28 Kasım 2011 Pazartesi

ben nereye gitsem kaybolurum
elimde değil bu çok güzel
yolumun üzerinde bir han varmış
girmişim ama yokmuşum
söylemişim  dinlenmemiş
anlatmışım susulmamış
çağırmışım gelmemiş
patlatmışım kimse ölmemiş
ve bir polis görmüş sonunda
çok büyük olmak için cop taşıyan
acıyan yerlerimi sırayla döven
kanayan yerlere tuz basmış
bana zindanlarda güneşi ve ayı
hatta düşünmeyi de unutmayı da
susmayı da bağırmayı da yasaklamış
ama bir intihar gelmiş içeri
başımı uzatmış pencereden
gözlerimi kapamışım
sonra beni denizde görenler olmuş boğulmuşum
demek ki kurtulmuşum derken
kaçmış bir eve sığınmışım
yağmurun yağdırdığı göğe kadar
soğuk bir uykudan akan bir ırmağa
dar penceremden değiştirilmiş rüyama
mayınlı odalardan mayınlı odalara
savrulup durmuşum
haberim yok kaçtığımdan
yenildiğimden kuşkuluyum


nefessiz kalmış yenilmişliğimin
düşmanlarına ve dostlarına
ailelerine ve sevgili yurttaşlığına
sonra yine piramitlere yetişen günahlarıma
benim büyük bir de anormal yalnızlığıma
kalbim temiz ama sonsuz öfkeme
sur üflediğim yarına
küfünü çıkardığım ekmeğe
iyi ki doğdun dedirten günlere
köprüleri diri tutan hayalleri yıkan
aniden beliren aniden belirmeyen
kandan yapılma savaşlara
hemen her şeyi öldüren
yani hakikaten öldüren
tapancalı insanlara çok uzak bir yerden
karanlığa bakar gibi
karanlığın içinde hapis yatmışım


bu hain, bu aydın, bu gerekirse
uçurtma bile uçuran insanlar
kot pantolonu üstünde meraklı insanlar
çay yanında gofret
acının yanında nefret atıştıran
iştahlı, traşlı mendeburlar
yahut traşsız ama saygın melunlar
ve de diplomalı allahsızlar
akıllı ahlaksızlar
soysuz devletliler
soylu aşüfteler
her yeri kuşatmışken;
her yeri fethetmişken
her yere kendilerinden koymuşken
bir aralık doğup bir ara yaşayarak
ölümü ölümden isteyenlerden, bekleyenlerden
olmamak adına
kaybolmak denizinin kayıp gemisinde
güvenli ve yakışıklı ve rahat olduğum anlaşılmasın için
korsanlığa özenip
izlerimi silmişim
gölgemi silmişim
terimi silmişim
yazımı silmişim
postalımı ve rengimi
gözlerimi  saçlarımı
sahilleri ve kafkayı
ve sevgiyi ve ayşeyi
ve inanın bana bu halimi
hatta biraz geç kaldım dense de
kokumu, yalın ayak gezmeyi
balıklarla yüzmemi
turnalarla uçmamı
serçelerle ötmemi
gavuruyla içmeyi
abdalıyla dert etmeyi
güzeliyle sevişmeyi
iyisiyle yürümeyi
yolcusuyla ötelere gitmeyi
unutmuşum gitmiş

27 Kasım 2011 Pazar

kayıtsız

görmeye devam edeceğiz nasılsa,
bitmeyen endişeyi
ağaçlara çıkmayı yok saydığımızda bile
göreceğiz sonrayı
masanın altında uzun uzun konuşmalar yapacağız duyulacak
kimisine rüzgar eşlik edecek kimisine ölüm
yakında şu olacağız yakınında değilken
kaçtığımız anlaşılmasın diye de
hep birden koşacağız
bir yerde durmak aklımıza gelmişken,
genişlemişken boşluk
serin bir gölgeye yaslanmak varken hatta
yani dua ile bitirmek varken eylemi
ıslanacağız, bunun adına özgürlük denilecek

öğleden sonraları bitecek
avluda çocuk oyunları susacak
bir vapur bizi istemediğimiz yerlere konduracak
istemediğimiz şeylerin dünyası olacak bura
bir kadersizliktir tutturmuş
fotoğrafları çekilmiş tabutlara doğru
negatiflerine doğru yalnızlığın
bir hayalden ibaret mutluluğa doğru
sıcaktan yoksun evlerimize
yani hikayelerimize yani uydurma gerçeğe ve yalana doğru
santim santim çekileceğiz
yüreklerimizden bahsederken söndürülmüş
ateşlere ile ateşlere kül olacağız
yanmaya kömür, söze acele, kokuya is
oturup sonunda huzursuzluğun kalemiyle
dağların yamacında saklanmış hazineden altınları
önce demire ve sonra demire
sonra mızrağa ve sonra çekice doğru
en sivri ve en ağır olana yontacağız
çıkanları mızrak sanarak
birbirine küfürler yazan cahillere
sonu başlangıçla başlayan delilere
göre daha vicdansız
göre daha bitimsiz
yani daha doğmadan
silinip gideceğiz

o kadar sert olacağız ki
nerde bir yalnızlık var gidip kurulacak
limanlar ve çöller sıkılacak
her şeyin sorulması onadır diye
ona hiç mi hiç  uğramayıp
yoksaları kırışıp
belkileri bırakıp
keşkelere uğrayacağız
her şeyin kırılması bir yana
havuzlar boşalacak
renkler sönecek
ışık bitap düşecek yüzmekten
yenilecek tuttuğumuz taraf
kıyıdan yüz kilometre öteye yaklaşamayacak gelinler
yine de şık giyineceğiz
vurulmak için ıskalanmış
yakalanmak için bekletilmiş
bir sonsuza kadar uyumuş
bir sonsuz kadar daha
uzunca bir eteğin peşine düşeceğiz

biri söylemiştim diyecek
başka biri tutunun bana
öbürki yana çekilecek
sonra bütün öbürkiler
korkakça ve zalimce
ezilerek ve insafsızca
itecekler kendilerini
dibi bilinmeyen suya

9 Kasım 2011 Çarşamba

kayıtsız kalarak özünde

ağlamak için uzattığı gözleri dönmemiş ve yorgundur aslında
susunca her şey özgürlüğünü kaybediyor şüphesiyle yaklaşıyoruz susmalara
bu yüzden çok konuşup çok sigara içiyoruz ve bir gözümüz hep bekleyişlerimizde
orda avlunun hemen altındaki garip nesne taştan yapılması gerektiğini anlıyor gibi durmuşsa
biz oyun oynanacak insanlara çekmişiz babam, demesin diye kimse taşlansak da bu bişeydir
şimdilik yapayalnız bakıyoruz edasında ve hürriyetiyle ve bir cumartesi öğlesidir öylesine
susmak denen iyi ayarlanmış güzel uyku, yaratılmanın bir adım gerisinde durmaktan başka
başkaca bir işe yaramıyor olmasına rağmen bakışlarımızdaki başkaca öksüzlük yırtıyor kaburgalarını caddedekilerin
bir inmek almış başını gidiyor
susmaktan başka bir şansı daha olmadığından, sıra sana gelecekten başka şansımız olmadığından ve yaver gitmediğinden talihimiz, süratle bedenlerimizi giyiyorduk o inişte
o iniş görseydiniz görenleri nasıl insanlaştırabilmeye adamıştı kendisini
elbette yangın da sarmıştı çevreyi
Çehov elbette bilmiyordu herkes bağırıyorsa bağırmak güzel
bunun için herkeste bir güzellikti gidiyordu
lady chatterley ve lady chatterley’in sevgilisi olmaktan başka bir çaresi kalmamıştı çoğumuzun
çoğumuzun dediysek her şey bitmiş sayılmaz, hiçbir şey başlamış da sayılmaz
o halde ölelim gitsin diyor ve len zaten yaşamıyoruz ki diyor
on dakikaya çok yakın bir üç beş yılda tamamlayarak gövdemizi
düştük, düştüğümüzü görenlerin ceplerinde fotoğraflar yırtılıyordu
bir başka fotoğrafa geçmeyi aceleye getirmek için
fotoğrafları en yırtılacak şekilde ceplerine almışlardı
o zaman biz nasıl olur da taksimde bulamadık bir çare yalnızlığa
o zaman nasıl oluyor da dönüp dolaşıp bize uğruyor acılar
kimse de mi merhamet etmiyor ayseli sevip de
köprünün orda ona yetişecek gibi sürekli ve sürekli yürüyüşe çıktığımıza
neyse biz zaten geç kalmıştık bu elinde revolverle geçen zamana
mekanizma işliyordu, buna müdahil olmakla paslanıyor ve arta kalan zam anlarında
küsüyorduk başka da değil
bir yolculuk bizi geri döndürüyordu alışılmış
yakacak odunumuz var, kibirimiz var, kelimelerimiz gelmiş konmuşlar dillerimize
ve küfür, o inatçı pezevenk oğlu pezevenk oğlu
bir mızrak desek yanlış olmasın ama
bir ceylanın avlanması anındakine benzer saplanıyordu çay içtiğimiz dudaklara
orda öyle bir esrar çekmişiz ki, sanıyorduk İstanbul yazdığımız bir şeydir
sonra o esrar etkisini geçirtir geçirtmez soluğu hiç alakası yokken düşünmekte alıyorduk
yorumlanmış her şeyi bir elli sekiz kez ve de otuz kez daha yorumlayıp
okulda öğretilecek manzumelere kadar götürüyorduk bu düşünmeyi
yorgunduk söylemiştik bunu size
Cevat çapan kimdir bilmiyorduk ama yorgunduk
gitmek ve uyumak isteyişimizin altındaki nedenlerin en başında hep o geliyordu
mesela bir kitaba kurulduk hemen o geliyordu
sonra memurduk o geliyordu eve kadar bize eşlik etmeğe
ayşeye niye gelmiyordu sonra Ertan kardeşimize
belki unutmaktır çaresi denilen şiirleri okuyorduk okumasına ve fakat yine de
ara sıra kendimiz de resim yaparak şiirler yazıyorduk ve fakat yine de
ebrunun yanında çektirdiğimiz hiçbir fotoğrafta yer almıyorduk
her gün üst üste bu nedir ahmet derken selime
bir ritim tutturmuşuz Sebahattin demekle kalabilmesi murat’ın
o garip nesneyi anlatışındaki akşam karanlığına bir daha dönmek istemediğiyle karıştırılmasın istediğindendir bazen
bunu hepimiz bilemeyeceğiz, avcı malzemelerimizle girdiğimiz orman kara bulutlarla çevrelenmiş olduğundan mumlar yakılıydı ve niyetimiz belliydi
üstümüz açık yatmıştık bizde, bunu kanıtlayan bir kadın bulmak için jiletlerle kesiliyorduk her gün,
ortam ne kadar müsait değildiyse bile dans etmeğe, akıllarımızın bir köşesinde çalan plağa ilgisiz kalamıyorduk

2 Kasım 2011 Çarşamba

hoşçakal krizi

elbette hepimize uzun geldi bu beste
hazırladıkları yazda çiftliklerimize ulaşım koymamışlardı daha
yıllarca bize soluk aldırmadan ellerinde tuttukları tabanca
bile hep aynı hatıralarda kullanılmıştı
kabul edelim gitsin, biz buraya konmaktan hiç vazgeçemedik
yorulmaktan ellerimiz üşümedi ve kanserden gelmedik
saklanmamıza yer yoktu, geniş ve uzun ve duvarlar yapılması
birbirimizi seçemeyişimizin iyi sebepleriydi
kimseyi görmesek de martılara uzun bir akşam olmuştu
çaktırmadan incir ağaçları o günlerde baltayla vurulan
ve uçakları düşürmekten kalpleri çıkan her martının elinde
bir çocuk doğuyordu yorulmasın diye melekler
bu bize yeterdi zaten, zaten ben patates kızartıyordum
hikayenin gidişatına ayak uydurayım derken bozabiliyordum
yaşamadan baktığım ve uzandığım atın sırtında
bir kurbağada da bulunabilecek zindelikte sanki
bulmadığım yara kanatıcılarının yerlerini soruyordum Aysellere
ki bu öylesine hızla yere çakıyorduki beni
sanırsınız kendimizi aradığımız bir filmin resminde çıkmamışız da
sürekli felaketler ısmarlıyoruz olduğumuz yerlere
kim bilir nerde hangi pencerenin önünde şimdi bir çocuk
uzun geldi diyor bu kış ve kadın da esrarengiz bir biçimde
mutfakta dünyayı bulandıran ne varsa onlara annelik edişini
hemen hemen her şekilde ısıtıyordu
çocuk sonra hemen büyüyor kavga ediyor ve sigaraya alışıp
bile başlayacak sinire ve bile o gözlere sahipti olmuştu
nasıl yapılır uçak, martıların çığlığı yetişmeden daha
nasıl bunlar olurken beni de yanlarında götürürlerdi ki
artık her şeye kararsız kalmakla utanmamak arasındaki
madeni ve plastik ve üniversitelerdeki şeylerden
birçoğunu söylemeye alıştırılıyordum muydu neydi
artık ne sahili biliyorum vedalarım titrekken ateşli ünlemlerle
ne de öpmesini kızı kendi şehrim uyanmamışken dumandan
yelkenleri göründü ve şimdi ne yapsak ilerliyor zaten
şimdi ne yapsak ilerliyor zaten dediğimizde bile bir kış gecesi
tahammül edemiyoruz az kalan yabancı kişilere
sonra ölmeye varıyor her şey murat zamanındakiler gibi
sarı bir öğleden sonrası sineması gösteriliyor ya
hemen koşuyorum ve herkes bir koşu tutturmuş oluyor
o zaman ne kadar sürerse sürsün bu filme gideceğiz havası var dışarıda karanlık
göğsümüzde koşuşan atlıların ilk Moğol halleri ezip geçiyor bu gidişlerimizi
ama bu vakitlerde trenden bir mendile sarılı halde atılmış şiirler ve
o diğer rahatsız edici beş para etmez şeyler zorumuza gidiyor
o zaman saçlarını topluyor ya da nevresim ya da ezberlemekle meşgul
kimden ne kadar kaçacağını ve yakalanacağını
mektuplarından ve mektuplarını kaçıyor
neden barlardan ve sigarasını hızla tüketen adamlardan kaçılması gerektiğini kaçıyor
gördüğü ilk trene binse yeridir diyorsun sen, ve maalesef burada
bile bir kaçıştır gidiyor dünyada
oysa lacivert bluzu olan herkes bizi kandırabilirdi ki biz ne güzel kandırılıyorduk
binalar çatladıkları ve kırıldıkları yerlerden tekrar dikiliyordu
gidişini, bir çocuk ölüyor içimde diye yanıtlayan onca dünya savaşı askeri
bilmeden ölüyorsa, rüzgarla işimiz bitmiştir demek olmuyor hiçbir şey
daha esecek çok etek var kızların giydiği
bu bize yeter zaten, annem bize patates kızartır
ve seni seviyorum, çünkü bunda kızacak bir şey yok
böylece bir sırrı ediniyorum, bana öyle bakma
işgal edilmemiş topraklar arıyorum çocuklarıma, boş yere suçlama kimseyi
bu bir kıskanmaktır gidemediğin yerleri görmüş birini, hoşçakal