlerde. Yürüdüm, akşamı ettim, ve yanımda birkaç kişi vardı, onlardan habersiz kalmayarak, dikkatleri kendi üzerime çekmeden, mutlu oldum, uzun sürmese dahi, bir müddet kiralanmadığını bilmek ruhumun, iyi idi, sevmeğe benzedi idi, memur bey bunu bilsin.



Ormandan çıkınca şehrin ışıkları ve ışıkların suda işaret ettiği anlamların adı olan dünya ile karşılaştım

Asıl vurucu kısım bura, birdenbire içinde en ufak bir kan lekesi ve ölüm izinin dahi bulunamadığı, askerlerle kaplı büyük bir cepheye aldılar bizi, yani savaş henüz başlamamıştı, bu da demek oluyor ki canavarlar açlıktan geberiyordu, melekler de; bu kıtlık kıran tablosunda, kışın her şeyden daha fazla lazım olması açısından, sonbaharı derhal öne alıyorlardı, her ne kadar şeytanla pazarlık yapmaları gerektiyse bile. Borçlarına mahsuben kabul etmişti bunu o (o derken bile hayli tedirginlikle; ya da sayın o diyememekten mahcup, veya bu kadar abartmamak gerek onu' demeye katlanmamak üzere çıkan bir o demişlik işte, neyse o, her nasılsa o), ne kadar ıslaksa o kadar sonbahar olan en sonuncu kasım ayı hızla atlatılıp, çocukların anneleri olmadan bile pek çok büyüdükleri bir kışa çar çabuk ağırlanacaklardı, bir daha hiç böyle kötü olaylar yaşanmasın diye iyice sakladıkları kışları sona erdireceklerdi, sokaklara çiçek isimleri vermenin sapsarı huşusuyla bakakalıyorduk dışarısına, bizim pencereden görülen yasak dışarısına devam ediyorduk, ve onlar bizim pencereden göründüğü kadarıyle devam ediyorlardı penceremizden görünen dışarısına, ve yasaklandığı zamanlarda bile vazife gören işleyişte devam ediyordu onlar diğer şeylere ve bize, yeni sokaklar yapılmaya, mağlup olunmaya devam ediliyordu, onlar, tıpkı bize kahinlerin dedikleri gibi, baştan sona kadar devam ediyorlardı,

oysa ne garipti şu ikindi sazlıklarında federico adında olmak'

tan bahsedemiyorduk, edemiyorlardı.

sırada sebeplerin sebebi olan şeye gelmişti herkes, herkes ona bakıyordu, herkes onu gösteriyordu,  her şey oydu, her şey onun iziydi, her şey yanıp tutuşuyordu ona katılmak ve onu kanıtlamak için, her şey onu ispatlamak ve göstermek için, her kapı ona çıkıyor, her yerde karşımıza o çıkıyordu. Ama bunlardan da önemlisi; tek sonuç da oydu.



 Dünyaya karşı da kayıtsızım

Bölünebilirdik, bizi ne kurtaracağını aramaya koyulduk, telaşlandık ve âşık olduk.  Kelimeleri yeteri derecede önemsemeden, gören gözlerin görmeyen gözlerden bakışlarını kaçırdıkları evrenlerin, bizi somut olarak, ağrısız geçmeyecek bir yaşama götüreceklerine şartlanmıştık, bunun için değil miydi ki, hastalık isimleri en karizmatik olanlardı, misal kolera günlerinde aşk yaşamak isteyen milyarlarca insan hala yürürlükte. Misal kanser, şiirleri olduğundan hep büyük gösterirdir. Ya da veba yüzünden çektiğimiz sıkıntıya hiç değmiş midir? Örneğin tüberkülozunki gibi etkilememiştir beni hiçbir dilde hiçbir kelime, ve yahut tifo denince gözlerdeki dehşet ifadesi onu nasıl da ihtişamlı kılar. Velhasıl bir deniz hayattayken okyanus olamamışsa, yine de bu onun gölden farksızlığını göstermez, şairi oturtup masaya, yeniden yazması beklenmelidir ilişkilerimizi ve skandallarımızı. Her şeyi sil baştan yazmalı, bunca kavanoz varken, dünyaya yer mi yok sanki?