22 Kasım 2010 Pazartesi

saltanat

Bir parça fason saltanat kalmıştı sana eski beylerinden, savaş sonrasında kullanılacak panjursuz, eski bir saltanat. Enkaz altından kurtarılmaya kararlı mal mülk sahipleri için bir afet tasarlamaktaydı oysa tanrı, daha hiçbir yerde oynanmamış, hiçbir yerde söylenmemiş, lafı edilmemiş bir afet ki şair bundan bahsetmiş dahi olsa paragrafın başında, sınav kâğıtlarının arasına karışmıştır muhakkak çay saatlerimizdeki ayrılık ya da o sıra öğretmeni dinlemiyoruzdur kesin ama sonuçta bir saltanatın var şimdi senin. Kalk da bize refah getirmeye git şimdi saray cümbüşlerinden, şenlikler getir lavanta kokulu kadınların memelerinden, ışıklar canımızı acıtır yârin yanında, terk etme, tut cebinde kalsın bu şehir, tut ne olur değiştirme rengini, açma ışıklarını bize doğru, tut ki ben kırmızı bir rengim ve kimselere dememişim, sense bir nehirsin ellerimden ayaklarımdan akan, geçmektesin türkülerinle, son kullanma tarihine yaklaşan ağıtlarınla, gözyaşlarınla. Tut ki ben ıslanıyorum sense kanıyorsun cennet bahçelerinden, tut ki beraber düşeceğiz az kalsın cennetten, inecek, vurulacağız bir savaşçının yaralarında ki bu yüzden hala ölmedik beraberiz. Bu saatten sonra zaten kimse gözleri kızarmış şehirlerde rahat uyuyamaz çünkü sen incinirsin, kırılır çatlar tenin, boğulur sesin çığlıklarımızın arasında ve sen tahtına kan bulaştırırsın gizlice, asandan yangın çıkarır, değneğinle yırtarsın göğümüzü en mavi vakitlerinde, bu gök ki biraz daha kalsa buralarda, yaralanacak göğsünden muhakkak, dişlerini sökecek tanrını biri. Ve tanrım; Veronica’yı dekolteli yarattın yaratalı sen, biz Paris’te ekonomi okuyacaktık güya, teknik okuyacaktık, göbekli bir muhabbet kuşuna dönüşmeden biz, tanrım kalk gidek buralardan ki dilleri sürçmesin diye kadın olanlar vardır, o telaşla emniyet kemeri takan bir sürü erkek vardır,


Kuşan bu vatanın gecekondudan düşlerini ki yanması gerek bu Roma’nın bu ortadirek alevlerin içinde, kendine yakışan bu acıların, bu kahpeliklerin içinde, ki Sezar’ın peşinden gidersen kopacak kıyametin seninde, fakat dışarısı buz tutmuş sevgilim, fakat yağmur yağarsa tam da bunların üstüne, kırılır o camdan sene idam sehpasının üstüne, üstüne üstlük bir kadın aşiret çocuklarını sevmiyor ise medeniyet gereği hala, belki de benim sana burada hüzünlenmem gerekecek, belki de ısrar etmeyeceksin biraz daha kalmam için, benim verdiğimle sen, senden kalanlarla ben yetineceğim.  Sonra çıkacağım cesur orduların başına nefes nefese ve çıkıp bununla yetinmeyeceğim, döneceğim elimde seyyahların getirdiği milletlerle, onların yedikleri içtikleriyle, konuştukları dilleri, taştan tunçtan kalpleri ve yine taştan ve topraktan yurtlarıyla, yurtlarda bırakılmış geçmişleri, vaat ettikleri hazineleriyle döneceğim isyanların birikip, aşiretlerin toplandığı o malum seneye, 1982 Eylülünde bir seneye döneceğim, eylül ayının en soğuk gününden de soğuk bir eylül gününde toplanacağız o sene, bizden yüksekleri yıkacağız, bizden uzaklara gidecek, bizden çok yananlara yanacağız birlikte, bizden çok ölenler için öleceğiz son bir kez. Gök gürlemeleriyle gürleyecek, alıntılar yapacağız şairlerden, şayet karşımıza çıkarlarsa karşımıza çıkmayı göze alanlar, şayet o kadar karşımızdaysalar yani, son küfrümüzü edip gurbetimize döneceğiz yeniden, yepyeniden.Tıpkı kalem tutar gibi küfürler ettik sonunda, tıpkı kimse duymamış gibi, üstelik herkes yanına almıştı da bağıracaklarını, tıpkı çığlık çığlığa, tıpkı gecenin köründe herkes sarhoş gibiydi, bir intihar mektubu kadar gıdıklayıcı ve dayak yemezken bile ağlayan, hemen hemen her fırsatta ağlayan, sınıfımızın en cüsseli çocukları gibiydik tıpkı, yine öfkeli, sırılsıklam ve hayalperesttik biraz, akşamı kapıda uzun süre bekletmiş, kimseyi almamıştık içeri, polisleri, yangınları, ışıkları ve göz yaşartıcı hatıraları, göz yaşartıcı gazları ve gözümüzü boyamaya gelmiş ukala hayatları almamıştık işte içeriye, içerlerimize, içerleriz diye işte, günahtır diye belki, gözümüzü korkutan yargıçlara hesap verirken düşen kelimelerimizi topluyoruz ayak altından diye. zamanla yarışıyor, zamandan biliyoruz bu düşüşleri, itiş kakışları, bize hangi zaman iyi muamele çekerse orda yaşıyoruz, hangi zaman iyi oturuyorsa üstümüze,iyi duruyorsa üstümüzde, hangi zaman daha çok yakışıyorsa bize orda kalıyoruz bir kaç gece, bir süre konaklıyoruz bahçelerinde, sarılıyoruz birbirimize, düşünüyoruz, düşüyoruz birlikte, korkuyoruz düşerken bir de, korkuyoruz bu şehri yarılayabilmişken henüz, dövüle dövüle sıralanıyoruz düştüğümüz anlarda ki o anlara ceset deniyor artık, düştüğümüz yerlere ceset deniyor, çok mecaz oluyoruz sonra, ceset oluyoruz birden, hafifliyoruz birden ama mecaz oluyoruz gerçekliğimizden kurtularak, anlamlarımız varmış gibi düşünmeyi bırakarak yokluğumuzun tadını çıkarıyoruz o anlarda.







Hiç yorum yok: