31 Mart 2011 Perşembe

bir dairenin en yalnız katında
bir bildikleri vardır diye ileri alınmış tarihlerin ayazında
yalnız beyaz saçlıların pencereden görebildikleri
yalnız ağaçların ağlamaklı dallarına yakın mevzi almış
silahları kurcalamakta elleri
sıcaktan lal olmuş anneler sepetlerinde biriktiriyorlarken çocuklarını
kuyular kazılıyor geçtiğimiz çelik yollara
kırbaçlamakta bir sakınca görmüyorlar yabancıları
kimse gitmiyordu düş gördüğü illere bi kez daha
daha yaralılar
daha çıkmamışlardı uykularından
daha kapılar gıcırdamıyordu çocuklar kızmasınlar diye
sakin sakin giderken köpeğin ittiği yere
gülümseyerek ve topallayarak aynı adları söylerken pasaportsuz
dilinde papatyalardan kopardığı tazelikle, bir menekşeyi çocuklaştıran
bir gömleği tutuşturan bizdeki sabır, bizdeki ağırlaşan veba
üstümüze hançerler çekilmiş sanacaklar diye yanmayız
orda herkes oksijen içerken eldivenlerinden görünmeyen içlerine doğru
kalkıp sığınmışız annelerin doksanlardan getirttiği salıncaklara
sehpalara bırakmışız kuşların dediklerini bize

23 Mart 2011 Çarşamba

YENİLGİ

YENİLGİ
çocuk kalmak yüzünden, çocuk ölmek yüzünden

anca intihar ederken soylanan memurlar gibi kıt kanaat geçindik,
ölünce beni şiirden sayıyorlar diye güvenli bölgelerin dikenli telleri arasında doğurdular,
 ve niye ki beni doğmamış telaşlarının incecik yaşlarından şarj edip, düşlerinin memuru ediyorlar,
kalkıp bir geceyi söksem adamın tekinin derisinden, zift kokar adım şimdilik,
şimdilik pek ehemmiyeti yok seni sevmelerimin, meşgulüm seni sevebilecek kadar bir kez daha yazmayı göstermediğinden sevgilim,
birbirini yaralayacak atların tanışıklığı var bu savaşta ve ikimizin alın yazısında, renklerimiz bir elbisenin bilmem kaçıncı duvarında,
el etsen habire boğazlanırız, burası da annemin ördüğü bir kıştır diye düğümleniriz,  
aşk da gemi de batmıştı en baştaki kıvılcımla, nihayet seni boğulurken görmeye bir balık olacağız en baştaki çakmakla ve kıyamet gününde,
 geriye kıvırcık bir ülkemin nasırlı memleketinin avlusuna bırakıldığımız,
geriye belki uzun süredir bakmamış unutmuş kadınlarını,
geriye hüzünlerine bekçiler tayin olmuş kasabanın en trajikomik mahallelerinde,
ve bu boşlukta, bu acı acına sürmekte , batmaya direnen ta kendisidir,
kılıçlarını üstelik, sakallı olmasına rağmen, ve bırakın nihayet vardırsın ateşini zeusa kadar,
yılmaz abi hem çiğ köfte yapar buruş buruş bir memurdur, sıyrılmıştır, avuçlarında doksan sekizde sevdiği bir tanrı,
sıyrılmışsa tatmin olduğu yüzünden bir kızın gözü morardı, bir evin çatısına çıktı kış,
ben neyi hatırlıyorsam onu yaşıyor şimdi o, bi dostumdan alacaklı olduğum öğleden sonrasını
yoksa ben avucumun içinde saklayabileyim diye doğmaz güneşlerim, dövüşlerimi kırbaçlardım
bu yüzden kar bıyıklarına yağdı unuttuklarının adıyla tanınan bir adamın

çocuk kalmak yüzünden, çocuk ölmek yüzünden

22 Mart 2011 Salı

birazdan gecikmiş olarak unutuldu, merdivenlerde gözlerini boşalttı, çakmağı sönmemişti, bir böcek bulup ezdi sonuna kadar, yürüyecekti şimdi, bir kervan bulup yürüyecekti, dolu yağacağını beklemişti uzun süre, arkasından bir el dokundu omzuna, sonra bir yıldırım düştü ayağının dibine, birinin penceresi açıktı, birisi çıplaktı, birkaç sendeleyip rıza gösterdi olanlarla, şişmişti dudakları, galiba burnunu kırmışlardı, acıyıp gitmeselerdi ayağa kalkamayacaktı sanki, kalktı üzerini topladı, durağa gidip otobüs beklemeye koyuldu, içindeki o korkunç sızı yine başladı, heyecandan kaburgaları kırılacaktı nerdeyse, bugün kırmızıydı, bugün alevdi, yediği dayağı hiç yememiş gibiydi, eve döndü, dolu yağmıştı ve bitmişti, baloda kaçırdığı kız aklına gelmişti, otobüsten inerken balonun yapıldığı okul meydanında, o da çıkıp gitmişti, kapıyı açıp içeri sokuldu, odasını bulacak halde değildi, birisi ona odasını gösterdi, kimsesi yoktu ama bazen de şanslı gününde olabiliyordu, sigarasından dört tane içti, her seferinde bir engel çıkıyordu sevmeye, bu da onlardan biriydi, hele bir keresinde üniversitedeyken, aynı sınıftaki tek başına sevdiği kızı öpmeye çalışmıştı, kız izin verir gibi dudaklarını uzatmıştı da, ama o asistan olacak hayvan kıskanmış gibi, bir cinayeti önlüyormuş gibi bitirmişti bu anı, ama ellerinin kızın memelerine değdiğini fark ettiğinde,  hak vermişti de bir yandan, her seferinde bir baltayla kesiliyordu sanki çiçek tutan ellerli, bu kez de olmadı, ve bir sigaraya daha başladı.
herkesten farklı çekiyordu zamanı içine, bir merhaba etmeden odalara girdiğindekine benzer, ıslanırdı adeta her yürüdüğünde, birisi sektiriyordu onu bir aşağı bir yukarı.
bitmesi gerekiyorduysa, bunun için ateşleyeceği her kurşun penceresinden sekecekti, bitecekti. görmeye can atıyordu bir kez daha, sabaha kadar uyutmamıştı onu sesler, ilacı merhemi kalmamıştı, durduramadı bacaklarını, hızla çıktı evden, okula varınca bir kez daha göreceğinden korkmuyordu yine onları, baktı, ordaydılar, kızgındılar. sınıfa girdi, bir müddet çıkmadı, sonra aşağı kantine doğru yollandı, oturdu iki şekerli çayından içti, gürültü ona soluk aldırmıyordu, mutlu insanları görmekten sıkılmıştı, gidip aynada kendini izledi, üst katın koridorlarındaki korkuluklara yaslanıp gelen geçeni gözetledi, beş dakika sonra nihayet görünmüştü, beş dakika sonra o ağrı ikisinin de canını acıtmıştı tekrar, o an aynı şeyler hatırladıklarını kaydetmiştir muhakkak melekler, anlaşmış gibi, birbirlerini göremeden de olsa, en üst kattaki fizikçinin odasındaydılar, kavruk tenine baktı, gülümsedi, karşılık alamadı, sonra çıkıp onu bekledi, demek ki bir milyon kez bile vazgeçirseler, yine de mücadele edecekti, yanına yaklaştı, kız durdu, yüzüne bakmadan durdu kız, yüzüne bakmadan ve bir söz etmeden o da seviyordu işte, yavaşça yürümeye koyuldu kız, arkasından gelmesini emredercesine, arkadan gelense itaat etti, yürüdüler birbirlerini hem tanımayarak hem de çok severek, birbirlerine aç, aynı zamanda erkek kızın tokasını kendisinin aldığını görerek, ve mutlu aşk yoktur sözünü şairin birinin yazdığı aynı kitaptan, aynı anda okumuşlukları vardı, hatırladılar, hatırladılar, kızın gözleri kan kırmızısı, erkeğin suratı dağılmış halde.

kamü

eşyaları alıp sokağa çıktık,karanlık basmıştı, gece olmasına az kalmıştı, yürüdük, güçlü oluyorduk git gide, canımız sıkılmıyordu bundan, maç vardı, malatyaspor 1. lige çıkmak için elazığı geçmesi gerekti, murat iyi konuşurdu, kaynaşabilirdi yanındakilerle, aç değildik, boyuna sigara içmelerden, eğleniyor gibi gözükmeye çalışmaktan sıkılsak da, başka çare yok gibiydi, maç uzatmalara kalsın diye içimizden çok geçirdik, penaltılara kalsa 1’e veya duruma göre 2’ye 3’e kadar dışarıda herkes gibi eğlenirdik, başımızı sokabileceğimiz bir yer yoktu, öyleyse bu maç ne kadar uzarsa, ve çıkarsa takım 1. lige, taraftarlar uzun süre eğlenirdi sokaklarda, onların arsında geceyi bitirirdik. maç penaltılara kalmadan bitti, Malatya 1 ligdeydi, herkes coşmuştu, sokakları, caddeleri bağırarak geçmek durumunda bırakılmıştık, iki tur attık Malatya caddelerinde dolaşarak, sonra arabasıyla şov yapanlar oldu, izleyip katıldık, belki bizde kalan en iyi anıydı bu, adam arabanın bir tarafını havaya kaldırmış dönmekteydi, iki tekerlek üstünde arabaya patinaj yaptırtarak dönüyordu caddede, sonra insanlar azaldı, gürültü bitti, herkes eve doğru yol aldı, sanki herkes birdenbire evine varmıştı, caddelerde tek tük bağırmayan insan vardı artık, sade biz kalıncaya dek gezdik caddeleri, birkaç tur daha attık, eve dönüyoruz gibi yaptık, yabancı görünmemek için, kalacak yerimiz olmadığı bilinmesin diye rol kesiyorduk, paramız yoktu, ancak yol parası ederdi ceplerimizdeki, telefondan abimi aradım, acil para göndermesi için, ilk iş yarın erkenden para gönderecekti, kahvaltı yapıp, çok kötü bir gecenin ardından, güzel bir gündüz geçirip dönmeyi planladık, sonra zaman durdu, kimse kalmadı etrafta, saklanmalıydık veya uyumalıydık bir köşede, evsizliği öğrenmeye niyetli olmadığımızdan,  bir yerde birkaç saat geçirip, okula dönecektik, üniversite öğrencilerinin sık uğradığı, yabancı filmleri oynatan bir kahvehanenin bulunduğu pasaja girdik, en iyi bildiğimiz yerlerdendi, orda iki, tahtadan ,uzun ve boyu kısa sandalyeye uzandık, uyuyamıyorduk biri bizi görür diye, telaş içinde kalmıştık, fısıldaşarak konuşmaya başladık, planlar yaptık, bunu kimsenin yapamayacağından bahsettik, ne kadar güçlü olduğumuzdan, ne kadar farklı olduğumuzdan, bir birimize hep dost kalacağımızdan, kaderlerimizden falan, sonra birden bir ses, sonra karanlıkta pasajın kilitli kısmından birinin içeri girmeye çalıştığını belli belirsiz gördük, çok korktuk, bekledik bir an, sonra aynı kişinin, aynı kişi olması gerektiği için nerdeyse aynı kişinin, pasajın bizimde girdiğimiz kısmından giriyor olduğunu ayak seslerinden anladık, hemen sandalyelerden kalkıp, pasajın iki girişinden dar olan kısmına geçip,bir nevi bizi görmeden tüymeyi istedik, adam tam da tahmin ettiğimiz üzere giriş bölümündeki geniş yoldan içeri girince, yavaş yavaş, sessiz adımlarla terk ettik gençlik kahvesini, İnönü stadına doğru korka korka gittik, stadın hemen dışındaki bilet peronlarının bulunduğu alanda, toprak ve az da olsa çimenli alanda durduk, ordan etrafı kolaçan ettik, her hangi bir kimsenin bizi fark etmiş olup olmadığını kontrol ettik, sonra uzanmaya karar verip, yarımşar saat arayla ve sırayla, birinin uyanık kalması şartıyla uyuduk, ikişer nöbet değişiminin ardından, hemen yanımızda köpeklerin de dinlendiğini görünce, orayı da terk ettik, sabaha az kalmıştı, ezan okunmuştu ve insanlar dışarı çıkmaya başlamıştı, polisler yoktu etrafta, ya da fark etmemişlerdi şimdiye kadar, bundan sonra görseler bile şüphe çekmezdik en azından, içimiz rahatlamıştı, etraf aydınlanmaya başlamıştı, çok gururluyduk, kendimize güvenimiz, birbirimize güvenimiz artmıştı, sabah olunca malatyanın büyükçe bir parkında uyuyamadan uzandık, konuştuk, sigara içtik, halen acıkma hissi hisetmiyorduk, abime sürekli çağrı atarak para göndermesini aceleye getirmesini sağlamaya çalışıyordum, ama bu imkansızdı, öğretmendi ve dersleri bitirip gönderebilirdi ancak, bu da demek oluyordu ki öğleye kadar bekleyecektik, öğleye kadar dışarıda kalacaktık, sonra bir başka arkadaş daha vardı başka bir cemaat evinde duran, pek bilemediğim bir yer, daha çok Kürtler vardı burda diye murat tembihlemişti, şefaa’nın kaldığı cemaat evine doğru gitmeye karar verdik, en azından kahvaltı edip, zaman geçirecektik, en azından şefaadan borç para alacak, okula dönebilecektik, şefaanın evine varıp, kapıyı çaldık, aynı okuldan başka biri açtı, hiç şaşırmadım orda olduğuna, kürttü ve namazında niyazındaydı, içeri girdik, okuldan tanıdık başkalarıyla selamlaşıp, birkaç yalandan sonra, rahatlamış olarak kurulduk bir çekyata, iyi gelmişti bu, nerdeyse iyi ki gelmişiz dedik, şefaayı ilk kez bu kadar sevdim, kahvaltı ettik, namaza kalmadan çıkmak için bir bahane bulup ayrıldık ordan şefaayla, sonra okula dönüp hayatımızın değişeceğini ama, daha mı iyi daha mı kötü bilmeden, daha iyi yaşamaya başladık, zaten iyiyle kötü arsında pek bir fark yoktu, ama kötülüğü her zaman hissedebiliyorduk bundan sonra, yapacaklarımız ve olacaklarımız hepten değişiyordu bunu anladık, anladık ki büyük insanlar en çok ve en büyük tehlikeleri atlatanlardı bundan böyle,

21 Mart 2011 Pazartesi

Bilemem ben, su soğuk, kapı kilitli, sifon bozuk, orda radyoda çalan şarkıyı dinliyor herkes, hala her şarkıyı radyodan dinliyormuşuz sanki, ve bilemem ben bu sahil nereye vardırır bizi. Sahil uzak, nereye varsam içkiler hazır, perdeler yarım gri, gözlerden ırak bir kentte, durduğun yere varmamışım hala. Kısılmış seslerden yapılma, madeni bir sabah, kahvaltı zamanı ve dövüş zamanı, ve anlatması zor bir ölüm besliyor hepimizi, zor bir yaşam ilk kezliğine yaşanıyormuşçasına, çok acele edilmiş bir günü daha gebertecekmişizcesine.
Gündüzleri seçilen temiz bir bluzun üstüne çekmiş suretini, sivilceler ilk kezliğine bir insanı olgun gösteriyor gibi, üstelik cekette giymiş, martılar ağlıyor, şiir bilmiyor o da. Bir Cerrahpaşa taksisi götürüyor bizi kalabalık zamanlara. Ne yarını belli, ne dünü kalmış birbirimizin, bir çileğin hoş kokusuna rağmen moralmen çökmüşüz, komşular desen matematik öğretecek çoluk çocuğa, imreniyorum imreniyorlar, imreniyor herkes bir diğerine.
 Kenetlendiğimiz yerden kapatılıyoruz soğuğa, tutuluyoruz karanlıkta, tutuklanıyoruz, hırpalıyorlar bizi, ve kapalı, ve sessiz, ve çevik bir üşengeçlikle, doyuyoruz aniden yağmurlara, rüzgarda giderken yeşil bir köpek misali, doksan sekizden beridir yaşlanan kırmızı bir kadının gördüğünü görüyor, doksan sekiz yerinden bıçaklanan bir sevgilinin düşmesiyle düşüyoruz, topraktan alıp saksıya koyduğu toprağı, evlerine kadar saklıyor köpek, saklıyoruz, sanki çok derin kazmışlar gibi, sanki gitse yağmura tutulacakmış gibi ıslanıyor, o ıslandıkça biz uslanıyoruz, ne de olsa diken battığında canımız acır.
camda biriken damlalar o kadar rötuşlu ki, nerdeyse yarın olacakmış sanki, yine de korkuyor, lokantadan dönüyor kocası, kitapların dediğini hiç yaşamamış herkes gibi, dönüyor ve yeniliyor ardı ardına, dönüyor ve ceketi eksik, nişan alamamış kimseye, şöyle sıkı bir yumruk patlatamadan her hangi bir hasmına, dönmüş eve, dönmüş bir ciğara yakmış, ve kalıp bir cumhuriyeti dövebilirdi de pekala, ama kalmadı ve batmadı güneş, meydanlara çıkıp çıktığından pişman olabilirdi ama güneş battı, bulutların geçişine köpekleri bağırtırdı, ve yavaşça eğildi sonra, sigarasının bittiğine yanıyordu, gömleğinin üst düğmelerini açtı, pencere kenarındaki koltuğa yaslandı, güvendeydi sonunda, ya da  güvende olduğuna inanmak istiyordu, düşündü bu evren yaratıldığından beri kaç kere öldüm ben diye, kaç yaşındaydım, ne iş yapardım şimdiye dek, ne yapılması gerektiğini düşündü, sonra bi daha düşünmedi, sanki bir görevi olsaymış iyiydi, onun için koltuğuna yaslandı, üzülmeye çalıştı ama olmadı, ağlamaya çalıştı ama bunun için çok yetersizdi, birkaç satır yaş çıktı gözlerinden, değişmeye söz verdi yine ama yetmedi, bu sözler değişmek için fazla kafiyeliydi, sonra suyunu değiştirdi çayın, köpeğini ve karısını bağırttı, pencereyi kapattı, yani hiçbir şey olmasa bile şükür ki bunlar oluyordu, sonra lal olmuştu, oysa konuşsa dereler akacaktı, toprağı sürecekti köylüler, içimizdeki don kişot eline alacaktı sazı, o söyleyecek biz rakıları dolduracaktık, en başa dönüp bir daha hüzünlenecektik, ama olmadı, vakit geç olmuş, bir kere yatakları toplamamışız daha, daha elini sıkarken sevdiklerimizin, hiç sevmeyecek gibi sıkmışız, daha alışmışız süslü püslü sözler etmeye, ve sartre’lara çok güveniyoruz bu konuda, bu yüzden yavuz Bingöl dinlemezsek özgür oluruz, içine kapanık şeyler oluruz, söndürmeden sigaralarımızı.
sonra bu adamlar ve kadınlar, her yağmurda dışarıdalar, Turgut uyar dışarıda, o yetim çocuk hep dışarıda, biraz tasalı ve endişeli olsa da dışarıda, gökler ve yağmur dindikten sonra ıslananlar oldum olası dışarıda. ve bırakın da biraz yüzünü dönsün bize tanrı, olmadı aç ve yorgun bir melek duysun sesimizi, güneş felan çıksın, biri çıksın şu ata binip, bir şiir okusun ahmed ariften, zaten atın sırtındayken bir tek ahmed arif okunur, ve  biraz yetimlik bulaştırsın bize gökler, yürüdüğümüze değsin bu yalnızlık, hiç yağmamış bir yağmur diyelim, diyelim ve sobelenelim, diyelim de bir sonbahar olsun artık bu gök yüzlerimiz, bir teyze olsun bize bulutlar, bir derdimiz olsun bu yağmur bol alkollü, ve gitsin bir köşeye sıkıntı çeksin sevdiğimiz, merdivenlerden çıkarken kimseye görünmeyecek kadar çilek koksun her yer, ama mavi olsun.
ve sen bu adamlar ve kadınlar bu şiiri bitirene kadar, biraz öl, biraz kal, biraz yağ ve durul, ve biraz git, git biraz su getir, git sonra yüzümü dağıt, yüzümü çiz, yüzümü perçinle, sabahlara kadar iç, öfkelen, sızlan, birkaç hap at ve as boynunu iplere, ama bize hiçbir şey anlatma, böyle sessiz ve bedavadan bir gol yesin fener, sen sadece bak, sadece karıştır beni bir başkasıyla, sıkıl benden, ayıp et bana, döv, yık, indir benim pencerelerimi, ve ordan çık git artık, sakallarım uzasın benim, çanlar benim için çalsın, postacı mektupları bıraksın kapıya, ay böyle iyi ama şu çöpleri kim çıkaracak…
ölür edasıyla yaşlanan bize, kimseler acımasın, acıtmayın lan bizi

12 Mart 2011 Cumartesi

bizi kim kaybedecekti hey dağlar, bizi kim bulacaktı, kimdir sürekli koştuğumuz çakıldan yollarında,

Bir daha görünmezdi bize görünenin dağınık paslı gerçeği, o zamanlar toyduk, bilmezdik küçücük olduğunu baktıklarımızın, izin vermiyorlardı sanki ortaya çıkmasına hiçbir şeyin, ufacık bir sızıntı, yavaşça akan damlalar, kısık cansız seslerdi hep esas malzeme, varlığa ait tüm esaslar onlardı işte.  Bugün gördüğünüzü yarın aynı özde bulmazsınız, her gün daha çok solar, ya da adamakıllı parıldar, bir kitabı bitirdiğinizde sizde kalan cümleler, sizde kalan kir, bir daha okuduğunuzda bir rıhtımda alıkoyulmuş olacaklardır, başka cümleler yapışır bu defa dudaklarınıza heyecanla bağırdığınız, böyle girdiğiniz her mahalle, tuttuğunuz her köşe başı, sevdiğiniz her kadın, sizi başka birisi olarak bekler, değişmeyense bir tek saflıktır, henüz bebeklerdir çünkü, sonra hep yapmanız gereken memurluktur değişmeyen, yani beklemekleriniz.       
Mutluluk yoktur, ceplerinde kâğıtları kırıştıra kırıştıra okunmaz bir beyiti dinleteceklerdir mezar başında, sonuç sadece ve sadece bu, böyle bitiyor bu filmin sonu ne yazık ki.
neyse ki ezberlerinde bir sürü başka şey yok, kafaları sürprizlere felan hep açık, hep pek yakışılı ve zalimler, bütün gün böyle yakışıklı ve tuhaf, bütün gün böyle çok sakat, çok sakat bir alfabeden türemiş kelimelerden örneğin portakal, örneğin ambar ve dolap ve dozer, zira mutluluk yoktur, ceplerimde kırışa kırışa okunacak tüm kelimeler bir araya gelmeden de anlam oluşturmuyorlar ki, ama kime göre, mesela sessizler aynı zamanda yabancılık çekiyorlar mıdır, yalnızlar çok yakışıklı mıdır bu yüzden, ama ben bilirim, ne kadar yalnızsan o kadar çekici olabiliyorsun, ne kadar sessizsen ve daha gerekmedikçe gülmüyorsan, güzelliğine güçlü ve sessiz bir gizemlik de katarak, daha da yoruluyorsun, sonuç yine aynı, malzemeden çalmışlar seni, sonra bir hasta gibi dikiliveriyoruz mezarının başında okunan kitabelerden alıntı şiirler söylenirken,  zira etkisi geçene kadar uyuruz her şeyi biz,  hayat alıştığımızın dışında, ne yapsak da bir kabahatimiz olmasa diye yaşamak çıkıyor ağzından, çıka çıka,
susmak zaten en garbidir duyduklarımızın, demeyeydin de yırtılmasaydı canlılığım, misal ikide bir korksam masal sona ererken, hayaletimi çıkarsam sandığımdan, üç yüz bin asker bir milyonluk yasla uğraşsa, ve dönüş güzergahlarında bilinmeyen kelimeler icad etsem, yine de seni çözümleyemezdim bunca günahkarken, didişen bunca saçma sapan, gürültü çıkaran insan var ki nefretimiz doludizgin.
kar yağıyordu bakınca, bakmayınca bir kurt sürüsünün uyandırdığı akşamlarda buluyordum leşimi, hiçbir ayrılık bu tenhaların iliğinden yaratılmıyordu, tenefüse erken kalkan prenslerin saatlerine ayarlıydı tarih, ki bunca telaşın ortasında çıkmak yasaktı bize tepsinin denize açılan sınırlarına, kitapları yakmakla sisler oluşuyordu gözlerimizin ufka doğru görüşlerinde, kimse ihmal etmemişti kendi avuçlarına düşen çileklerin tadından almayı, doğrular eğri yollar üzerinden geçiyor, mesleğe yeni adım atmış Çingeneler gibi iki lafı birbirini tutmuyor hayatın, ve dimdik hizaya sokulmuş dağların gövdesini oyuyorlardı dozerlerle, ve bir ülkenin yüksek karanlıklarından çullanıyordu sert sözcükler, ulumaya hazırdı filler artık, kuyruklarını vurdukları binalar, demirler, balkonlar, akarsular çatlıyordu teker teker, insanlar o açık kalmış yarıklardan birbirlerine hala küs idiler, hala sevdalı idiler, herkes kendi barikatından atlamaya cesaret topluyordu, kimisi unutmuştu aslanlarını, kimisi hala doğmamış sayıyordu kendini, herkes bir başka yaşamak olasılığını hesaplıyordu var gücüyle, vardı deri ceketlerinin altına giyecek boğazlıları çünkü,   
öyle yılgındık, öyle bıkmıştık ki, yorganları üstümüze attığımızda dünyayla irtibatımızı kaybedemiyorduk, uyuyunca eksilmiyordu hayat, başımızda ödünç aldığımız dertler kaynıyordu, hasta ve yorgun olmaya bile kalkışmamıştık, korkuyorduk, çünkü ağzımızdan kıl payı kaçırmıştık bu dövüşlerde dövüleceğimizi, şimdi ise bir kere daha aslanlar parçalayacaktı bizi, bir kez daha annelerimizin yaşlarının döküldüğü toprağı boyluyorduk, hicran duyuyorduk yokluğun varlığına, rütbelerimiz yoktu, sözlerimiz kayıp, masaların üstündeki çiçekler ve şiirlerse, koklanmadan ve haykırarak okunmadan bırakılmıştı, zorla kara batmaktan söz ediyordu mevsim, ayaklarımız Fransız kokuyor, ellerimiz cumhuriyete batmış, dünkü senden geriye ise yalnızca içi boşaltılmış bir sürü mürekkep lekesi kalmıştı kağıdın üzerinde,

9 Mart 2011 Çarşamba

vazgeçemediğin düşmanlar


Demek ki intihar edeceksen, daha üst katlardan bir ev kiralamak durumundasın…
Dünyayı, bakışları tel örgülerle örülü çocuklara emanet etseler keşke, üstelik çok çalışkan, pembe yüzlü, lunaparka hiç girmemiş çocuklara,
Lunaparkın tel örgüsüne yaslanmıştı çocuk, diyordu ümran, diyordu ümran daha o yaşta yaslanmıştı dört saatlik bir karanlığa, garanti terörist derler ona,terörist olmasının garantisidir bu diyordum sesimi daha çok kısarken ona, ve minibüs ilerliyordu, ve keşke bizi dinleyen kimseler yoktur diye tetiği çekmişim. Utanıyordum, bir şarapnel olsam kesin patlardım yani, bir gök görseydik sabah olacaktı gibi, yani ekonomik sıkıntıların farkında olan bir çocuğun susmaması gerekir, çünkü onların hayallerinde bile kırbaç lekeleri olur, pek yatıştırıcı değildir ninelerinin masalları, hayalleri karpuz peynir alıp getirmeye dairdir, öfkeleri bir tutam öpüşün anneliğine bakar, ve pek izine rastlanamaz oralarda gözyaşlarının, dünya kırbaçladıkça onları sırt çevirirler göğe, dünyayı kırbaçladıkça onlar,  bir rahim daha patlar hale gelir güneşe sırt çevirirlerken, ama gecelerden ve geleceklerden kat’a bahsetmezler ne olursa olsun, insana iyi gelen ne varsa taşlamışlardır çünkü, çünkü ayrılık sevdaya dâhildir.  Sonra birdenbire öyle bir göç edecek ki bu böyle çocukların her biri, sabah olsun diye kaldırımları silerken babaları, sobaya odun olsun diye baltalarken evlerini anneleri, kahvaltısız bir sofrayı kuracakken yine Diyarbakırlı anneleri, kimselerden habersiz ölmeyi bu kadar profesyonel yapmayı beceriyorlardır yine anneleri, dinleyenlerin Müslümanlıkları dolayısıyla yine, bakanların fütursuzlukları yüzünden, ne de olsa artık baktığımız şey baktığımız şey değildi ya artık, ne de olsa ikiye parçalayacakken kendini yine anneleri, objektiflere yansıyamamışlardır, suçları sabit, pop müziği dinleyip sokaklara çıkmayı özgürlük bilecek kadar zeki ve andaval hisseden başka bir kalabalık da var nihayet, kargışın, ağıtların ve ceylanların ve kendinden arta kalan kalabalığın ortasında sesi sonuna kadar açıp kulaklıklarıyla o kadar çok özgür olabiliyorlardı ki, sanırsınız yeminleri bozulacak görebilseler, çünkü onlar da başka bir kalabalık oluşturmuşlar, ancak kendi kalabalıklarına yetiyor kalabalıkları, ve bir sürü rüyayı son bir kez daha göremeyecekken anneleri yine, gölgeleri kendisi olan çocukların, olmayacaktır bir daha soyu sopu,  onlar artık ne sadece rehnedilebilirler karanlığın içinde, ne de sadece çocuk kalabilirlerdir anneleri olmadan.
Çok hüzünlü şeyler olacak, çok, bıçak kemiğe dayandı dayanacak nihayet. balkona astım dumanımı, ve çektim üstüme tümünü, bahçelere astım perdelerimi, saatimi kurdum hüznün maviliklerine, sırlarımı açtım sonra, okununca gitmiş sanılan denizlere uğradım, çok hüzünlü şeylerin olacağı apaçık belliydi bundan. Ve susmak sanılıyordu ağlayınca, bu benim sustuğumu, bu hüznümü ve şarkılarımı kurşunlatmışlardı oysa, kısa süren bu sessizlikse temmuzdan beridir ceplerimde. Kıştan mı, çayın deminden mi, mutluyuz gibi dolaşıyorduk işte, işte bu son rötuştu kadere, birkaç dakika daha gecikiyorduk yine yeni şehirlerin bulvarlarına saklanmaya, birkaç dakika daha verildi ve yerlerimizi açık ettik, acının tarafındaydık acıttıklarımızla birlikte, hüzünlenmemiz şarttı, bakışların bizi görmeyişi kadar şarttı kar düşmesi saçlarına, ne de olsa şairin de dediği gibi, gördüğümüz yerde gördüğümüz, gördüğümüz de değildi bundan böyle.
Satırlara sığmadın diyor Orhan abi, hem makinist de çok pervasızdı, gittiğimiz yerde değildi gördüğümüz şehir, caddelerinde mozaik adımlar bıraktığımız şehir değildi bu akşam şehir, konuştuğumuz susuşları biz konuşmamıştık neticede, onun için büyük gemiler olmadan da bitebilmeli durduğun yol, kuşlar felçli çocuklarını bağırmaktan kendini alabilmeli, mutsuzsak mutsuzuz işte yapacak bir şey yok, derinsek derinizdir çıkacak değiliz kuyudan, ve altını kısmadan götürebiliyoruz bu savaşı, biz ve bizim gibi diğerleri arasındaki yoğun çatışmaların içinde. 
Sayın engin ölmek üzere bekleniyorsunuz diye bir satırlık infaz gelir boynuna Muhsin beyin, mektubuna karşılık neler geliyor insanın başına, kurtların kendine taraf gelen sürüye bakmaktan boyunları tutulmaya başladığındaki halleri geliyor aklıma, kuzunun ciğerinin taptaze olduğu zamanlar, kızların diri göğüslerinden fırlamış gibi en lezzetli kıvamına geldi geliyordur zamanları, ama Muhsin bey bişey demiyor, bir parça koparıyorlar yine de, koparıldıkça büyüyen insanlar görüyor beşiklerinden beridir tutuklu, ama bağırmasına mani olmaya kimin gücü yeter, kim onca öfke biriktirebilmiştir ki bakışlarında, hangi tufan daha gemiler hazır değilken patlar ki, nuh bile bunu bilmemişse vay halimize. Ama ne o bunları bir hayat edinip güvercinler fırlatmaktan vazgeçer boşluğa, (kekliklerinin uçuramayacağını kimse getirmemiştir aklına) ne de gergefsiz döşenmesine pek lüzumu olmayan hayatı uzaklardan kolaçan etmeye razıdır, işaretleri silinmiş bir göğe benzer ranzalardan bakınca bu küslük, sokak çocuklarının öfkeye benzer gülüşlerini andırır gülümseyişi, düşünüşlerini andırır sözleri, kuzuyu kurda teslim eder etmez arkasına yaslanan kötü senarist, başını kaşıyacak vakti olmuyor nefretinden sanki, ve tırnaklarını boyalamaktan ağarmış nerdeyse gök, boynu tutulmuş bakmaktan hedefine, bir çıkıp gelen olur diye saklanmış, dinlemekten soluğu kesilmiş belli, ve bu kent gidip gelip mahşeri andırıyor ne zamandır,
düşmanlarımız olduğunda, yaşamayı borç biliriz daha…

4 Mart 2011 Cuma

xerez, okunması kimsenin istemediği kadar güzel, telaffuzunun yasaklandığı devletlerin kendileriyle santim ilgisi olmayan, kendi dilinde bir köyün ismi o kadar, böyle dal taşak olaya abanalım istediğimden değil, sade içime böyle bişeyler geldiğinde, benden başka birilerinin de hüzünlenmesini bir insanlık şartı olarak gördüğümden, ve bu hüzünlenme işi gerçekten gerekiyormuş ki ,onca kitap gazete basılıyor matbaalarda her gün, tamam kabul herkes herkese bir parça bile olsa ihtiyaç duyar geniş zaman kipinde. Demek bizim içimizde yer alıyorum, ve kendi heyecanlarımı size emanet etmekte bir beis görmüyorum. Biraz dinlenmek iyi gelir diye düşünmüştüm, gayet doğal…
xerez; nasıl söylesem şimdi, ispanyanın ve kürdistanın ortak günahı.
abi yasak masak, ben bu bakışı bakarım, abi yasaksa yasak, ben; bir konuk olarak tükenmeğe ve yitmeğe devam edenler için ağlamaktan başka bişey yapamıyorum, abi yasaksa yasak, konuşma, konuşamıyorum çünkü, bak ben o kamyona biner, o silahlara uzanır, ateşlerim bir gün kendimi, ben bu sözü derim, çünkü her kaçış biraz daha illet ediyor bizi, her şeyi mutsuzlaştırıyor, her şey paravanlaşıyor, pervasızlaşıyor insan herkese, son bulmak istiyor, son bulmak istiyor herkes şimdi. Gel al şimdi bu kaçarkenki geri dönüşlerimizi bizden. Martılar bizi görünce silahlanıyorlar, abi bu mısra yasak çünkü…
Bu terimiz, bu soluğumuz, bu gözyaşları ve şu karşıki evler, bu dumanlar, akşamlar, artık bu İngiltere, bundan böyle demir kapı, kör pencere filan, bardaklar ve sigaralar, savaşa, devlete ve rahata dâhil, kargayı gözetleyen dişsize, özleme ve nefrete dâhil. İstirahat etmiyor kimse yeteri kadar, yavaşça yalnızlaşıyor herkesten, ve mesaileri çok abartıyor devlet denen şaibeli şey, bunun için bazen düşünemeyebiliyorum, akılda kalan bir tek dize bile yok nerdeyse etrafta, sade kalabalıklar oluşturabiliyoruz sahnede, mesela adı bile yok bu rüzgarlı şeylerin, yok kağıdı ve parası kumbarasında, kağıda dökülür elbet bir gün bu sessizlik ama, elbet bir gün şimdiki gibi bir güneşin doğuşuna şahit gösterilebileceğiz ama, elbet keşke hiç başlamasaydım diyecekler nerdeyse ve, elbet burada martıların ne işi olur ki hem, burada tokluk ve rahatlık yok ki maaşlarımızdan gemi alabilmeye, makyajını tazelemeye bir daha, bir cekete yağan yağmuru dindirmeye, yani bir duruşu olamaz kimsenin, güzellik ve şımarıklık şimdilik yasak,  güvertesini indirmiş gemilerden inen bütün tayfa, birazdan buraya dolacakmış gibi hazırlıklı ölümlerine,  bu ne biçim ölüm şimdi, bu ne biçim saraydır ki padişahın kucağında sapsarı çocuklar, ki adamlar nehri çoktan geçmişseler, yazık ki dolunay perçinleşecek, bu ne biçim bir yazı ki, kim nerede ne yapmakta bunlarla pek ilgilenmiyor, biraz dinlemekten, biraz söylemekten yana, biraz da anlamaktan ve yargılamaktan, birazsa her anladığından ölümü çıkarmaktan yana hep, benim azıcık kabahatim varsa bunda, bu yazılar hep ağlamaktan yanadır da ondan,
Yazmak hep kapıyı çalmaktan yana olmaktır çünkü, bir nevi herkes kaçtığında bu kaçmaları övmektir, bir mühim meseleyi gebertmekten geçer yani yazmak, yani sualleri yakmaktan yana durmaktır, ve ne yazık ki gerçeği bulamamaktan kaygısı olmayandır yazmak…
hırlamaktan davasını düşürmüşler onların, ilaçlar almışlar gündüzlerini hatırlayamazlardır, cümlelerden kopan parçalar yaralamış etlerini, sıksan ağlayacak bir duvarları bile olmaz. gene mecburum, deliyim, başım dönüyor,  gece olmuş bulut sönmüş bizim arka bahçede,  kitaplar doğruyu söyler söylemez eğecek başını, inecek ateşim perdenin devrik ateşinde,  
yangınsız, sualsiz, dekoltesiz bir akşam, tanklar kırlangıçların yuvalarından sektiğinde, İsrail bir kum kadar çalgısız ve gururla, sunar akışsız merhametini göğsümüzden içlere

pıçaksı bir marta giriş kapısı

Zaten buraların havasında hep bişey var, bana yaramayan, bana dokunan, beni endişelendiren, okusan geçmez, yazıp çizsen bitmez, soğuk, kırıcı ve ketum bir hava. Zaten ben de pek sevimli biri değilimdir hani, sevdiğim şeylerin sevmediğim şeylere sayısal üstünlüğü felan hiç olmamıştır, ben de bana benzeyen herkesle beraber çoğu kez mutsuz ve sıkıntılı, çoğu kez kendime bile kızgın, sık sık mide ve baş ağrısıyla uyanan biriyim. sık sık kaçmak gelir aklıma, ama kimse bilmez, ama kurtulamam bu yavşak memurluktan, ve başkasının bilinmeziyle uğraşacak vaktim hiç olmadı desem yeridir, hatta yeri olan başka konular da pekala vardır, ama burası onları açabileceğim bir yer olmaktan çok uzak ve o ağır konuların yeri olacak kadar büyük, geniş salonlu değil, o tür olayları, ve ya özneleri açmak derdinde değilim bugün, bugün nasılsa bozuğuz.
Herkesin bir işi var anladık, herkesin günahı sevabı bir de koltuğu sonra, herkesin en sevdiği şarkıları duyunca aşık olası tutar amenna, tutar bir dünya dolusu keder getirir eve herkes kendi adına, herkes kendine çok yakışacak bu acıları nerden buluyorsa buluyordur bize ne, bunu biz bilemeyiz, yani sonra herkes bu acıları, kederleri buldu ve getirdi, yalnız getirdiğiyle kalmaz bunları olabildiğince paylaşmaya karar verir, bunlar olabildiğince acıtmıştır kendini, bunlardan olabildiğince kaçar herkes, sonra bir tek kendisinin yaşadığına veya yaşayabileceğine kanaat getirip, kendine acı veren aynı kederlerden dolayı, hem hüzünlenip hem de heyecanlanmasını öğrenir, artık bir erkek olmuştur, ama sünnet olayına yanaşmayan.
O biliyor kimin neleri var ve perdeyi kapattığında kime kapatmış oluyor, o biliyor daha fazla ilgi gösterince İstanbul’dan çıkmış olurum aslında, benim yeşil bir ülkeye göçmüş kahverengi denizlerim vardır aslında, o biliyor, biliyor ve bunlara çok ehemmiyet veriyor, bunlar günah sayılmıyor, yani dün çok unutulmuş bir bakışı hatırladımsa bile bunda kaygı edecek, tasa edecek bir pıçak yoktur ki bazen, bazen insan bu şiirin herhangi birine yazılmış olmasını ne çok, hem de öyle felaketler, kasırgalar kadar ne de çok ister bazen değil mi ki ya, sanki üç beş hece hiç bir araya hiç bitiştirilmeyecek gibi, bildiğin hiçbir şey bildiğin herhangi bir şeye benzemeyecekmiş gibi, saatleri ayarlanmamış kentler, uçurtmalarını giymiş çocuklar gibi ve inşaattan düşüyoruz gibi. Yahut hiç olmamışsa bildiğin her ama her şey, yani öteden beri hiç bir şey gibi değilse bu bildiğin, bu senin büyüdüğüne dair unuttuğun en büyük eylül aylarıysa öylesine yaşlandığımız, ya da büyürken unuttuğun bir sevdaysa bu, vaktin yoktur vurulup dövüşüp parçalara ayrılmaya, gideceksen tek vesait var bu saatte.  
hadi baştan alalım soğuklar başlamadan, otobüs o güzelim kırmızı renklere boyanmış olmanın hakkını vermedi hiç, faithless olmasa kimse barışmaya yanaşacak gibi hissetmiyor kendini, herkes hasta, herkeste bir kıtlık kırandır, kar borandır gidiyor. bu aralar duygusal takılacak denli uyuyamıyorum da, ama hikayelerim var içinden kimsenin kaçamayacağı, yani ben kimsenin kaçmadığı küçük, minnacık bir hikaye biliyorum, istersen sana da bahsedebilirim, dur bahsedeyim o vakit.
ben kendi kaçışlarımın polisiyim evvela, kaçtığım kişinin silahlarıyla vuruldum, nefes almak bir refleks olduğu için hala yaşıyorum, ben kendimin tabiatı olmaktan çok ama çok sıkıldım, kendi maviliğim bana ya yetmiyor, ya da ben aynı tonlarda resmedilmekten ziyadesiyle bıktım,

sınır komşusu

Elimden gelen bir şey yok bu konuda. Korkuyorum ve korktuğumdan şüphelenmeye başladılar, bazen elimde olmayan sebeplerden ötürü umursayabiliyorum onları, onların yaptıklarını, onlara yapılanları, maça gitmeyi hiç ciddiye almıyorum örneğin, aynı zamanda gidiyorum. Hep buluyorlar bizi saklandığımız mevsimlerde, hep aynı sürede, hiç tozutmadan etrafı, -hem canımı sıkıyorlar, hem de aynı takımı tutuyorsun ya, sınırını bilmiyorsun kızgınlığının, sonra yine bir unutuş, yeniden acıyor vücudun, patlıyor kafatasın, miden kaynıyor, kitaplar bunu söylemiyor.
Hepimizin ödünç aldığı şeyleri geri vermenin vakti yaklaşıyor, yaşlandığımızı hatırlamıyoruz, bulutlar yaklaşıyor, dizlerimizi kanattığımız bıçakları yeniden kalbimize, yani kınına sabitliyoruz. Yani bıçağın en sivri ucuna batırıyoruz kendimizi, bedenlerimizin inşası uzun sürecek nasılsa, ustalar bir dahaki güneş tutulmasına yetiştirirler yetişmesine belki ama, ziyan etmemek gerek yaşamı, film bitti bitecek, kadınlar yataklarına ha girdi ha girecek, gecelikleriyle girdikleri o loş odalarsa karanlığa bulaştı çoktan, ve sahne karardı, ve o kadar da duygulanmıştık yani, hep boşunaydı, zira başlamak da filmin bitişi kadar sıkıcı.       bedenlerimizin inşası konusunda yalan söyledim bağışlayın, böyle bişey yok.
Uyku uyuyunca, karşılıklı olarak kendimizle tekrardan hesaplaşıyor, kimin ne alacağı varsa peşin ödüyor, kim ne kadar zarardaysa bir o kadar daha alıyor, biri bir güz gününü daha borç ediniyor bir diğerinden, aşırı dozdan ölmeliydik aslında ama. Ama bu çift benlik işi bile sarmıyor bir süre sonra, yarın ayağa kalkacağını bile bile, büyük sözler ederek konuşmak, kendinden çıkardığın, benliğinden eksilttiğin, dünya kadar yaşamayı kast ederek konuşmak, bi dünya jönümüz var ya, onlardan biri,bir jön ve bir balzac gibi konuşmak, ama bu kadar kibre gerek yok.
Yarım yamalak kalmışız, kırılmışız, üzülmüşüz, üstümüze gelmişler, sadece seviyoruz ve vedalar ediyoruz, işe yarayacağını biz de pekâlâ bilmiyoruz, saçlarımız kıvırcık adamakıllı, ama bu bizi ilgilendirmiyor. Bizimle ilgisi yok bu korkuların, sadece şüphelendikleri için giyiniğiz, biraz konuşuyorsun, biraz eksiksin, biraz da meyve yesek olurdu aslında, sonra  hep birine öfkelisin, birine daha, sonra birine daha,pardon ama birden bire bir müzik arası vermişlerken, çocuklardan ferdi ve adını bilmediğim diğerleri, niçin yaşandığını öğretiyorlar, bu ne demek şimdi Cahit ağabey…
elimden hiç bişey gelmiyor, gelse bile sınırdan geçirmezler, vize çıkmamış, kavramlar ve fizik dersleri aklımı karıştırıyor bu saatlerde, bunun bir de sefasını çekeceksin diye uzun beklemeleri olacaktır mutlaka, velhasıl galata o kadar yakın ki hiç görememişim mesela,
bir nergisin zümrütten yapıldığı düşlenebilir, bir atlının hala Moğol kalabildiği düşünülebilir, bu intikamı alacaklar mı sence?

1 Mart 2011 Salı

sükut içinde bekledim onları

Başkalarının gördüğü şeyi, sen de görüyorsun, anlatıyor susmuyorlar, işittiklerini duydukları kadarıyla, dinliyorsun, ezberliyorsun, ezberletiyorlar, onların mavi ceketleri var alıyorsun, kendilerinden bir tane daha olsun mu istiyorlar? Başkalarının kini var, birbirlerine benzemeyenlerin mesela, ya bi taraftasın ya ölüyorsun, susmayı otobüs yolculuklarına saklıyor, orası başka bir tenha oluyor, çünkü varoşlar gitmek için yerleştirilmemişler bu kente. günahları var ve suçları, hangisi doğru hangisini durdurabilecekler, onların çatıları yada balkonları, led tv’leri ve atkıları, vurup kırıp saklanıp, iyi de dövüşebiliyorlar, azimleri , cemaatleri, tapancaları, ve çayları, ve çayları arada sırada dostlarıyla içtikleri, tarih kitapları, resimleri, Ömerleri Ayşeleri var,anlıyorsun ki yalnızlıktan,
Trenler bir şehre ulaşınca, bakıyorsun ışıkları yakmışlar mı diye, bir kahve içip geri dönecekmiş gibi soluk soluğa bakıyorsun, ama yalnız bir kenti solduracak tüm renklerin reklamını yapmışlar, seni indirip hayaller kurdurtuyorlar, ne de olsa kaplanların kafeste ve kilitledin diye odayı, seni sevdaya tutuşturuyorlar, alıkoyuyorlar çantalarında.  Senden önce gelenlerin hiç biri baharı atlatamadı, suların döküldüğü denizlerden, elleri ateşten korlaşmış efendilerden ve mızıkacılardan kaçamadılar, bi bakmışsın caddelerden birinde onlar var, güzel narin vücutlarıyla, gümüş yapraklı örülmüş saçları ve sözleriyle şiirleriyle, camlardalar, çatılardalar, avlularda ve kuafördeler.
maviler çok karanlık, duvarlar kalın, yollara dökülmüşken izliyorsun martıları, herkes akşamı bekliyor, sonra pijamalı herkes, sonra herkes sabahı özlerken, susamlı bisküvi ve sigaralar aldırıyorlar bakkaldan, sandıktan çıkardıkları fotoğrafları para etmiyor, nefeslerini tutarak hüzünlerini seviyorlar, bu yüzden gelecek günlerin şatolarını inşa etmekteler, neler yapabileceklerinin ne önemi var şimdi, neyi ne kadar tüketebiliyorlarsa o kadar yaşamıştılar.




şimdi çık bir tepenin kemikli ellerine, taşlarını fırlat bize, uzun uzun çekmemizi bekle sesini, omuzlarını değdir izinsiz bize, bir susam gibi ezilsin tenin içimizde, sen bir kanat değilsin bizi götürecek, dişlerimizi sökme dişlerimizi temizle, bizi bir maşuk et son düşen hecelere,doğ ece…
Şimdi nereye uçalım bize göster, nereyi kanatalım kimi susalım, hangi okumaları, hangi vezinsiz hayatları, baştan alalım söyle, hangi uçurumun başında ellerinden yakalayalım. hadi doğ bize ece, rahmimiz hazır bekler. doğ ki Afrika püskürsün üstümüze, dağılsın suratımız, bir yunus saklasın bizi firavunların yetiştiği günlere dek, bir saksı çiçeği gibi sula bizi, yatışsın öfkemiz.

soğutmuyorsa bizi mutluluk, akşama bir penaltı kazanmış kadar sersemlemiş girmişsek, perdelerin mavi boncukları irili ufaklı sıçrıyorsa bakışlarına, biz de alıp başımızı sokakları yürüyelim seninle.