25 Aralık 2010 Cumartesi

hiç sanmasın ki ben biraz sevgiliyim

bakıyorsak yetiyordu kış, hiç sarmıyordu kaset, şarkısını söylerken millete kabadayı kesiliyor çünkü bir yanı, çok canı yanıyor çünkü sabahın ilk ışıklarından beridir. cumartesi gününde oğlu olacaklar için hemşireler sigaralarını çöplere döküyorlar ve onlar da yanıyorlar hep beraber, ve sönüp duruyorlar, mezun oluyorlar bu birlikteliklerden, ilk gençliklerini bırakıyorlar çantalarına, ve mutluluklarından geriye bir hayat kalıyor ceplerinde,


ben de onlara katılıyor ve geride bıraktıklarımı bırakıyorum geride, sönüp duruyor limanlar ve hastaneler, böylece kan kaybından ölecek kadar hazırlıklı gelmişlerdir zaten, sana doğru ellerimde bir çekimli ve Türkçesiz bakışlar getirmiştim oysa odaya kadar, muamele hiç yoktan iyi ve sen orda her sabah bende erken açan bir hayatsın bebeğim,
tüm olanlara rağmen bebeğim bir ameliyattan yeni çıkmış savaş suçlusu gibi ameliyata alacaksın sanki beni, ikimiz de orda düzen kurulacağız, dizecekler bizi kurşun götürmez gerçeğe ve mahkum bırakacaklar elektrikli makinelere, bizi ilan edecekler sevgilim sen yatağa mahkumken ve ben bir o kadar felsefe düşünüyorum, yani o kadar ölmeden yapabiliyorum ki nerdeyse gün çoğalacaktı ve bozulmayacaktık biz, buzluğa atacaklardı günahlarımızı, yeniden bozulan bir mahkumiyet kararı ağzından kaçacak yargıçların ve çıkaracaklar tüm acısını tüm yaşadıklarımızın, beni bağlayacaklar hakikate, oysa beklesem biraz daha boğulurdum hastanede,
hastane çok kalabalık ve dar bir şehir gibi ki beni şehre yakışmıyorum diye harcarlar sanki sen olmasan yanımda.


parkta yürüdüm, hastane bozuldu, ben yürüdüm ve nefes aldı o kahpe, bir düş beni gördü, bir müzik çaldı beni yavaş yavaş, sonra öldü tüm o parklar içlerinde kuşlarla birlikte, yollar, hastaneler, hastalar bırakıp gitmişlerdi koskoca şehri, çok tekin bir ayrılık gibi son bulmuştu hayat, gebeler korkmuştu işte dünyaya bir tufan koparsa diye, gitmişlerdi neresi belirsiz, nasılı sorunlu bir ameliyata, bir operasyona alınmaya gitmişlerdi, sığındılar nihayet doktorun merhametine,
ve aslında bir doktor bulunmasa gayet rahat edeceklerdi, bir nizam getirmesin sanılıyordu herkese gittikleri, ve duvağını köyde bırakmıştı hemşire, ve annesi arkasından çok öğütler vermişti diğer bütün kızlarına, hülyaları bitmiş ama evleri olmuştu sonunda ama, ama her biri bir çeyrek altınla gelmişti ve güya misafirliğe, ve güya ben de çay koyayım hazır bir sigara molasında, bir askerlik anısı olarak saklayayım düşlerimi.  parklar, yollar, hastaneler yanı başımdaki pencereden korkuyorlar hala, görünmüyor etmiyorlar, işitilmiyor sesleri duaları, bisiklet binmiyorum böylece huzurum kaçıyor.


akşam bir felaketti, ve faturalardaki surelerden tekini, yani mevzuu çok basit sunulmuştu bize ama, sade sakal bırakacaktık, sahile doğru koşarsam nefes alırdım bir de, ve alıp götürüyorlar, bir el uzanıyor burama,
müzik çalsın ve beni koparmaya gelsinler, içimdeki haçları koparsınlar bir zahmet. fısıldasınlar, mektuptan okusunlar gerçeği, ben biraz kalmasam, azar azar düşsem içimdeki ırmağa,   

23 Aralık 2010 Perşembe

BUNLAR SERT ADAMLAR, BİZİ ÖPMEZLER

Pay edeceğin bir çığlığının olması gerek.
İnanmak ölmenin yarısıdır, inanınca ölür bir yarın, işaret parmağını savurursan deprem olacağına, kendini bir beyaz güvercinin çığlığına katmaya çalışmak için inanırsın, sular kesildi çünkü inanırsın,
Aramızda bir benzerlik var, ölmeyi biliyoruz ve doğmayı seviyoruz. Damla damla, aşağılara kadar yağıyor olmaya vaktimiz yetecektir diye inanıyoruz. Ama aramızda bir bakış var, aramızda pıçağını saplamış fikirler, ve ayrılık için yazılmış yazlar var, söylenip tüketilmiş bir aşk, dinlenilmiş ve ardı sıra yakılmış şairler, sıralar var, dersler ve karmaşa var, yani sandalyeleri kurmuşlar masanın etrafına ki biz karşı karşıya da gelebilirmişiz nerdeyse, ve çayları içerken ne tuhaf şarkılar çalınıyor, biz adamların yeni geldiklerini fark edene kadar eskiyorlar zaten, hayatta yeni miydi dersiniz?  Nerdeyse dünya başka türlü yaratılacakmış, mesela bir resim gibi, üstünde elbiseleri olan mavi kadınlar ve soğuk gibi.Mesela üstüne damlayan bir resim gibi olacaktı dünya, hem de bu fırtınalı soğuklar henüz yıkılmışken afrikanın başına. Koşuyordum koşuyordum ama yetişemiyordum, yetişemiyordum bir ülkenin gazetelere sarılmış cesedini sandığıma gizlemeye, kapatmaya, bana doğru işlenmiş cinayetlerin şeklini çizmeye yetiştirilmiyordum, çünkü faillerin ellerinde sinek valesi. çünkü koz bitti.

20 Aralık 2010 Pazartesi

BUNLAR SERT ADAMLAR, BİZİ ÖPMEZLER

Pay edeceğin bir çığlığının olması gerek.
İnanmak ölmenin yarısıdır, inanınca ölür bir yarın, işaret parmağını savurursan deprem olacağına, kendini bir beyaz güvercinin çığlığına katmaya çalışmak için inanırsın, sular kesildi çünkü inanırsın,
Aramızda bir benzerlik var, ölmeyi biliyoruz ve doğmayı seviyoruz. Damla damla, aşağılara kadar yağıyor olmaya vaktimiz yetecektir diye inanıyoruz. Ama aramızda bir bakış var, aramızda pıçağını saplamış fikirler, ve ayrılık için yazılmış yazlar var, söylenip tüketilmiş bir aşk, dinlenilmiş ve ardı sıra yakılmış şairler, sıralar var, dersler ve karmaşa var, yani sandalyeleri kurmuşlar masanın etrafına ki biz karşı karşıya da gelebilirmişiz nerdeyse, ve çayları içerken ne tuhaf şarkılar çalınıyor, biz adamların yeni geldiklerini fark edene kadar eskiyorlar zaten, hayatta yeni miydi dersiniz?  Nerdeyse dünya başka türlü yaratılacakmış, mesela bir resim gibi, üstünde elbiseleri olan mavi kadınlar ve soğuk gibi.

14 Aralık 2010 Salı

gönül! sus

susun!
geç oldu artık göç bitti, çadırları kuruldu şehirlerimizin ve ateş yakacağız, nehirler kuruldu bitti bile, amanlarımız oflarımız söylendi, özdeyişlerimiz, çığlıklarımız söylendi ve duyuldu, yüzyıllarımız, binyıllarımız, asırlarımız, günlerimiz tükendi beyler, ellerimizden kayıp gitti eskilerimiz, şarkılar örtmedi kirimizi, bluzlarınız örtmedi ama elinizden geleni yaptınız nasılsa. Bulutlar, Merkürler, Polisler aldılar götürdüler bizi, yani masadan kalkalı çok oldu beyler, şarkılarımızı yarıda bırakıp sigaralarımıza kaldığı yerden devam ediyoruz, çünkü bununla inandırabiliyoruz herkesleri ve hiç kimseyi hasta olduğumuza, yaralandığımıza, yaralar edindiğimize. Ve durup düşünmelerine engel olabilecek bir uğraş edinmeleri için, ve bize güvenmemeleri için çirkinizdir doğuştan, böylece bizi tarıyorlar, kokular sürüp öpüyorlar ve el sallıyorlar, ve siliyorlar alnımızdaki teri. yol üstünde yıllar yılı kaptığımız vebalar bizi iyileştirdi gibi, ıslandık göklerimize kadar, ıslandık cebimizde metelik yoktu, kavgalarımızın tarihlerini ezberledik biz de ne yapalım, savaşlarımıza düşman aradık biz de ne yapalım, çengelli iğnelerle birbirine iliştirdik kaybettiklerimizi ki yıpratmasın zebaniler oralarda öyle, karakollarımızı basmasınlar diye ne dediyseler katıldık böylece, onayladık, gülüp geçtik, şeker ikram ettik vesaire. Ve suçlarımıza ortak ettik gelecek nesillerimizi, ve kuşlar döndüler köyden, ve geri yerleştirdiler hayatlarımızı uçarak, ve uçarak sustular sonra.
susun ki devam edebilelim ölmeye                                                                                                                                                          susun az kaldı
ceplerimizi doldurdu tanrı, harçlık verdi, buğday verdi, toprak bir de, ve aşklar yaptık buğdaydan samandan, topraktan sudan, günahtan sevaptan aşklar yaptık, kemiklerimizden, uzaklarımızdan yakınlarımızdan, evlerimizden arabalarımızdan aşklar yaptık, arkadaşlarımızdan, akrabalarımızdan aşklar, karaborsacılarımızdan tezgahtarlarımıza kadar her şeyden, herkesten aşklar yaptık, sonra dur dedi general, hizaya geçin, öbürlerinden ayrıldık böylece, sonra kavrulduk güneşin içinde sonra savrulduk, oysa koş demişti general, oysa rüzgarı getir, oysa bilmezdi kimse daha, biz rüzgar etsek kış olur diye, oysa ben konuştum kuşlarla, koştum ve içki içtim onlarla, rıhtıma indim, ağladım tüm yağmurları, üstelik daha beni yıkayacaklardı, beni kurban edeceklerdi tanrının huzurunda, ama kimse bilmezdi ki biz yansak güneş terlerdi alnından, oysa biz cehennemdik üstelik, oysa biz yansak bu bizim gitmemize bir işaretti,  ve biz yansak kör olurdu İstanbul-diyarbakır otobüsleri, cenneti boylardı firavunlar,
susun ki işitilsin susmalarımız                                                                                                                                                                 susun ki tanrının huzurunda

7 Aralık 2010 Salı

kendini tanıtmaya

                  Müzik soğutuyordu kışları, sense güz oluyordun balıkçılar tuzlarını çıkardıklarında güneşten, güneş parıl parılken, ıpıslakken şehir,ve de kuşlar kırlangıçlarını unutmuşdularsa bir sonraki mevsime dek, işte o mevsime dek güz kalıyordun sen böyle , bu zamanlar kötüdür diye, bu kahpeler daha gelmedilerdir diye, yabancıları sevdiğimiz söylenemezdir diye.  Ve şimdilerde sana çok sık rastlayamadığıma göre, mahallede top oynayan bir geçmiş bitmiştir artık tenhamızda, Azrail kepenk kapatmıştır ve kervanlar geçtikleri yılları toplayıp bir kenara koyup biriktirmişse, geçip gitsinler, güz olsunlardır diye, kendimizi yeterince tanıtmış mıydık diyedir belki de? Lakin beni sana getirecek bir güz lokantası yoktu etrafta, bir pıçak, bir yara ya da bir şairden alıntı yapan yoktu, olur olmaz bir günde beni sana getirebilecek, beni kendimden götürebilecek bir hikaye anlatmıyordu kimse, kimse ağlamıyordu, kimse hesaplamıyordu, kimse çözmüyordu, halletmiyordu, kimsenin zamanı yoktu gibiydi ikimize ve seninse gözlerin güzdü hep, pıçaktı, yaralıyordu, kusacaktım nerdeyse.
                   Kendimizi anlatmaya yetecek miyiz ki biz, ki üstümüzü başımızı toparlamıştık bu yüzden, küllerimizi boşaltmıştık toprağa, sımsıkı sarılmıştık kavgalarımıza, yapraklarını takmışız üstelik tüm ağaçların, hayattan, umuttan, rüyalardan bozma dallara asmıştık aşklarımızı, sevdalarımıza gelinler iliştirmiştik, böylece evlerin çimentosunu kervanlar yetiştirmiştiler bizim için fakat, fakat yeterince bilmiş miydiniz bizi,  şarkılar söylendiğinde katılmıştık, savaşlar verildiğinde siperlerimizde silah tutuyorduk, gökkuşağı çıkınca aşık oluyorduk her renkte, ve toprağı eşiyor olurduk acıkıldığında, yollara serilen, kurutulan, sıkı sıkıya tutturulan meyveleri, yemişleri, şarapları topluyorduk içerimizdeki seslere kulak verip, şelaleler döküyorduk susuz geçmeyesiniz gittiğiniz yerlere diye, diye diye ama kuruyordu yine de bu kahpeliğin içinde her şey, ağlıyorduk ve unutuluyorduk, ve yaşlanıyorduk, yanlış cevaplar veriyorduk belki de kendimize dair, geriye hiçbir doğrumuz kalmıyordu ve, sınıyorduk yani, sınıyordular bizleri, deşiyorlardı karnımızı, kemiriyorlardı etimizi, soluk alamıyorduk bu kahpeliğin içinde, acaba kendi güneşimizi bulamıyor olabilir miydik, kendimizi daha doğru dürüst anlatamaz mıydık yani, bizi daha güzel gösterebilir miydi ki acaba kelimeler, bizi daha iyi anlatabilecek kelimeleri bulamaz mıydık çarşılarda pasajlarda, bizi daha güzel anlatamazlar mıydı romancılar, hikayeciler, hancılar, falcılar, ki biz ne de olsa saklardık hayatlarımızı bir müddet onlara, tuzlayıp tuzlayıp yaşardık ne vardıysa o gün. Gülmeyi beceremezdik poz verirken, sanki savaşta yaralanacak gibi gülüyorduk güldük mü, itirafçılar konuşacakmış gibi dinliyorduk göğü, sorgularken hayatımızı tanrılar, tanıklarımız teker teslim olurken adalete, hayatımızdaki sanıkları göstertmiyorduk bir türlü mahkemelere, bu yüzden mahkemelere çıkmıyorduk belki de, bu yüzden kendimizi yeterince savunamamıştık, doyasıya suçlanamadık ta aynı zamanda, ve üzerimizde hep bir şüpheli edasıyla durduk, yakıştıydı da asıl ama bilmiyorduk başımıza gelecekleri, ne zaman asılacağız, ne zaman ölümcül bir deneyde kobay olarak kullanılacağız, ne zaman elektrik akımına… Yoksa yakalanmış mıydık işlediğimiz günahlardan sonra, yoksa ölmüş müydük, zehirlenmiş miydik ya da, katilimizi hemen bulmuşlar mıydı yoksa, ama hayır, pıçaktı ve güzdü ve ayrılıktı her şeye sebep, elbet yıkılacaktı kuleler bu sebepten, elbet Hiroşima, elbet Kudüs, ve elbette Afrika dahil.
                     Böylece kendimizi atlatmıştık, ölmüş idik nihayet, ve ölmüş idik çünkü yeterince yakışıklıydık, iyi de giyiniyorduk Allah var, dahası aya çıkılmıştı ve televizyondan haber etmişlerdi bizi öldüğümüze, dahası da hep bildiğiniz gibiydi, her şey, her yer bildiğiniz gibi, mesela Antep hemen şurası, şu masanın hemen ardı, masa da bilindik bir masa yani ve masadaki kalemi kırdım, avrupa’da istikrar var hala ve geceleyin suç oranı çok yüksek çıkıyor istatistiklerde.

aşk tanrısının göbek adı

vay benim aşk tanrılarım; merhaba, ayağa kalkın!

Ölüyoruz çünkü çok yoruldum çok sıkıldım, güçlerimizi birleştiremediğimiz yüzünden korktuk bütün denizlerden, boğulmaktan ve uzaklardan korktuk, göçlerimiz bizi tekrar edip durdu böylece çünkü sayın kardeşim. ölüyoruz çünkü hemencecik müdahale gerektirmiyor isyanımız, polisler gelene dek susuyoruz çığlıklarla ve üstelik bu kapıyı açar açmaz sancılarımız çıkacak, ve bu kalp krizlerimizi yetiştiremeyecekler kimselere, sonra üstlenen de çıkmayacak ihanetlerimizi, çünkü ölünce başlıyor sayılıyoruz yarışa. Sözde gecikmiştik bu hayata ama partideki en şık yalanı biz söyleyince, ve hatırı sayılır bir deprem çıkarınca göğsümüzden, göğsümüzü gere gere çıkarıp attık halkımızın senetlerini bi çırpıda, ama yine de yıkılmıyor bizim dershane, dağılmıyor suratım, boynumu vurmuyor Lidyalı bir kral hazır balta düşmüşken ellerine, ama ellerine ne çok yakışıyor bir bumerang görsen sevgilim, görsen beni bir pıçakta yere serersin namussuzum, ve ben derim ki keşke hiç olmasak, birkaç yalan söyleyip, bi de ihanete uğrayıp sıyrılsak derim günahlarımızdan.  
Dar bir kefen giydirmişlerdi bana hatırladım ve sevdim, caddelerde körebe oynuyordu çocuklar buna da sevindim, akşamdan kalma yemeği ısıtıyordu çocuklarına bir Afrika, göbeğinden ve uzak akrabalarından bile daha kirliydi o sıralar Ortadoğu, ve Ortadoğu Filistin’den ibaretti hala kardeşim benim. Böylece bir ölüm kalım meselesi daha yılan hikâyesine dönmüştü ya, bu yüzden sokağa çıkamıyordu hala şairler, bu yüzden bakkallar veresiyeyi yüzümüze kapatabilmişlerdi, yardıma muhtaç aileler yüzünden kıyamet alametleri çıkıyordu bir de bir bir ortaya. Yağmurlar yağıyordu göğe ve suyumuz kesiliyordu diye çığlığı koparıyordum, denizler çekilene kadar güneşi kundaklıyordum, bombalar yağdırıyordum üstüme, süt dişlerimi çıkarıyordum gene ama uslanmıyordum, ama maça kızı sinek valesi, ama dolmuşla halkalı meydanına kadar kimselerin çıtı çıkmıyor yine,

Çürümüşken hayat halkın girebildiği meydanlarda, münasipse komşulara gidilen bir günün ilk arefesinde, yani son durağa yaklaşır yaklaşmaz dolmuş, ve ölü sokaklarla dolup taşan bu kent tam da göç edecekken eski yurtlarına, ve
annelerimiz duymamış olsun bir de yoksa, yoksa bir başkasına da söz
verilir ya bazen, bir zelzele kopar heyecanla beklenen bir tufanın ortasına, işte biz bu yüzden batıl inançlarımıza çok bağlı kaldık sayın hâkim bey, başka bir kent bakıyorlardı bizim için fakat siz iyi birine benziyorsunuz hâkim bey, siz bizi ikna edersiniz, bizi ihya edersiniz, bizi döversiniz de, sonra davamız düşer, bebek düşer, denklem düşer. Ve kurulur modern mimarisiyle tüm haykırışlarımız kentin üstüne, ve sonra delik deşik eder senin çığlıkların bu kentin her sokağını bebeğim, senin ağlamakların, altını üstüne getirir her tarafını bizim sevdalarımız, sonra final gelir çatar birden, notlarımız kırıktır yani, hesabı hep bize yazarlar yani.

hesabın kabardığı bir akşamın finalinde, yine mavi gözleriyle bakmadı, yine seslenmedi, kekelemedi, unutmadı, yılmadı da, hayatı yerin üstünden yaşamaya devam edecekti o,

ve biz aşağıdayız zaten, düşmüyoruz, pilav aldırıyoruz dersaneye,

hakim bey peki bu yetkiyi kimden alıyorsunuz siz, bir dava insanı neden güzelleştirir peki?

Bankada bir işim var müsaade et bebeğim, peşimden gelme sırası değil, eve dön şimdi, geceye dön, ve erken kalk çünkü prova edeceksin hayatı en baştan.

şimdi bu nerden çıktı diyeceksiniz ve ödünüz kopacak karşılık verir miyim diye, ve işte o an hakim bey ne kadar hakim olduğunuzu anlamasın kimse yoksa benim mahallemde yaşayan insanlar size fevkalade inanırlar

yani meselelerimiz pek güncel değildir ama buna rağmen izinsiz çıkagelir pencerelerimize mevsimler, kapıdan bacadan, ruhumuzdan içeri alırız onları ve onlarla tüm sevdiklerimizi yine, ama siz bize inanmayın ve yine yemeklerinizi alman usulü yiyin, aynı yazıcıdan çıktı almayın başkalarıyla sakın, felan