31 Ocak 2011 Pazartesi

be dest

batırıp çıkarıyordu şehre yüzünü, şehir bembeyaz kesilip, tütünler iplere sarılıp, çağ atlıyordu sağ kalanlar hayattan, hayat bir kez daha çoğalıyordu baharın, şarkılarını vurarak çalgılara ellerini paramparça ederek, gırtlaklarını keserek ve birbirlerinden sakladıkları özlemlerini suya dokundurarak, ve işte küsüyorlardı yine, güneş donuyordu feryattan, bazısı kelimeleri unutuyordu rıhtımlarında, bazısı kendi topraklarına nişan alıyordu cephe gerilerinden, ama hiç biri daha yorulmamıştı, hiç biri asmalarını asmamıştı , hiç biri koparmamıştı günahlarını yerlerinden, öylece bırakıyorlardı paraşütlerinden yaşanmamışlıklarını, sıyırıyordu alevlerden dökülen putlar etlerini, putlara boşaltıyorlardı sularını herkes, şehir patlıyordu bir bombanın başörtüsünde, fincanlar ne de olsa dolu idi, kadehler ne de olsa kırılmıştı yazdıkları yazlarda, döktükleri buğulardan yansıyordu pencerelere aşkları, merhemler artık acıtmıyordu ve gözlerindeki boncuklar yuvarlanıyordu şimdi Tunusların ve Lübnanların bacasından aşağı, aşağı cehennemin orta yeri yani, yani sökülmek bir tarihin yazgısından kılçık kılçık, yani az kalsın kelimeler zırhlanacak,çakılacak, yakacaktı şehrimizi ve şehirlerinizi, kimse bilmiyordu çağ atlıyorduğunu, kimse duymuyordu bağırdıklarımızı, kimsenin altını seçilemiyordu  pırıltısından,
güçlü ve karnından bıçaklanmış durarak yerden göğe doğru düşerken ve yenilirken ve gördüğü düşlerden silkerek , omzunu çıplak elbiselerle örterek ve kurulayarak, burada hafız ölür, Emrah ölür, Cansu ölür, diğer bütün modernler ölür, ölür ki üstümüzü değişiriz onlarla, balıklar kalkarlar uykularından martıların düşlerine girerek ve boyunlarını görseydiniz siz keşke, keşke bu kadar ve benim kadar yakından görebilseydiniz ölmeği.

24 Ocak 2011 Pazartesi

koyulmalı bir an evvel yola, öyleyse yol daha uzak, öyleyse  bu şiirden de bir daha geçersek işte, işte tam şu üst geçidin altında kimseye bakmayan bir bakış var tinercinin ellerinde, orda ellerindeki kanlarla bir şeyler çizmekte tahtlara, planlar yapılmakta şehre inat ve şehri dik tutan çizgilerin üstlerini karalayarak , otoyollara dökülen kaçışları ve ölümleri ve firarları sağa sola ulaştırmaktalar şimdi görevliler, oysa iki fırça darbesi ile yola koyulabilirdik, ve gecenin üçü olmuş olacak ki trenlerden çocukları fırlatıyorlar rahimlere, lavuğun teki çıkıp meyhanelerin ışığını kısıyor fermuarlarından, biz demliyiz o aralar, köprü bizim hemen içimizde, polis biliyor, saatler dönüyor, pencereyi bozuyorum,
uzadıkça sessizliğimiz seninle, sanki yangın çıkaracakmış cem sultan babasından içeri, sonra istiklal marşında ojeli parmaklarını görürüm çocuklarda ve savaşmadan vurulmuş hançerlerden aldıkları yaralarının üstüne anneleri kapanır, küçükçe ve aynı zamanda kahvaltı yaparsak gözlerini kaçırma benden, kızgın alevlerimden kaçırma sakın söylediklerini,  ben sana öyle dedim de yağmur yağmaya ve kaybolduğumuz yollar çoğalmaya başlasın, ne sen giderken bırakabildin ışığımı kısıldığında, ne de ben senin nakaratına eşlik ettim gitmene rağmen, burada Ercan abinin sabahını geçirdiğimiz üzere, üniformasını tecavüze uğramış olarak yırtarak ve oracıkta kimsenin eşkalini bulamamış olarak, kendini kılıç taşıyamayacak kadar tanıyan ali rızanın kabahati yok senin bu ajandana yazdığın, çünkü buradan geçtik geçeli henüz kimse yaşamadı, henüz kimse kimseyi doğurmuyor, ama bu kaşları yapılmış düzen ve sistem ve kurşunlarını sıyırmış bedenleriyle, kimse kimseye lazım olmuyor görünebilmeyi geçirdiği için içinden, yaraları kopartılamıyor, anlaşılmıyor intiharları, açmıyor anahtarları hiçbir kapı,  yani demem o ki yeniden yaratılırsak bile olmak veya varmağın ayırdının tadına bakamayacağımız bizler, ve bize oğullarımızın ve kızlarımızın getirdikleri armağanları açmadan kutusundan, çıkarmadan kilitli sandıklardan, devam edemeyeceğiz yaşamağa ama, ama bu bile cinayetten sayılmaz ise bizim hesabımıza, şairlere keskin kınlar bulmalısınız alelacele.

19 Ocak 2011 Çarşamba

DERSİMİZ YALNIZLIK

DERSİMİZ YALNIZLIK
Kavuşmaları gibi bir ocak akşamı ile bir maliye müdürü karısının birbirlerine, biri gittiği için öbürünün geldiği bir bekçi kulübesindeymiş gibi yavaş ve ıssızca, kahvelerini yudumlarken bir sabahtan akşama kadar üşüyene dek, ve halen düşünebiliyorlarsa birbirlerini bu kadar hızlı geçebiliyorken önlerinden kent, bu kent o yapışkan soluğunu üzerimize dökmeden yapamazsa lakin pencereden gizli gizli takip ediliyorken, ben traş olmamışken, sen süslenip püslenmiş misindir bilme ki yine de, lakin ardımızdan yavaş yavaş seçilebiliyordu artık karanlık, gitmesi gerekti aramızdan birinin yoksa kim yetiştirecekti çocukları trenlere, gitmeden edemezdi çünkü herkesin kendi İstanbul’u vardı biraz, hem biraz sona saklanan sonlar yok muydu filmlerde sorarım size?
Ayaklarımıza takılmış bir kundak, bir beşiğimiz yoktu uyutacak, çıldırmıyorduk da çok zamandır, bu bize iyi gelirdi asıl, ama güneşi sahneye çıkarmamıştı Allah, oyuncular bizdik şimdilik, zira rollerimizi ezberlemek için alıştırmalar çözüyorduk ilkokul duvarlarına, arıyor, buluyor, kundaklıyorduk her caddesini hürriyetimizin. Acınacak haldeyiz, elimizden almışlar sessizce bir başımıza dinlemeyi ikimizi, sadece ve sadece seslerimizi dinlemeyi, aynı zamanda zaten burada şair pek kırgın da değil bize ya, hepimiz yorgunuz veya ben eve geç kalırım örneğin, gece geç saatlere kadar çıkarmıyorum tapancamı karnımdan bu sebepten ama, maç sessizce başlayıp sessizce bitecek bu gidişle ama, kar yağmayacak çünkü, yağsaydı ben zaten vana kaçırırdım seni ellerinden tuttuğum için, duymak ve seni ısıtmak için kadehlerime sığınırdım, tütünlerime ve eşkıyalarımın kınlarına ,
Olsun, şarkılar böyle daha sert olsun, olsun ben birazdan çıkarım dünyadan, ve seni bırakırım İstanbul’un söylediği kucağına. Söyle bana şimdi, yeterince kırıldın mı konuştuklarımdan? Ya da bana söyle yoksa ben karşımdaki çocuğu gözüme kestirdim yani, yani acınacak haldeyim, kuşlarım dönmüyor uçurtmalarıma,
Akşam bilet alıp gelemediğimden olsa gerek epey yerindeydi keyfimiz, inan sana bakmakla başlıyorum yazmaya, inan pek de önemli değil şu sıralar bombaların patlaması ve isyanlar, ve malum başbakan hiç susmuyor ama, pek de önemli değil bu sessizlik, bu yalnızlık, bu silahlarını sıkışın başımızın gözümüzün üstüne,  ne de olsa ikimizin de başı ağırıyor yakından bakınca, ikimizde küsüz kendimize.
Bir güvercin balığı kopuyor geceye, gece taşlıyor taşlarımızı ve ökkeşin filmi var keşke kaçırmasak, ve ateşi yaratıyor yaradan, ikimiz ağlıyoruz yine de, ikimizde küsüz hazırolda beklerken sevdiğimizi, söylenmez ayıptır ve karnım ağrıyor ama düşmanca, ellerin çok uygundur ağlamağa canım bu benim fikrim, bu işi de günahtır sayma lütfen, ne olur sayma bunu vaktimiz doluyor, ay kaçıyor peşimizdekilerden, sayma bu senin modern hallerindir, ve elindeki pıçakları göğsümde çiziktirmendir, sayma bunu, gece dönüyor başımızda, ellerimizi acıtmıyor karanlık, kaç rekatlık tutuşmaydı oysa bizi birbirimize kırdıran, gülüşmeler duyuluyor sonra perdeden, çünkü taşlarını kırmışız figüranların senaryodan bihaber, yönetmenin bir martısı doğuyor bu yüzden, ellerimizi hala çıkarmamışız kaburgamızdaki silahlardan, nitekim savaş ediyoruz layığız buna, nitekim ceplerimizden aldırmışız kafkayı bulunduğu duvara sokarcasına, modern, sivil ve bakımsızdır radyoda çalan türkü, ve ibret alınacak bir hikaye patlak verir vermez vali eve vardığında, botlarına kaçan suyu Afrika’ya nasıl armağan edebiliriz nil üzerinden, zira o köhne vilayete ressam seçilmiş olarak ve eve varmış olarak, düşünmek için aldırdığı onca yüzük ve takı takımlarını vücuduna çizdirip, onu bir şehrin kırmızı taifeli bayraklarından uyandıran şaire ve onu çizmelerinden seçebildiği güne, ve tedavülden kalkmış olması istenen bir sürü coğrafi terimlerle birlikte lanet etsindir, hepsi o kadar.,

13 Ocak 2011 Perşembe

lebbeyk, çağırdın geldim

soğuk, ağlıyorum, nefret oluyor ve her yüz, dolaşıyorum, karın ağrısı, dolaşıyorum ölmek ne huzurlu, yavaşça kesiyorum derilerimi, gömleğimin içinden kan boğuluyor müslüm, ağlıyorum, soğuk, yürürken bile, yok demesi ile yola savrulup, kapıyı çalmak cehennemin, ağlayacak başka bir şeyim de yok bir şeyhim de, kahır, yok, doğru kelime bu evet, alın yüzünüze çalın, bu yüzüme doğru anneler çoğalıyor, ırmaklar boşalıyor, karnım kaburgama hapsediyor özlemimi, ölüyorum, karnım çok geceler ağırır, inşaatın son katından karanlık bakarak, karanlık ve küfür, inciterek çocukların rüyalarını, karnımdan çıkmıyor gece, karanlık ve küfür ne güzel şarkı söylüyorlar ikimize, gözlerimi kısmışım, sigaralar ve son, sona yaklaşmışım, sonları sarıyorum başa, baş çekiliyor yine başa,  sancılar ne hoş, yaşamayı öğreniyorum, uyku, uyuyunca geçer, her düşeceğim yere az kaldı, dönüşeceğim bir zavallının imgesine, kimseye göstermeyeceğim üstelik onu, kendimi, güçlü roller taslayarak,
boş ver, şımar sen, güçsüz ol, savaşını bitir ve kaybet, bak çoğalan her şeye, bir şeyler söyle, kayıtsız şartsız, kimse incinmeden, incinmeden kimse, çömel ve kurtlarını çıkar, yere yat, kurşunlar çok delişmen çünkü, kapını çalmaya geldiler çömel, yat, kımıldama, sancıların başlasın artık, yırt yazdığın hayatı, bir kenara çömel ve ser bilinci yere, hiç de zeki değilsin böyle, hiç ağlamadın çünkü, atından düşeceksin bak göreceksin, yakında veya daha yakında, hep olmayı aradığın tenlerden düşeceksin, buluşmak bir Perşembe günü, ayıpsız bir bağ kurmak adına, Fıratsız bir dağ kurmak adına, yalnızlık başlar ve mutluluk, barış, bakışsız bir kedi kara,
Yani kendimi güçlü olarak tasarlayarak, kapıları çalarak, kıpırdayarak, ve doğranarak her tarafa kurtlanmış etimden, kullanarak imla hatalarını yazım yanlışlarını, güçlü yanlarıma bakıp yakıp çıplak olarak, bir şeyh gibi kuşanarak, iltica edip gülümseyerek, buluşarak ve kutlayarak bir yarını, bir aziz petrus ya da kırnik bakkaliyesinden camel çalarak, müslümle gece köpeklerin soğuğundan cayarak, hastalığıma bulaşarak,  cayarak cayarak cayarak, ağlıyorum soğuk.
Müjdeliyor bu acıyı bana muhacirler, bana yetmiyor güçsüz olmam, çivilerimi batırıyorum gözyaşlarıma, baltayı indirdiği göğsüm, fena halde sancıyor, çünkü kırlangıçlar ne kadar uçuyorsa uçsunlar, bende bu yalnızlık kalırsa, Fatih bentlerine çakılmış bir dişi İstanbulu, seyretmeye gelir melunlar, bu seni sevmektir bir nevi, hep lazım olur diye birkaç hain beslemek gerektir ya, işte o an yazamam seni, çünkü seni sevmektir zaman, seni sevmektir ekmek, senin sevabınadır bu aşk, gönlüne sığdırabilirsen bir vivaldi, çalar o senfonisi kahreden sonlarına doğru bu filmin, çalar ve ta uzaklara kadar kurşunlarını saplar bir beşiğe, sen ki gönlüme bir put, sen kırıntısı bir göğün, çeşmesiyle döküleceksin bana artık, artık daha efkarlı söveceksin yazdıklarını,  

10 Ocak 2011 Pazartesi

sayın okuyucu

Aç olunca nedense şiddete eğiliyoruz, tarantino nun elinden çıkmış kadar kolayca düşürebiliyoruz anne karnındaki bebekleri, kaçıyoruz bir nevi güçlü olmaktan, kaçıyoruz ta güçsüz olmaya dek. Güçlülerin ve iktidarların hastalıkları cezp ederken içimizi, bulunduğumuz yerden nefes alamayacak biçimde meylederken şiddete, başvurduğumuz tüm diğer hastalıkları kapmış oluyor zaten birileri, bu yüzden senaryonun yeniden yazılmasını bekleye düşüne, perişan bir halde göçüveriyoruz.
Göl uzunca bir süredir kirliydi, istanbul’un sularına benzerdi, uzunca bir süredir yanından geçiyorduk otobüsle, okullarımıza göçüyorduk, sıraların, çocukların arasından hızlı adımlarla bir şeyler konuşup, bizimle gözlerini açmış olmalarına şaşmadan, öğle vaktine yetiştiriyorduk günü, erkekler ve kızlar, dövüş ede ede, el ele tutuşa tutuşa, koşa koşa ve gide gide bitiriyorlardı zamanlarını, hiçbir şeyleri yokmuş gibi, hiçbir kimseleri yokmuş gibi bitiriyorlardı yaşlarını, mevsimlerini ve çocukluklarını atıyorlardı İstanbul’un göl kenarlarına, ama bazısı vardı ki ellerinde bir demet çiçekle görülmeye aşinaydılar hep, bazısı güzel görünmek için onca makyaj, bazısı da herkesin kendisini dinlemesinden hoşlanıyordu. Kimileri konuşa konuşa anlatıyordu doğruları, kimisi yanlışların hatrı kalmasın istiyordu, kimisi şiddeti sevse de açığa çıkaramıyordu, kimisi siyah giyinebiliyordu ve gözlüksüz ve sabah.
Otobüsler taşıyordu hepimizi, otobüsler başka yollardan düşen ile başka yollara düşen. Müzik mi dinler dediniz hayır, kitap mı okur dediniz hayır, sade dinleniyordu ya da kimseyi umursamıyordu, bilinecek kadar uysal da görünmemesine rağmen, adı pek duyulur oldu demem gerekiyor size, siz ki beni dinlediğiniz için ayinlere katılmadınız, siz ki çorbam var ama gelmezsiniz.
Nasıl anlatsam bilmem ki ama, bu sade bir kişinin gündüzü değildir.  İki otobüs, iki yol, ve iki genç kızın hikayesidir, damat yok, görüşmek yasak, suratlarından biri beş karış, diğerininki ise gözlüklü ve türbanlı. Aşk lafı edilinceye kadar güzeldir ki, sonra bir denkleme dönüşüyorsa bu sevmek demektir, ve şimdi size anlatacağım, yani ağzımdan kaçıracağım kızlar, bir bileşik makinenin küçük mühendisleri durumundalar, lakin otobüste birbirlerini hiç görmüyorlar, çünkü buranın bir İstanbul olduğuna dair güvenleri sonsuz, babalarının yakınlarındalar diye terbiyeli, otobüsten de düşmüyorlar üstelik. Bunu anlatmaya çalışacağım sizlere zira, onlara bakıyorsam ve geçiyorlarsa önümden bugün bile umursamadan, size umudumun kalmadığını bildirmek için değil, aksine bu iki yolun bile benim güzergahımda olduğunu, fakat tek eşliliği şart koşan insanlık tarihimizin, beni bir seçeneğe alıkoyduğundan olacak ki, bugünlerde kimin daha güz kokacağını belirlemem gerektiği için olduğunu bildirmem sonucuna varmaktır hedefim. Bu hafta ya bir yol kapanacak, ya bir yol daha kapanacak, ya da ben kendim için bir yol yapmanın yolunu bulacağım. Zira ben çok yorgun hissetmesem de kendimi, insan bu açlığa çabuk alışıyor, hantallık bizim için bir meslektir sayın okuyucu.

Bazen sarı desenli bir elbiseyle, bazen güleç yüzlü ve bazen meyve yerken, bazen kitap okumaz ama çok istiyor bu belli, bazen anarşisttir, bazen sufi. Başka insanlar da var biliyorum, başka insanlar alıyor onların gözlerini, özlüyorlar yalnızken başkalarını düşünmeyi, mesela beni düşünüyorlar mıdır söyleyin bana, mesela bunlar aynı tipler değiller ki, otobüslerinin rengi örneğin, aynı dinden olamayacak denli kırmızı tonlarda, aynı dili konuşuyor gibi konuşmuyorlar da üstelik.  ve biri hep gülümserken, ötekiyle ben konsere gitmiştik bir ara, hallerinden çok memnun olduklarını gözümüze sokarcasına edepsiz görünüyorlar, ve bunu dücane cündioğlu söylüyor sayın okuyucu ben kesin değil, ben yalnızca seviyorum, ben yalnızca o ikisini değil, ama konumuz şimdi onlar sayın okuyucu.  Parmakları boştur, talipleri vardır, insanlık öldü mü? Biri daha çok güle benziyor diğeri martıya, birisini tanıyordum, diğeriyle buluşacağız konuşacağız bile, ama ben hasta olmayı daha çok becerebiliyorum bana yardım edin, ben şifa istemiyorum bana şiddet gerek bilesiniz, ben akşamları dama çıkarım, gündüzün kahve içilmez.

9 Ocak 2011 Pazar

meksika sanatım, camilerimin karides boşlukları, imgeleri duvarlarımdan dökülüp, maskara , kına ve birkaç kelime edip, birkaç düşününce ve birkaç yavru köpek defnedip, ful otomatik güneş ve çamaşır çekeceğiyle, hoparlörlerle, yeşillikle, tütün ve alkolle, insan olsa bari diyeceğin gözü çok şiş birkaç abiyle, ve içimde bir kuşla fark ediyorum hiçbir şeyi, bir kuş var gagalıyor.
mervenin gözlüğü çok şirin bizim evin önünde, bir şarkı çalıyor ki ben nerdeyse evet diyecektim geline, nerdeyse eve davet ederdim ama neyse, ama neyse zaten firdevsi de gazneyi hiç sevmemişti, bir Yahudi güzel olabilir miydi ki hem, ve seni ne halde imgelesem diye türbanın, neresinden tutsam bu urganın diye cemaat kızarsa ya da, ve diye bir şiş gözle ve tiner çeken ailelere özgü bir pardon çekip senin bütün dinlerinin gözüne hoş görünene kadar ve kalemlerinin çizdiği adamlardan olmamak için yemek yemek diye sızlıyorsam ben güzzel bir kafede, ki memleket bu çabuk getirmezler ölüm kadar , ve senin düşlerin neye inanır bana söyle ki yemeğe geç kalmıyayım, ki şivesiz oturabileyim koltuk takımına, ve alacaksın ya bir vivaldi ve mıknatıs ve kitaro, ve dersaneden ucuza dürüm yemeği nasıl başarabiliyorsam işte, ve işte örtmenler çiçeklerle kandırılıyorlarsa bir demet çocuk yüzünden, bu yaşamağımız bizim, hayli libero bıraktırır geride, inan Merve bunu sana eskitiyorum, bunu ben daha önce hiç bıçaklamamıştım bunu, adımın ilk harfini yani, senin başka gözlüğün yok mu?
artık ıslandık mı neslihanı bırakmıyorum evine kadar, zaten ben her şeyi üzerime döküyorum , kitablarım da, çünkü sivil bir adam yalnızlığını, hafife indirgemekten daha şifalı bir hikaye okumam gerek, çünkü benim hatıralarımı dövizin sertliğine rağmen ve amcaoğullarıma rağmen yine de çevirirseniz, farkına varılması uzun canlar alsın, sakata getirmeyin lüksümüzü lütfen.
Fark etmek zorunda olduğum anlarımı yakamıyorum bir türlü, çünkü elimde tabanca yok ama ben vişnelerimde ve odalarımdayım, ben varım, ben tükeniyorum, sigaramdan oğlum çıkıyor,              
oğlunu kaybetmiş bir annenin yüzüne damlıyor ama yine de kıskanamıyorum iklimden olsa gerek kuş, kuş çıkmasın diye hiçbir şey işkence altında ölmeye yaramıyor, o halde uçmasın efendim kuş, o halde kuş yaramıyor ben odamdan çıkamıyorum bahar gelene dek, varya odadan kimse ölmemiş olarak çıkacağız ya ve ben söküklerimi dikeceğim ya yine, yani ölmeğe gideceğim ya aslanlarımla bu sefer daha garbi ve şarki, bu kez atlatacağız ve şarkı yarıda kalacak diye bir tek ben düşeceğim yerde, herkes farkındalaşıyor nasılsa paraşütü, ve sadece fark etmemek için büyümek lazımmış oysa, oysa paraşüt geç geldi, daha henüz düşmemişti kuşlar damlara, diyojenleri tanımamıştık ve tandırlara atamamıştık henüz, kuş vardı içeride, herkese yetiyordu bu şarkı, yani fark etmek zorunda değildik, zaten ben her şeyi kırıştırabiliyorum yazınca sana, mersiye kapalı, dükkan bozuk, Silivri hastanedeyken, sen öpsün diye beklerken bir hayrına güzel ve sevinçli, kasiyer kızın çok meraklı bakışları demektir aslında aşk, aşk böyle şeydir mutabakat imzalanmıyor, ve buradan kaçınız yazmıyor diye hilal renkli gibi ve Cengiz hoca gibi ve hilal renkli gibi, ve kıyıda köşede biriktirdiğin kelimelerim de olmazsa, bu yanışın sondur senin olum, olum seninle ilgisi yok dünyanın, farkında değilsen olmamayı bildiğinden olsa gerek, ve fark etmek öldürüyor teslim ol hadi.

7 Ocak 2011 Cuma

amelie, çilekli pasta


amelie, çilekli pasta
Önce gözlerini aç, önce hastaneye kaldırsınlar da seni, önce çocukları dizsinler masallara, ve bellerine altın kemerler taksın sufilerim.  Şifalar gerek önce ruhların şizofren sularına, yanlışlar gerek önce yalanlara, ordular savaşlara gerek. Çiçekler koparılmalıydı ilkin yağmurun beklediği öğleden sonralarında, çocukların ve cesetlerin ve çocukların hak ettikleri taçları, hak ettikleri prenslikleri, çilekli pastaları, çiçekli patikaları geri verilmeliydi ilkin, sıcak ekmekleri ıslatmalıydı önce annem. Önce gözlerinden bir merhamet söyle, önce söylediklerinden bir bakış bak, ucuzundan bir kanat bul kaçmaya uzaklara, ırmaklarımın üzerinde didişen kartallarımdan bile daha uzağa, hikâyelerden, şiirlerden, bayraklardan müziklerden, zindanlardan ve kelepçeli ellerimden bile daha uzaklara kaçmaya bir sır bul, imkan bul, bir kervan bul ve git.

Bir harp hep olur, bir harp zeytincinin karısı tek çocuğu için, harp görürse gece gece zeytincinin karısı tek çocuğu için, operayı açık unutmuştur televizyonda, çünkü savaş kanalları ve onların savaş muhabirleri çınlatır kulaklarımızı, ölür beş yaşında bir adam onüçünde bir kadının gelinliğini kefen diye kuşanarak, gökyüzü kapanır gene vakti gelince, yağmurdan önce bir karanlık gelir, uyanır şehrin üryan bakışları altında, uyanır ölümü mırıldanır polis ağzıyla, açların ve tekelcilerin önünde. Sokaklar hazırdır ışıklarını kapatmaya, melekler hazırdır yağmaya ve adam çocuğuna son bir kez baksın diye izin ister rabbinden, söyler ki ‘oğlum cennete atacaksın adımlarını ama polise bakma, kurşunlar götürür nihayet iki adamı Allaha, bir çocuğun gözlerini siler Allah, bir çocuğun dünyayla ilişiğini keser melek,
Doyuyor güzel olmaya, uyanık kalmak için aldığı tüm esrarları polise emanet, kendini bir metres olarak polise teslim, felaket ediyor felaket, devleti görmeden, duvarı yıkmadan, bir kancığın dahi olsa duasını almadan geçemeyeceğini anlıyor yasaklara, yani bizatihi gerçeğe, gerçekse hem tehlikelidir ona, hem de istemez ki yanında dursun, ayıp olur, sıkılır canı.
Hesabını bilen biri o, kitap okurken daha saf baktığı için onu beğenirler bu yüzden, yüzüğüne akıttığı elmasları sık sık uğradığı bir evden, evin tek odasından fırlatıyor ve özgür kalmak adına, güzelce gülümseyip ön saflardaki yerini alıyor aniden, ve o bir kanadıyla yağmuru keseceğiniz geniş mantolarda, duracaktır randevu ayarlarsa Fuat,  ve Fuat ve kafelerde oturacağız bir başımıza, sonra gidecek hayat başlayacak kaldığı yerden, sigaranızdan bir hayat çekerek ve üfleyerek bir başımıza.
 başıma neler geliyor ah bir bilsen güzelim, bir kız geliyor ikide bir, güzel kuş dönüyor içimde, yurtlarımı gagalıyor acıtıyor, rüyamda çok fazla kalıyor güzelce, madem bu kadar seviyordum da niye uzun uzun kalmadım ki ben özgür, madem seni birinden soracağıma göre, namaz kılmazsam sayılmaz mıydı yine de bu aşk, senin adın hadi diyelim mervedir, hadi diyelim pencereden göle bakabiliyoruz aynı tadı duyarak, aynı soğukta titriyoruz ama çıkıp gidiyordun her sabah, sözlerini yüzüme kapatır gibi kısıyorsun ahizenin yangınını, diyelim ki aynı mahalledeyiz ama salyangozumuz farklı, aynı mezhebimiz var ama diyelim ki bankalar kredi vermez aniden ikimize, zaten benim kendime karşı bir şüphem hep var olduğundan itibaren, sevmek, yani bu sigaradan içmek, yani havuzda yüzmek, ekmeğimizi paylaştırmak seninle, vardır ama ben göğe möğe bakmam açık söyliyeyim.
Bu sigaradan öyle bir bayıl ki, aşktan maşktan umudum hiç kalmasın, öyle derin unut ki ismimi, ölüme kadar her bayramda, telefon numaran bende bir bekleyiş yaratsın.

6 Ocak 2011 Perşembe

kürtçe bir düşün tercümesi

Az kaldı oğlum dayan! Dudaklarımı sıyırıyorum kemiklerinden, kelimelerim daha arsız ve daha ziyadesiyle susuyor, daha az konuşuyorum bakışlarımı kaçırarak, adresim bir kartal yuvasıyla başlayan geniş bir çöldür benim, yaşım bir devrim kadar genç hala, adım konulmamıştır bu yüzden cüzdanıma, bu yüzden bütün kıyametlerinizi aldım elime, sigaradan ve kâğıt kalemle bişeyler öldürmek için pusuyorken ben, öyle bir çıkageldi ki yırtıcılar konaklarıma, ne sen kaldın bu nakışın ilmiği olarak, ne de benim suçum ispatlanabilmiş değildir zaten doktorlarca.
Bir kimliğe ihtiyacım vardı, kanamalı bir gök olayının yeri yırttığı günlerin gecelerinin birinde, bir kimliğe dokunacaktım, bu gece nihayet evet, mutlaka bu gece ama, ama gece martıların arasından çıkagelmiş ve aynı zamanda tanrı katından düşmüş gibi karanlık, bir piyanistin çaldığı son cinayeti repertuarına almaması gibi bir karanlıktı yine, belli ki bir çıraklık hüznünü ele veriyordu bu haliyle, şarabımızı ıslatıyordu, kirleniyorduk bizlerde modaya uyup, ve annelerimiz evlerini terk ediyordu son gördükleri opera için, annelerimiz ne bedbaht.

cihanmert bir borsacı kadar katil, alkışlandığı geceye dek kuşlar öldüren bir piçe göre şanslı ve dört yaşında bir hüznü yaşayan gelin için hayli sabırlıydım aslında, çünkü içli köfte yapmıştı annem bana, geceydi damımız akıyordu, dumandan zehirleniyorduk, misafirimiz vardı bir de, bir de halimiz vaktimiz yerindeydi aslında, pazar günleri kek yapabiliyorduk vatandaş olmaktan çıkarıldığımızda. Örtmenim olmağa göre daha sansürlü bir yalnızlığa çöl katmak iyidir, ben bakışlarımı bir kaldırsam yine de, yakalayamıyorum ya bir edebiyat veya bir tokat, bu senin hislerini tercüme ettiriyor ama benim sularım akmıyor, dilerdim ki bu zil erken çalsın ve sel olsun lakin, lakin dilerdim ki bir bekleme salonu elimde sigaraya dönüşsün.
İstanbul bu kırgınlığını bıraksa da ben yüreklenemem bir daha, rüzgârımız vardır biraz ilerleyince tutuklanıyoruz, biz yarım yamalaksak bile başkaları da öyledir, ama herkes temiz yerine oturmuşlardı, ya da onları oturtmuştu bir gardiyan tutsak olduğunu unutmayarak, böylece bizim iş kurmamız gerekiyor can evinden vuralım diye onu, bir kimlik bırakıyorum satırlarımın içine, dudaklarım sıyrılıyor kemiklerinden, konuşabiliyorum artık, özgürüm, içim böyle can hıraş içindeyken ölemeyişimin,  bir şişko dersine çok iyi çalışmış, göz göze bırakıyor beni kara bir bulutla,  siktiret bunu şimdi,
Biraz kül, biraz eve gitmeğe dair bir ölümle, ve içiçe özlenen kızlarla edilen bir çatışmada, namaz kılarken veya tarih dersindeyken bir madalya taksınlardı lütfen bize, ihtilaller durmasındı, çünkü ellerim donuyordu aşktan, ciğarama kaldığı yıllardan devam ediyordum, küskündüm ve trenlerin ıslığı çiğniyordu şarkılarımı, bir baba olmaya sigara içiyordum.
Ellerim donuyordu aşktan, ağrıyan yerlerimi saplıyordum kanla kaplı yurdumun maskeli erlerine, mağriplilerimi çözüyordum asılı durdukları Meryemlerinden,  yuvalarına karınca adımları taşıyan babaların karın deliklerini açıp, cellâtlarıma ihtilali söndürmeleri emrini veriyor, ellerim donuyordu böylece aşktan.

5 Ocak 2011 Çarşamba

o da

orda dolup taşan bir oda var, insanlara yer var, faşistlere ve pasta böreğe, orda el işi göz nuru, orda canlar var, orda bahçeler görünüyor,orda devrime kucak açabiliyor insan, orda gözleri ağlamaklı ve sinirli insanlar, bedava çay , bedava dinlemek için kuyudan akan suyu,  beklerler bir yaz boyu, ve gülümsemesini bedavaya getirebilir herkes. bir köşede sessizce düşünür , diğerinde su içebilirsin, bir gün suç işleyip, bir gün bağırabilirsin elini masaya vurup. mesela paltonu asabilirken endişe etmene gerek yoktur nasılsa yetişir miyim diye cumaya, sonra hep bir ağızdan hücum eder, hep bir ağızdan bakarız kimsesizliğimize, sonradan sonraya anlarız ki bu bir kefendir üstümüze uyan, kalıplarımıza uyan,
orda dolup taşan bir oda var, ama hiçbir görev yok ,elele tutuşmak yok, ismiyle hitap etmek yok kimseye, kanatlanmak uçmak ve kurşun sıkmak habire yasak bu odada, ama istersen anahtarını kaybedebilirsin arada sırada, tutuklanabilirsin istersen, nezaket gösterileri ve şiir okuyabilirsin içinden, bir şarkıya eşlik edersin de ama, şarkı söyleninceye kadar bir müddet komünist olabilirsin, yani kaldırımlar bulunsaydı etrafta, rengarenk çiçekleri çizebilirdin her yere belki de, ve imkan tanısalar mal mülk sahibi bile olabilirdin artık niyeyse,  ama olsaydı inanın bu çok daha kötü koşullar altında bir kış geçirmemize sebebiyet verirdi, birisi kalkıp şikayet ederdi sizi büyüklerine, biri sizden paket lastiği isterdi ki buna hakkı olabilir pek tabii, birisi ölebilir de pek tabii, buna bir gerekçe bile sunabilirdi, mazeret gösterebilirdi.
zaten toplasan, kimi insanların hayatlarının üstüne oturmuş 17 sandalye çıkacağına göre bu odadan, bir bozuk bilgisayar kasası, benim asabım ve bira kutuları sığacağına göre, üstelik kimse sarhoş olmadan, üstelik bazısı evli ve dul, bazısı elinde tabancasıyla çıkıp gireceğine göre, büyük ve geniş bir dağın kalesine kurulmuş gibidir bu oda. ve kaç hamile kadın sığar ama bu konuya daha da gelmeyelim çünkü ellerimiz yara bere, ve paltolarımız sığar unutmayın bunu, çıkar sonra biri edebiyatı da sığdırır, sonra herkes lafını sakınır da sığdırır, ayakkabılar sığar ve yazılı tarihleri atılır sık sık, aynı zamanda uzun, aynı zamanda fotokopi kağıtlarının savrulduğu kahverengi bir savaştan kalmış desenleriyle bir masa kalmıştır burda ve yerleşmiş içimize, yerleşmiş odalarımıza, ciğerlerimize sinmiş tozu toprağı, görüntüsü ve acısıyla sığmış aşklarımıza, desteğini yitirmesine rağmen yıkılamamış bir türlü, ve azap içinde olduğu belli edilmesin diye zorla hayata tutturulmuş işte gövdesi boyunca,
ama orda öyle mahzun durma, soluk alamam
orda öyle nevroz kutlar gibi şen, ki nerdeyse arkamdan kapıyı kilitleyecekmişsin
kilise kadar sessizce bakarsın ölümün içinden,
bir Pazar günü elbet önüme çıkarsan anneler kızlarına kal gitme der,
oğullar tutuklanır sarhoş bile olmamışlarken
ya hiç düşünmez misin kımıldarsa bir dağ
ya ben sana aşık olsam bize gelir misin akşama,
böyle sen konuş ki bahar gelsin
içine bir babanın söndürdüğü sigarasından yayılmış akşamlar
akşamında ezanlar dinlensin ve ezan sesiyle birlikte taşlarken bir çocuk orduları
sen konuş, konuş ki ayıp olmasın
hakça bir kötek at bize


sen iyice bir bize baksan anlardın ne derin sıyırmıştı bıçak ikimizi
sen bana bir omuz olsan üniformalarımı özlerim ateşten düşünce bir pınar

3 Ocak 2011 Pazartesi

ölümden sağlayacağın kazanç, ama daha adilce öncekilere göre

düşününce sersemleyebilirdik hatta, hatta göz pınarlarımız şişer, bir el ateş edip  dururduk, ve ayılırdık diye çat. bir kartalın kanadından bakınca aşağıya, hem tehlikeli, hem  puslanırdık biraz ,ve putları yıkardık üstümüze başımıza, bulaştırırdık kurbanlarımızın kanını hayata.
hayat ki sağırdır duymaz, kimsenin aşında gözü bile yoktur.
ve kimsenin benden daha esir olacağına itaat etmem, yurttaş deme bana ağır olur kuru fasulyesi, şimdi bir başına geçirebilecekken üstüne bu ölümü, işte sana bu ölümden sıyrılacağın bir küfür icat edilir, yani tek başına küfretme ama yurtta kal biraz, inan seni ben doğursaydım alkışlardım gördüğüme, inan yağmur bu kadar seviştirmezdi ikimizi, izin vermezdi devletin ‘’copu elinde gölgeleri’’ne karanlığı , ve tüm bunlara taş atmak kadar ayıp bir şeyiz biz, kim incinecekse sözlerimi tabuta gömün damdan, perdeleri  yakın çiçeklerime zarar gelmesin için, bu kadar aşk bile çıkmayacaksa filmin tek sahnesinde, bak bu aşk da fotoğrafta olmayacaksa, o halde gidip size bir Gazze sipariş ederim.
Ferah geçecek, güneşli olacak, sular taşacak bu yaz,
balkonlardan, bahçelerden, galerilerden izlenebilecek,
kapıyı açacak ve açarak pencereden dökülen gözlerimin önünde bir ses , ve göğsünde kurşun taşır halde bir karanlığa taşıdı sözlerini biri, karşılıksız bir kış günüydü demek, demek ki yalnızlığımı söndürecekti sigarasının son nefesine dek, ama cevap çıkmadı esirin sahibinden bunca aşka rağmen, bunca ölü bulunmuşken halihazırda bir savaşa, ve biz sevişirsek savaşlar kırılır ve dökülür,ve aşka dair bir işaret sayılırız bu hal içinde, demek ki aslında savaş da aşka dahildir, esirlik de, ve esaret altında görünmek istemiyordu bir defa daha kimseye , sözler onu korkutmuştu bir daha olmayacak gibi, sözler bir alfabenin yitirdiği harflerden, kuyulardan çıkarılmıştı bir de,  

madem son kez yürünecekti hayattan, kremasız geçebilirdi de bu koca sene, sırlar tutulabilirdi eskiden yapılmadığına rağmen. vakit kıştı, kışsa çok sert ve anlamına yetecek kadar kavrıyordu insanı, suskun soluklara ihtiyacı vardı sürmek için, kolonyadan terbiyemizi göstersek su akardı gene bu imparatorluktan ama, bir kenara sinmiş bakışlarımızı çıkarsak duvarlardaki devletlerden ve himaye etseler bizi bir süreliğine masalarında ve yataklarında, acayip saygıdeğer bir okuma ve görme işitirler karşılarında bu kez, bu bize lazım olan sertlikte bir nizamdır oysa, düzenden haberimiz yokidi, baroklardan, manastırlardan haberimiz olmadı, arkamızda yeni bir yılın ilk kedileri, sokaklarsa örüldükleri gibi sökük ve dünyaya dönük, sarışın saçları gerçek olacakmış gücünde bir fon ve gün habire pazartesi, yiyilen birkaç yumruktan sonra, köşeye sıkışmış kül renginde bir adam parayı basıyor, parayı sıkıştırıyor yine ceplerime adilce, hayat nakavt olmuyor her gün nasılsa,

biraz sonra kahve kelimesinin yanlış anlaşıldığı bir vatana mülteci olacağız denmiş olacak ki, masaya oturacağız nihayet ve kağıtları okuyacağız,en fazla bir inkılap daha getirirler bizim ülkeye ve en fazla gazozdur bu içip içip sızmaya, veya bir terör eylemi nsanılır söylediklerimiz, sustuklarımızsa barış addedilir devletten gizli gizli, öncelikle bir yazıya dokunmak ayetiyle biraz ders çıkarmaya başlamaktır tarih, yaklaşmaktan bu kadar tamah edilen başka bir intihar yoktu mektupta idrak edilen, yazılmıştı ve okunması için bekliyordu bizi kral soylular, kral denizlere basarak ayaklarını, bu kadar küheylan adımlarla gittiği her yere aşk düşürüyordu paraşütlerinden, ki ben olsam kaybederdim ahalinin gözlerini fotoğraflardan, zira fareler yemekten kalkınca yemeğe başlarlardı daha, çünkü yıldırımlar tapar yalnız bakan adamların dağlarını düşlerine boşaltmaya, o sıra gün batacak ve başka giysilerden kadınlar serpilecekler mozaik döşemeli dünyalara, fayanstan yapılmış erkeklerin ceplerini karıştırarak biraz, ve ekmeklerini içerek, yavrularına araba toplayarak parklardan hakeza, kutuplardan bir hırka-i Nakşi, güneyden ahtapot derisiyle hazırlanmış bir şiir edinecekler,


sofrada hala bekar, hala yalnız olmanın verdiği gururla, lüks bir tanrıya benzediğini de biliyor üstelik, ve öğretmen bunu anlatırsa çocuklar sınıfta kalır çünkü elektrik idaresi bunu reva görmüyor halkımıza, ısıtmıyor sobalar, güneşi ayarmışlar çünkü orospular ve ev sahipleri, sonra tren bunları götürüyor uzaklara, yaz geliyor, gülüyor fotoğraflarda ilk çıktığı günkü edasıyla, kıyafeti kırmızı ve pek kısa da değil üstelik, tüketilmiş, yitirilmiş, kısa bir yolculuğa tekrar tekrar çıkmayı deniyor yine, yine dönüyor, dönüyor, geriye ulaşamıyor, adımlarını kızgınlaştırıyor, lavlarını söylüyor hepimize, bir çıkış yol buluyoruz bulmacadan, içimden medeni olmak geçiyor bu yüzden, çiçekler alıyoruz birbirimize ama bunu göremiyoruz bi türlü, yaşamak nasip olmuyor bu ise, ve göçüyoruz bir dahaki dağa, kavgalarımıza yetecek edebiyatları okuyoruz ahaliden, üç nüsha ok çektiriyoruz karnımıza, bu bizi aşık ettiriyor anladığını yazabilen kızlara, anladığını tarayabilen, saçlarının arasına tülbentleyen kızlara, ne de olsa memuridik, ne de olsa yalnızlığı severidik,
sen o haldeyken aşık olurum ben bi-mülk, ben o haldeyken duyamam o bakışı
içimden bir Dicle nehri geçsin diye bir arkadaş da
elini batırır denize, bıçaklar durur deşilmiş afrikasını

ve çığlığının etkisi geçtiğinde kurduğumuz düşlerden
yanı başımızda bir devletin attığı kahkahaları
ve gözlerimizi göklerden ayıran sevgililerimize duyduğumuz öfkeleri aynı kanamalı gürültülerle ilan ederim
kıyıya vurduğumuzu  küfre sayarım
ki bu, fotoğraflarında yer bulduğun bir hayatın ilk günü olsun dememiş miydim?

1 Ocak 2011 Cumartesi

şakira kadar oldu gibi geliyorsa ve

Bir kızın akreplerini astığı boynundadır acıları diye bir his, ve iki kulaç ötede iki çift laf etseydik de kazanmış olaydık tüm o kahramanlık ve hainlik nişanlarını, diye bir his ki kurşunları çıkarmıştı içerilerimizden muaviye olacak halife, çünkü üzerimize doğru oklarını saplayabilsin diye iyice, oysa dün iki kere ne de güzel baktı bana güldüğünde, oysa akreplerini görüyordum apaçık ve bu bir çok savaş yerinde ateşkesler imzalanmasın diye acıtırdı da bizi, böylece acıtsaydı keşke herkesi en az bir yerinden, en az benim esir alındığım kadar bile olsa,
keşke bir yurt olarak geçseydim seni diye, seyahatlerindeki bir keşiş için imzalı bir duvar, yanık bir sesten çıkmış kadar lavlar sürseydi bana ejderler,
keşke bir düş olarak bıraksaydım seni vadilerime, keşke en kuytu çay aralarındaki bu sara nöbetlerimizin ödüne, bu ikmale kalmış lanetlerimize bıraksayidim ve karanlık localarımıza bilet ayırtsaydık senin ilk gençliğin için, ki bir karanlık bastıraydı ilham olacaktı bu kahinlere ve, silahlarını indirmiş gibi olacaklardı omuzlarından aynı zamanda, bizden intikam alabileceklerdi koşa koşa sonra, ve madem beni bu akrepler zehirlemeyecek kadar atmamışlardı yüksek katlı bir gökyüzünden, ve tanrının bu gecikmişliği aynalarımızda, ve denizlerimizin üstüne dökmesi tüm o şavkını güneşlerinin, boyalı dudaklarını bastırması gibi miydi yani hüsn-ü melalini yanaklarımıza,
ve küfre dönerdi bu yazılar geçici bir zaman için, geçinemezdik hayatla çünkü mağlup çıkıyorduk her çatışmadan, yani akreplerinden miydi neydiyse baktı  işte bana, çünkü bundan bir pıçak saplanırdı nihayet kemiklerimize değin, ciğerlerimizi delermiş gibi görünen sivri uçlarından ilk sözlerim, ve o vakte kadar nerdeydin ulan sen, nerdeydin ulan saat kaç oldu diye annelerin sana kızmasından ileri geliyordur hayat, bu kızmalardan olur hayat, bundan ibarettir ve ben sana gül takayım, bu acele redd-i hakim kararlarını bildim bu sebepten, ben sana bir gül, ve o bir baktı ki güneş batmış idi biz girene dek Anadolu’nun içerilerine bir İskender edasıyla, ve fakat içkiler söylenince düş gördüğüm bilinmesin kadar gerim gerim gerilmiştim çarmıhlarına, bedenim bir dolunayın çemberine siper etti kendini çünkü ser verilsin içindi bizim savaşlarımız, çünkü Diyarbakır’da güneş batmıştı ama Kars’a karışmam ben, çünkü Diyarbakır’dan göç ederken masaya neler bıraktığımı bir görseydiniz, alacaklılar gelmişti yanlanırda yedi sülaleleriyle, ve o köpek olasıca köpekler nasıl da hüzünlenmiştiler öyle gece yarısı…
         Biri orda caz dinliyor, biri bakıyor etrafına dans ederken, biri resim çizerken dünyada bir pıçak izi, biri çocuklara hikayeler anlatırken anneleri dayanamayıp ölüyor, başkası koyverip gidiyor sevdiğinden her nerede oluyorsa, bu bize şarap içmemiz için yeteri kadar hüzün veriyor, yeteri kadar çölü getiriyor aklımıza, ve şarap içiyoruz diye çölü boşaltıyorlar sınırlarımızda neticede, neticede her yeri tozutmuşlardı zaten niyorklu gerillalar, ve zaten ayrıldığımıza çok yakışıyordu bu iklim, bu havalar nasıl da isyanı getiriyordu akıllara. Ki bu havalar çölün içinde olsa kaburgalarımızdaki kiliselerimizde olay çıkar -(ah muhsinin kaburgalarında)-, bu havalar zaten biraz emanettir bize çöllerden ya, biri resim çekerken bunu da alır artık içerisine.
Zaten bize kalsa, çöl bu saate kadar kapanır ağabeyler, zaten bize kalsa boğazımıza iyi gelir bu sabır, bir atkı atarız bakarsınız boynumuza, bir savaş çıkarırız inerken trenlerden, ineriz atlarımızla mektebe, yakarız yemekten sonra sigarasını ve doyarız sahici, çünkü doymamız uzun sürmez bizim ki iki vakur cinayetin başınadır doymamız, bağırır çağırırız oğullarımıza ve kızlarımıza, öperiz onları tüylerinden sonra, yıkarız tüm başka şehirleri adamların ve kadınların başına, sonra o şehirleri yeniden kurar, saatlerini kurarız ölmelerimizin, gözlerimiz kan çanak ve yıkarız tekrar tekrar tüm kentleri, dişleriz sokaklarını caddelerini hayatlarınızın, utanırız sonra tüm olanlardan, bir yolunu bulup utanırız yaptıklarımızdan, bir yolunu bulup pişman oluruz yaşamağa ve yaşlanmağa. ve yılbaşında bir atom bombasının başlığına değsem ve çıkmasam da, bir atom bombasının hiroşimasına değsem de şimdi keşke, değsem çünkü hayat galip gelmese hep, mesela motordan düşmüştüm nagazakinin yerine.
yani biz her cinayete uyan failleriz biraz, biz yalnızlık ederiz insanlara. yalnızlıklarınız yani akşamlarınız, yani yaşamanın diğer kıyısından başlattığınız devrik ve muhalif cümleleriniz, akşamlarınız ki bulaşır bize sahte etlerinizden sıçrayan çiğ yalanlarla, akşamlarınız ki bir rüzgar çıkarsa nasıl da kaybolursunuz ve bulunursunuz , gezinirsiniz kaçışlarınızda, şarkılarınızda bahseder durursunuz yalnızlıklarınızdan, atkılar atarsınız boyunlarınıza ki çok hüzünlenebilesiniz, çok hüzünlenebilirsiniz karanlık bastırınca sokağa abiler ,
üzerinizdeki dağı çekip atarsınız, hüzünlenir elin oğlu ve siz buna dayanırsınız, siz buna dayanın  ki gül verelim size hem,  hem  siz nerelisiniz böyle, sizden annem görse akşama dayak yerdik kesin, buzullar akmaya başlardı ahtapotlar rahat etsin için, ve çok ve benzeri dualara sümüğümüz değerse aşka gerek kalmaz, ki bu mayıs en sevdiğim şaire gelsin üstüm başım perişan halde, ki bu işçilerin havarilerde gönülleri  olmazsa bile, sağlam bir savunma örneği verildiğinde örneğin bu kargışa, bu heyulalara, bu felana , bu filana karşı, hunharca affedeler herkesi oturup,karar alıp, yaşlar döküp, inşa edip başka yalnızlıkları, ki aşıklar ölmez ama bırak da gül takayım sana , bırak ve görmezlikten gelsinler bir müddet daha hayatı, satsınlar dilediklerince yoksa bizi asarlar, bizi gömerler boğazlara,
       hem daha bizi sallandıracaktılar darağaçlarında hekim tavsiyesi üzerine, argoda bir kıyıma uğrayacaktık ve bir uğrayan çıkarsa ölüme, bizim yerimize ve sehpanın üstüne,  katlimizi vacip görsünler böylece geç oldu böyle, ve açıkçası böyle daha muhafazakar ölürüz biz de,
bizi yılbaşı kutlamalarında argoda amele, bizi sözlükte kar harfinin üstünde oturup küfrederken nicedir, bizi Van’da bizi Kerbela’da Bağdat’ta görsünler böylece, bizi göç ederken, kervanlarımız olmadan göç ederken ve yalnız , gül verirken , gül beslerken, kahırlar çekerek geberirken, bizi gebe kalırken kederleri yaşamaktan, doğururken kahpelikleri görsünler,
zaten yıllarca bu olduk da tanındık, yıllarca öldük ki dirildik, ziyan oldu hayat ama eğmedik boynumuzu haklıların puştların önünde, önünde eğmeyiz daha sana gül versem bari,

yıllarca kime neden kin güttüğümüzü bir bilene danışmadan, bitene kadar tüm bu deprem ve işgaller, ve savaşmayı cephe gerilerinden takip etmeyi çok sevdiğimizi sanaraktan, bu işi çok bildiğimize aldatılaraktan, bildiğimize güçlü güçlü iman ederekten, zaman içinde sevinçle karışık bir kurdeşen dökünüyorduk hayata, etimiz çoğalıyordu toprağın köklerine doğru, ve acı çekmek atlıları geri çekmeye gücümüzün yetmemesi içindi, gücümüz yettiğince geri çekilebiliyor ve fakat bu bizim pıçaklarımızı keskinleştirmiyordu, oysa acı çeker gibi gereğince süremedik atlarımızı, konuşamadık söyleyeceklerimizi, boğazımızda düğümlendi hayat, atkılarımızı boynumuza doladıysak bile galip çıkardı hayat yine de bu mücadelelerden, çünkü sarı saçlıydı ve obur, çünkü kış başlamış ve hırkamızı serdikleri denizin dalgaları içimizde köpürüyordu hala, çünkü biz kötüysek leşimizi kurtlar yesin…